Kazım Güleçyüz’le yazdığı yazılar ve yaptığı paylaşımlar nedeniyle yargının kendisine vermiş olduğu cezaları, yargı üzerinde gerçekleşen baskıları, iktidarın sistematik olarak muhalifleri sindirme politikalarını, iktidarın dindar kesimi nasıl sindirdiğini ve mevcut otoriter durumdan kurtulmanın yollarını konuştuk.
Yargının siyasallaşması tartışmaları sürerken bunun doğurduğu sonuçlardan mustarip olan dindar kesim de ciddi mağduriyetler yaşıyor. Mağduriyetlerin tamamı kamuoyuna yansımadığı için dinsel bir karakteristiğe sahip olduğu düşünülen mevcut iktidarın uygulamalarının sadece seküler kesimlere zarar verdiği gibi bir algı oldukça yaygın. Halbuki İslami kesim içerisinde yazar çizer, kanaat önderi birçok isim daha yeni hapishaneden çıktı. Öte yandan FETÖ ile ilişiği olmayan yüzlerce insanın, sırf dindar kimliğiyle iktidara karşıt bir yerde konumlandığı için söz konusu örgütle bağlantılandırıldığını hatırlatmakta fayda var. Yazdığı yazılar ve sosyal medyada yaptığı paylaşımlar nedeniyle bu türden suçlamalara maruz kalan Yeni Asya gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Kazım Güleçyüz, Gazete Duvar’a konuştu.
Yeni Asya gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Kazım Güleçyüz
MAHKEME DOSYAYI İADE ETTİĞİ HALDE HEYET DEĞİŞTİRİLEREK YENİDEN DAVA AÇILDI
Siz, Yeni Asya gazetesi Genel Yayın Yönetmeni olarak Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılandığınız bir davada bir yıl sekiz ay aldınız, gazeteniz karikatüristi İbrahim Özdabak ise bir yıl altı ay 22 gün mahkumiyet aldı.
Hakkımda farklı soruşturmalar açıldı. Bunlardan biri, terör örgütü üyeliğiyle açılmış bir soruşturma. Orada her şeyimizi didik etmişler, her şeyimizi araştırmışlar ama bir şey bulamayınca savcılık takipsizlik vermiş. Dava dosyasında bunu karar olarak gördük. Bunun dışında tweet’lerden, gazetedeki haberlerden ve yazılarımızdan birtakım şeyler cımbızlayarak seçmede bulunmuşlar. Ayrıca hakkımızda muhbirler aracılığıyla bazı şikayetler olmuş.
Bu kişiler gizli tanık mı yoksa adı sanı belli muhbirler mi?
Bir kısmı kendisini gizlemiş, benim sosyal medyadaki paylaşımlarımı şikayet etmişler. Oradan terör örgütü suçlaması üretilmiş. İbrahim Özdabak’a da karikatürlerinden dolayı böyle bir suçlama yöneltildi. İşin enteresan tarafı İstanbul 29’uncu Ağır Ceza Mahkemesi bakıyordu bizim bu davaya. İlk aşamada iddianameyi iade etmiş mahkeme. Anlamı var bunun. Böyle bir dava olmaz diyor. Ama itiraz üzerine 30’uncu Ağır Ceza, kabul kararı vermiş. Onun üzerine davaya devam ettik. Gene çok enteresan bir şey, üç duruşma oldu. İlki geçen yıl mayıs ayında, daha sonra 24 Eylül’de ikinci duruşma ve 23 Ocak’ta karar duruşması, üçüncü duruşma. Üçünde de heyetler değişti, başkanlar değişti. Hâlbuki eski Yargıtay başkanlarından Sami Selçuk’un çok iyi hatırladığım bir sözü var, devam eden bir davada hele ceza yargılamasında heyet değiştirilmez. Neden? Çünkü dosyaya hâkim olan bir heyet var. Siz heyeti değiştirdiğiniz zaman ikinci heyetin ilk heyet kadar davaya hâkim olabilmesi mümkün mü? Böyle bir hukuki sakatlık da var. Üçüncü duruşmada sonuç olarak bizi en alt sınırdan mahkûm ettiler. Yargılandığımız Ağır Ceza ve bize iki yılın altında bir ceza veriyor…
MUHALİFLERE SÜREKLİ BİR GÖZDAĞI VERİLEREK BASKILAR SÜRDÜRÜLMEK İSTENİYOR
Peki hem Ağır Ceza’da yargılanıp hem de iki yıl ceza almanızı nasıl yorumluyorsunuz?
Bunu bizi baskı altında tutmak ve sürekli bir gözdağı olarak yorumlamak mümkün. Bu karar tabii bizim tarafımızdan hemen istinaf mahkemesine götürüldü. Bir de ilginç bir şey, daha önce yoktu bu. Biz daha önce 28 Şubat günlerinde DGM’lerde de yargılandık. Yine benzeri cezalara çarptırıldığımız mahkûmiyetlerimiz de oldu. Orada görmediğimiz şeylerle muhatap olduk bu sefer. Hükmün açıklanmasının geri bırakılması diye bir şey var. Karar vermeden önce iki sene altında bir ceza aldığınız takdirde size soruyorlar, “Hükmün açıklanmasının ileri bir tarihe bırakılmasını ister misiniz?” diye. Kabul ettiğiniz taktirde beş yıl içerisinde aynı suçu işlemezseniz hükümsüz hale geliyor. Biz tabii suçlu olduğumuzu kabul etmediğimiz için buna hayır dedik. Çıkan ceza da iki yılın altında oldu. Şayet bunu kabul etseydik karar açıklanmayacaktı. Böyle bir garabet. Tamamen siyasi ortamda verilmiş bir karar. Mahkemeler de baskı altında, bunu birçok şeyde görüyoruz. Bizim karar açıklanmadan önce General Metin İyidil davası gündeme gelmiş ve bizzat Cumhurbaşkanı “gerekli talimatları verdik” mealinde bir ifade kullanmıştı. Ayrıca beraat kararı veren istinaf mahkemesi dağıtıldı. Hakimler böyle bir ortamda çekiniyorlar. FETÖ davası gibi hassas davalarda bağımsız karar verme hakkını kendilerinde göremiyorlar.
HEYETİN DOSYAYI İADE ETMESİ RAHATSIZLIK YARATMIŞ OLABİLİR
Sürekli heyetin değişmesini neye bağlıyorsunuz?
Zannediyorum ilk heyetin dosyayı iade etmiş olması önemli bir rahatsızlık gündeme getirdi. Muhtemelen bunun üzerine bir değişiklik yapıldı. Birileri karardan memnun kalmadı, öyle görünüyor. Lafa gelince yargı bağımsız, ama uygulamada durum oldukça farklı.
Peki daha sonra dosyayı iade eden mahkeme heyetinin başına bir şey geldiğine dair bir bilginiz oldu mu?
Sanıyorum onlar da başka mahkemelerde görevlendirildiler ama detayını bilemiyorum. Ama bizim 29’uncu Ağır Ceza olarak çıktığımız heyet sonraki duruşmalarda değişik isimlerden oluşarak karşımıza çıktı.
.
BASIN KARTI VE GRİ PASAPORTUMUZ VERİLMİYOR
Yargılama süreçlerinin içinde ya da dışında yaşadığınız, ancak çeşitli nedenlerle kamuoyuna aktaramadığınız, bize aktarmak istediğiniz başınıza gelen garabetler var mı?
Genel bir baskı ortamı herkesi bunaltıyor, otosansür uygulamak zorunda bırakıyor; ifade edemiyorsunuz. Lafa gelince basın özgürlüğünden dem vuruluyor, bütün medya hükümetin propagandasını yapacak şekilde haber yapmaya zorlanıyor. Bu garabetlerle ilgili basın kartı meselesini gündeme getirebilirim. Hiçbir gerekçe gösterilmeden basın kartlarımız hâlâ verilmiyor. Hatta iptal edildiği ifade edildi. Sonra tepkiler üzerine iptal edilmedi ama 800 küsur kartın değerlendirilmesi devam ediyor diye açıklama yaptı İletişim Başkanı. İptal edilmedi ama yenisi de verilmiyor. Gri pasaport başvurumuz vardı, bize vermiyorlar. Danıştay’a dava açtık, mütalaayı veren savcı bu kararın yönetmeliğe uygun olmadığını belirtti.
AK Parti’nin ilk döneminde daha demokratik, hukukun üstünlüğüne inanan, güçler ayrılığı başta olmak üzere birçok hukuki ilkeye saygı gösteren bir parti olduğunu ancak sonradan değiştiğini mi düşünüyorsunuz yoksa AK Parti’nin aslında başından beri otoriter eğilimlere sahip olduğunu ve imkan bulduğunda otoriter özün açığa çıktığını mı düşünüyorsunuz?
Aslında başından itibaren bunlar hakkında şüphelerimiz vardı. Demokratlıkla çok fazla barışık olmadığını düşünüyor ve görüyorduk. Askeri vesayete karşı Avrupa Birliği’ne ihtiyaçları vardı. Onu değerlendirmiş oldular. MGK’nin sivilleştirilmesi ve askeri vesayetin geriletilmesi gibi atılan birçok adım önceden başlatılan reformların devam ettirilmesinden ibaretti. Ama gelinen aşamada kendi içlerinde de bir ayrışma yaşadılar. Partide üst düzey görev almış, cumhurbaşkanlığı, başbakanlık ve bakanlık yapmış birçok insan, şu anda dışlanmış durumda ve ayrı oluşumlarla karşımıza çıkıyorlar. Yeni başkanlık sistemini gündeme getirdiklerinde referansları birinci ve ikinci cumhurbaşkanlarıydı. Yer yer onları da geride bırakan uygulamayla Türkiye’yi bir tek adam rejiminin içine sokmuş oldular. Kuvvetler ayrılığını ihlal ederek her şeyi kendilerine bağladılar. Bunun sıkıntılarını hem iç politikada hem de dış politikada ve ekonomide yaşamaya devam ediyoruz.
AK PARTİ BAŞINDAN BERİ İNANDIRICI BİR PROFİL ÇİZMİYORDU
İlk başlardaki şüpheleriniz nereden kaynaklanıyordu?
Bunların düşünce yapısı olarak çok inandırıcı bir profil çizdiklerini düşünmüyorduk. Ayrıca geldikleri yer itibarıyla da böyle bir şey söz konusu değildi.
Gelmiş oldukları gelenek itibarıyla mı onların demokrat olmadıklarını düşünüyordunuz?
Hem geldikleri gelenek itibarıyla hem de kişisel olarak da bu iktidarın önde gelenlerini Allah selamet versin Mehmet Kutlular Bey de yakından tanırdı. Bu iktidarın önde gelenlerinin temel kafa yapısı çok fazla değişmemişti, şeklinde kanaatini ifade ederdi.
Ama buna rağmen AK Parti’nin ilk dönemlerinde bildiğimiz kadarıyla desteklediniz öyle değil mi?
Biz körü körüne desteklemedik, iyi işler yaptıklarında destekledik, yanlış yaptıklarında karşı durduk. Bunu partiye destek şeklinde değil de yapılan işe destek şeklinde verdik. Toplumun hayrına olan demokratik konularda kendilerini destekledik.
BİZİM İÇİN DEĞİL AMA ÇEŞİTLİ DİNDAR KESİMLER İÇİN ‘KANDIRILMA’ İFADESİ GEÇERLİ
Kandırılmış hissine sahip olduk dediğiniz oldu mu?
Biz tabii işin farkında olduğumuz için öyle bir duygu hissetmedik. Zaten durumun farkındaydık. Ama dindarlar açısından bir kandırılmışlık olduğu doğrudur. O kesim içerisinde böyle bir AK Parti beklemiyorduk, değişti diyen dindarların sayısı hiç de az değil. Hele hele hedefteki dini yapının üyeleri bunu çok daha yüksek bir perdeden dillendirdiler.
Yazılarınızda demokratik cephe vurgusu yapıyorsunuz. Demokratik cephe muhalif kesime kendisini yakın hissedenlerin oldukça önemsediği bir şey. Mevcut otoriter yönetimin geriletilmesinin ancak bu tür bir cephenin genişletilmesiyle mümkün olacağını düşünüyorlar.
Gerçekten de Türkiye’nin ihtiyacı bu. Demokrasi ve hukuk eksenli bir ittifak. Ama bunu yapabilmek için sadece bana demokrasi, sadece bana adalet yaklaşımından çıkıp herkes için adalet isteyen bir yaklaşım taşımak lazım. Aradaki siyasi görüşlerdeki farklılıklar bir kenara bırakılmalı. Hukuk ihlalleri çok ciddi mağduriyetlere yol açıyor. Buna son vermek için adaleti hakim kılmak, hukukun bağımsızlığı ve üstünlüğünü tesis etmek için farklı kesimler farklılıklarını aşarak ortak paydada bir araya gelebilmeli. Bunun sonuçlarını görmeye başladık. Bir önceki sene Millet İttifakı seçimlere bu şekilde girdi ve önemli bir başarı sağladılar. Bu oldukça ümit verici bir gelişme oldu. Bunu geliştirerek devam ettirmek lazım.
BİZ HEP DEMOKRATİK VE ÖZGÜRLÜKÇÜ ÇİZGİYİ DESTEKLEDİK
.
Peki CHP’ye ve genel olarak sola mesafeli duran bir hareket olarak siz bu noktaya, CHP’nin de içinde olduğu bir siyasal ittifaka destek veren bir noktaya gelmeyi hiç hayal eder miydiniz?
Öteden beri tercihimiz, hep Demokrat çizgisindeki partiler olmuştur, halen de öyledir. Şu an Demokrat Parti’nin binde birlere inmiş olması bu tercihimizi değiştirmemiştir. İsimlerden ziyade biz meseleyi bir hareket olarak görüyoruz. Bu hareket, Osmanlı’nın son döneminde başlayan bir hareket olup bir süreklilik arz etmektedir ve çizgimizde şu an hiçbir değişiklik bulunmamaktadır. Demokrat Parti de zaten Millet İttifakı’nın içinde yer aldı. Partinin lideri de Afyon’dan milletvekili seçilerek meclise girdi.
Şunu sormak istiyorum, HDP de bu cephenin gizli müttefiki. HDP’nin bu cephe içerisinde bulunmasında herhangi bir mahzur görüyor musunuz?
HDP de neticede dünya görüşü ve siyasetini tasvip etmesek de bu kadar oy almış ve mecliste temsil edilen bir parti. Bunda sakınca görülmüyorsa eğer böyle bir demokratik cephe içerisinde yer alması da tabii ki uygundur. Bir de HDP zaten bunu kendi içinde tartışıyor, Kürt partisi olmaktan çıkıp Türkiye partisi olmamız lazım diyorlar. Bu tarz birliktelikler buna da yardımcı olur. Hep terörle adlandırılan ve özdeşleştirilen bir parti olmaktan memnun değildir herhalde. Bu imajı düzeltmesi için böyle bir ittifakın içinde yer alması ona da fayda sağlar.
O zaman HDP’li belediyelere kayyım atanmasını da eleştiriyorsunuz…
Kayyım atanınca seçim anlamsız hale geliyor. Halkın seçtiğini iş başından uzaklaştırırsanız buna demokrasi denilemez.
Ülkenin bu noktaya gelmesinde en fazla dindarların sorumluluğu olduğuna göre, sizce dindarların din yorumlarını gözden geçirmesi ve özeleştiri yapmaları gerekiyor mu?
Elbette. Bu yaşananlar dine de zarar veriyor, dinin demokrasiyle bağdaştığını, hak, hukuk ve adaletin aynı zamanda dinin de bir emri olduğunu anlamaları lazım dindarların. Bizim hareket noktası olarak gördüğümüz Bediüzzaman Said Nursi, yüz küsür yıl öncesinden itibaren hep dediğim manada bu konuyu işlemiş. O zaman meşrutiyet varmış, meşrutiyete sahip çıkmış. Yine Said Nursî’nin 2. Abdülhamid döneminde söylediği “Padişah Peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse halifedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa Peygambere tâbi olmayıp zulmedenler padişah da olsalar haydutturlar” sözü bu ilkeli duruşun altını çiziyor. Ayrıca zaman toplumsal ve kolektif irade zamanıdır. Adaleti ve demokrasiyi hiçe sayan tek adam yönetimleri İslam’a büyük zarar veriyor. Dindarların başımızda bir halife olacak biz de o halifeye itaat edeceğiz, düşüncesinden çıkmaları gerekiyor. Onun için İslam’ın özgürlükçü bir yorumunu, demokrasiyle bağdaşan bir yorumunu benimsemeleri lazım ki bu sıkıntıları aşabilelim.
AK PARTİ’Yİ DÜNYA GÖRÜŞÜ İÇİN DEĞİL TERSİNE GÜÇTEN BAŞKA BİR DEĞERE İNANMADIĞI İÇİN ELEŞTİRİYORUZ
Sizin AK Parti çizgisine yönelik eleştiriniz İhvan ya da Milli Görüş çizgisine yakın olduğu için mi yoksa aslında hiçbir değeri olmayan pragmatist, güç eksenli ve Makyavelist bir siyasi parti olduğu için mi?
İkinci şık daha ağır basıyor. Burada değer ölçüsü olmayan, sadece iktidarın bir arada tuttuğu, iktidar nimetlerini paylaşmak üzere ve bunun da zaman zaman iç kavgaya dönüştüğü bir yapı söz konusu. Bu, bir ilkeyle, değerle izah edilecek bir tablo değil.
DİNE CEMAATLERİN DE EN AZ İKTİDAR KADAR ÖZELEŞTİRİYE İHTİYACI VAR
Bu noktada dindarların bir kısmı evrensel adalet ve hukuk standartlarında bir talepleri olduğu halde kendi cemaatleri içerisinde tek adam çizgisini sürdürüyorlar. Bu bir çelişki değil mi, önce hukuku ve adaleti kendi içlerinde sağlamaları gerekmez mi?
Gerekiyor, söylediğimiz şeyler cemaatler için de geçerli. Dini cemaatler de meşvereti esas almalı, tek adam kararlarıyla hareket etmemeli. Tabana yayılan bir istişare sisteminin oralara da yayılması gerekiyor. Cemaatler de kendi içlerinde demokratikleşmeli.
Son olarak, demokrasi vs. gibi kavramlar bundan beş yüz ya da bin yıl önce olmayan ve bize Batı’dan gelmiş kavramlar. Müslümanların Batı’ya ve Batı’dan alınan kavramlara bakışıyla ilgili neler söylemek istersiniz? Burada da bir gözden geçirmeye ihtiyaç var mı?
Batı’nın geliştirmiş olduğu sistemler ve Avrupa Birliği başta olmak üzere geliştirmiş olduğu birçok değerler manzumesi, aslında büyük ekseriyeti itibarıyla kaynağını bizim inançlarımızdan alan şeyler. Adaleti, hakkaniyeti, eşitliği, özgürlükleri, insan haklarını esas alıyorsa, her insanın doğuştan gelen haklara sahip olduğunu, istişareyi, ortak aklı, çevre duyarlılığını, kaliteyi, aldatmamayı, dürüstlüğü esas alıyorlarsa bunların hepsi bizim asli değerlerimiz. Dolayısıyla bize ait olan değerleri onlar sistemleştirmişler ve bugünkü aşamaya taşımışlar. Onun için Batı’dan geliyor diye onları reddetmek değil, tam tersine bunları kendi değerlerimiz olarak görüp sahip çıkmak gerekir.
Bize vakit ayırdığınız için çok teşekkür ediyoruz.
Kazım Güleçyüz kimdir?
1959 Kütahya doğumlu. İstanbul Hukuk Fakültesi mezunu. 1978’den beri Yeni Asya Yayın Grubu’nda çalışıyor. 1992’den bu yana Yeni Asya gazetesinde Genel Yayın Yönetmeni olarak görev yapıyor ve günlük köşe yazıları yazıyor. İslam, demokrasi, laiklik, din ve siyaset, Kemalizm gibi konularda yayınlanmış kitapları var.