Uzun yıllar önce, kıdemli bir eski politikacıdan geçmişten bir anısını dinlemiştim.
Batı ve Doğu blokları arasındaki ilişkilerin hasmane olduğu Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği ile ilgili konuların konuşulacağı bir uluslararası toplantıya ülkemizden onu davet etmişler.
İzlenim olarak bana şunu aktarmıştı:
“Toplantı sırasında en fazla itibar bana gösterilince sebebini anlamaya çalıştım. Şuydu: Sovyetler Birliği ile en geniş sınıra sahip ittifak üyesiydi Türkiye. Ayrıca Sovyet hâkimiyeti altındaki coğrafyada ihmal edilemeyecek sayıda ortak kültürü paylaştığımız halklar yaşıyordu. Bu özelliklerimiz sayesinde Rusları en iyi bizlerin tanıyacağımızı düşünüyorlardı. Oysa o yıllarda bizde kuzey komşumuzla ilgili bilimsel eserlerin sayısı bir-ikiden ibaretti. En bilgisiz bizlerdik.”
Eski politikacıdan, Ankara’da çok sonraları (1961) faaliyete geçen Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü’nün özellikle Sovyetler Birliği ile Türk Dünyası’nı öğrenme eksikliğini gidermek amacıyla kurulduğunu da öğrenmiştim.
Amacı belli bir enstitümüz var, yıllar boyunca ‘Türk Kültürü’ adıyla bilimsel bir dergi ve çok sayıda eser de yayımladığı halde, uzak-yakın coğrafyamızla ilgili bilgi eksikliğimizin giderildiğini iddia etmek güç.
Türkiye Sovyetler Birliği’nin yıkılışına en hazırlıksız yakalanan ülkelerdendi; buna rağmen çabuk toparlanıldı. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından hemen önce resmi bir ziyaret için Moskova’ya giderken Almatı’ya da uğramış olan (Mart 1991) ve daha sonra iade-i ziyaret için Ankara’ya gelen Nursultan Nazarbayev’i havaalanında bizzat karşılayan (Eylül 1991) Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın yönlendirmesiyle, o yıkıntının altından bağımsızlıklarına kavuşarak çıkan ülkeleri ilk tanıyan Türkiye olmuştu (1991).
Bağımsızlığa kavuşmuş altı ülkeye atanan büyükelçilerimizi görev yerlerine götürüp yerel yöneticilere tanıştırmak amaçlı dönemin dışişleri bakanı Hikmet Çetin’in gezisi (Şubat 1992) Türkiye’nin bağımsızlaşan Orta Asya coğrafyasıyla doğrudan ilk resmi temasıdır.
Geziyi baştan sona izlemek üzere bakan tarafından davet edilmiş gazeteciler arasında ben de vardım.
Her uğranılan yeni cumhuriyette yalnız devleti temsil edenler tarafından olağanüstü sıcak karşılanmıyordu Türkiye’nin dışişleri bakanı, ziyaretten haberdar olan halktan insanlar da yollara dizilmiş, kafileyi sevgi yağmuruna tutuyorlardı.
Kırgızistan’da biri, “Bir zamanlar atlara binip buralardan gitmiştiniz, şimdi uçaklara binip geldiniz, hoş geldiniz” demişti.
Biz o zamanlar, “Gittiğimiz coğrafyadaki ülkelere ‘Türki cumhuriyetler’ mi diyelim, yoksa ‘Türk cumhuriyetleri’ demek mi daha doğru?” sorusuna bile doğru dürüst cevap veremiyorduk.
Aradan yıllar ve yıllar geçti, acaba şimdi o ülkeleri ve insanlarını yeterince tanıyor muyuz?
Kuşkuluyum.
Soru şu: Kazakistan’da meydana gelmekte olan gelişmeleri öngörebildik mi? Şu anda orada olan bitenleri, insanların sokaklara neden taştığını, göğüslerini polisler ve askerlerin kurşunlarına neden siper ettiklerini biliyor muyuz?
Elbette Kazakistan’ın olağanüstü zengin doğal kaynaklara sahip olduğunu biliyoruz.
Bağımsızlığa kavuşma sonrasında, Nazarbayev’in izlediği politik çizgi sonucu yarısı Rusya’ya geri dönse bile, ülkenin hala azımsanmayacak sayıda Rus asıllı vatandaşı bulunduğundan da haberdarız.
Nazarbayev’in, 30 yıldan sonra, daha fazla yıpranmamak için koltuğunu kendiliğinden boşalttığını, ancak kendisi için uygun gördüğü ‘milletin atası’ unvanıyla şahsını ve geniş ailesini korumak için Ulusal Güvenlik Komitesi’nin başkanlığını üstlendiğini de…
Yerine uygun gördüğü Kasım Cömert Kemeloğlu Tokayev’in başı sıkışınca ‘barış gücü’ adı altında Rus askerlerini ülkesine davet edebileceğini öngörenimiz olduğunu ise hiç sanmıyorum.
Toplumda alttan alta kızışan rahatsızlığın, ele geçen ilk fırsatta, yerini terk etmesine rağmen Nazarbayev ailesine ve Tokayev’e had bildirmeye dönüşebileceğini de…
Yeni cumhurbaşkanı Tokayev’in eski Almatı yerine yeni kurulan modern başkent Astana’nın adını Nursultan’a çevirmesi de, temel ihtiyaç maddelerine gelen vahşi zamlar yanında, kızgınlığı arttırmış olabilir.
Sokaklara taşan ve eve dönmeye niyeti olmadığını belli eden kalabalıklar, ülkelerinin zenginliklerinin dar bir kesim tarafından istismar ve suistimal edildiğini haykırıyorlar.
İlk hedefleri Nazarbayev’in heykeli oldu. Yıktılar.
Orta Asya’da istikrar adası görüntüsündeki Kazakistan şimdi halk isyanına sahne oluyor.
Böyle olabileceğini biliyor muyduk?
Hiç sanmam.
Oysa, 2011’de sokaklar yine kızışmış ve yönetim karşıtı gösteriler sırasında 14 kişi orantısız güç kullanan Kazak güvenlik güçleri tarafından öldürülmüştü.
[2011 isyanı sonrasında Nazarbayev ve yönetiminin Batı’da zedelenen imajını tamir etme görevini PR firması olan Tony Blair üstlenmişti. İngiliz gazeteleri o dönem Kazakların Blair’e milyonlarca sterlin ödediğini yazmışlardı. Kraliçe yılbaşında soyluluk unvanları dağıtırken eski başbakan Blair’i de ‘Sir’ yaptı. İngiliz halkı, George W. Bush ile birlikte Irak’a saldıran, ABD’nin Afganistan politikasına da ülkesini bağlayan ve bu yüzden yüzlerce İngiliz gencinin ölümünden sorumlu tutulan Blair’in unvanının geri alınması için imza topluyor. İmza verenlerin sayısı 1 milyona yaklaştı. Nazarbayev’in damadının Kraliyet ailesinden birinin üç yıldır satamadığı malikanesini piyasa değerinin 3 milyon sterlin üstünde bir meblağ ödeyerek satın alması da İngilizlerin ağzında.]
Kazakistan zenginliği sebebiyle Rusya’nın hedefinde. Vladimir Putin halk ayaklanmasını fırsat bilip ‘barış gücü’ kisveli askerlerini halkı sindirmek için gönderirken, orada devamlı askeri güç bulundurmayı amaçladığını düşünmek gerekiyor.
Ukrayna’ya göz koyması sonrasında Kırım’ı ilhakı ve Donbas bölgesini işgali gelmişti.
Belarus’ta halkın yönetimden rahatsızlığı sokaklara taşınca, oradaki diktatör Alexander Lukashenko’yu himayesi altına alarak ülkesinin nüfuz alanını Avrupa’ya doğru genişletti Putin.
Gürcistan’ın bayağı geniş bir bölgesi de -ülkenin yüzde 20’si- Rus askerlerinin işgali altında.
Vaktiyle Sovyet toprağı olan coğrafyaya yeniden dönme niyeti bu ülkelere dönük tavrından belli oluyor Putin’in…
Bu niyeti doğru okuyor ve değerlendirebiliyor muyuz peki?
Kıdemli politikacı dostumun 1950’ler için yıllar önce bana tasvir ettiği cehaleti tam üzerimizden atabildiğimiz söylenemez.
Bir an niyeti doğru okuduğumuzu düşünelim, bu halimizle ne yapabiliriz?