Covid-19 salgınıyla ilgili Türkiye’deki rehavetin ölümcül sonuçları oluyor. Sağlık Bakanlığı’nın kontrolündeki “Hayat Eve Sığar” uygulamasında ülkenin başkenti bile kıpkırmızı. Görüştüğümüz hekimler vaka sayısının ürkütücü boyutta olduğunu, testleme politikasındaki kısıtlamalar nedeniyle insanların saatlerce kuyruklarda beklediğini, semptomsuz temaslıların hastalığı kapıp kapmadıklarını öğrenmelerinin neredeyse imkânsız hale getirildiğini söylüyor.
Testi pozitif çıkıp da evine gönderilenlerin toplu taşıma kullandıkları, kafe-restoran, AVM gibi, tedbir namına sadece ateş ölçerlerin kullanıldığı sosyal ortamlar tıklım tıklım olduğu, ölüm riskinin kol gezdiği bir ortamda risk grubundaki insanların muhafazası çabası hem devlet hem de toplum tarafından bir kenara bırakılmış görünüyor.
Sağlık çalışanları, hekimler, hemşireler, hastane personeli ağır bir fiziksel ve psikolojik yük altında. Sadece geçen hafta 5 hekim hayatını kaybetti. Peki Türkiye’de iş nereye gidiyor? 11 Mart itibariyle nasıl bir yol izlendi? Bundan sonra ne yapmalı? Başından beri süreci en yakından izleyen, sonradan gerçekleşen öngörüleri nedeniyle iktidarın hedefi haline gelen Uludağ Üniversitesi Halk Sağlığı Ana Bilim dalı Öğretim Üyesi ve Türk Tabipleri Birliği Covid-19 İzleme Grubu Üyesi Prof. Dr. Kayıhan Pala’ya bağlanıyoruz…
11 Mart’ta Covid-19 salgınının Türkiye’ye ulaştığına dair resmi açıklamadan itibaren giderek yukarı doğru çekilen grafiğin hangi noktasındayız?
Son birkaç haftalık verilere baktığımızda, Sağlık Bakanlığı’nın açıkladığı verilerle sahada yaşananlar arasında bariz bir uyumsuzluk var. Sadece TTB’ye gelen bilgiler değil, bazı illerde sağlık müdürlerinin veya milletvekillerinin yaptığı açıklamalar da bu uyumsuzluğu teyit ediyor. Örneğin Malatya, Erzurum, Rize valilerinin yaptığı açıklamalar, Sağlık Bakanlığı’nın verileriyle uyuşmayan rakamların olduğunu gösteriyor.
Sağlık Bakanlığı verilerine göre illere göre durum nasıl?
Sağlık Bakanlığı İstanbul dışında il bazlı açıklama yapmıyor. Ama günlük açıklanan rakamlarla demin bahsettiğim çeşitli il valilerinin açıklamaları arasında ciddi farklar var. Ayrıca bakanlık, sahada gözlenen sayıları topluma duyurmadığı için ciddi bir güven bunalımı yaratmış durumda.
TÜRKİYE’DE SALGININ 11 MART’TA DEĞİL, ŞUBAT’TA BAŞLADIĞI ORTAYA ÇIKTI
Başa dönerek devam edelim. 11 Mart’tan bu yana nasıl bir pandemi yönetimi söz konusu?
Bir kere Türkiye ilk vak’ayı geç saptadı. Sağlık Bakanlığı 11 Mart’ta ilk vak’ayı duyurdu ama Covid-19’dan ilk ölüm 15 Mart’ta gerçekleşti. Emekli bir general, 15 Mart’ta hayatını kaybettiğinde, bunun Covid-19 kaynaklı olduğu sonradan kabul edilmek zorunda kalındı. Dünyadaki hastalanmayla ölüm arasındaki sürecin kabaca 20 gün olduğunu bildiğimize göre, Türkiye’de ilk vak’anın 11 Mart’ta değil Şubat’ta başladığı böylece ortaya çıktı.
Peki örneğin TTB, hangi takvime göre epidemiyolojik takvim oluşturdu?
11 Mart’a dayanarak, tepe noktasının 20 Nisan olacağını öngörmüştük. Gerçekten de altı hafta içinde, 20-27 Nisan haftasında salgın tepe noktasına ulaştı. Dolayısıyla salgının ilk haftalarındaki seyri açısından dünyadaki genel seyirle tutarlıydı. Fakat bulaşıcı hastalık salgınlarında beklenti, tepe noktasından bir süre sonra benzer bir seyirle vaka sayısının aşağıya inmesi yönünde. Çin’de örneğin, böyle bir seyir oldu. Fakat Türkiye’de 20 Nisan-Mayıs sonu arası dönemde bir sönümlenme olmadı. Biz zaten 15 Haziran itibariyle salgının hız keseceğini öngörmüştük ve bu öngörü kısmen gerçekleşti. Örneğin 2 Haziran’da vak’a sayısı, 11 Mayıs’taki ilk erken açılmaya rağmen 800’ün altına düştü.
‘NORMALLEŞME’ DEMEMELİ, İNSANLARI REHAVETE SÜRÜKLEMEMELİYDİK
11 Mayıs’ta ne olmuştu?
Mayıs’ın ilk haftasında alınan karar üzerine AVM’ler kullanıma açıldı. Çok büyük kapalı alanlar olan ve salgının yayılımı konusunda en büyük tehlikeyi yaratan ortamlardan AVM’ler açılırken, salgın yayılımının çok daha az olacağı büyük açık alanlar, yani parklar kullanıma kapalıydı. Dolayısıyla tedbirlerle ilgili kararlar, salgının seyrini büyük ölçüde belirledi.
Kısa sürede pandeminin yok olmayacağı açıkken, AVM’lerin, kurumların kapalı kalmasının söz konusu olamayacağı savunusu doğru değil miydi?
Biz zaten pandemi sürdükçe bu mekânlar tamamen kapalı olsun demedik. Elbette yeniden bir açılma karşımıza çıkacaktı. Fakat biz buna hiçbir zaman “normalleşme” dememeli, insanları rehavete sürüklememeliydik. Bu salgının kısa süre içinde ortadan kalkması söz konusu olmadığına göre, apar-topar eskiye, “normale” dönüş de mümkün değil, olmamalı. Bu nedenle “normalleşme” yerine “yeniden açılma” kavramını kullanmamız ve bunun da gerçekleşme koşulları üzerine etraflıca tartışmamız gerektiğini hep söyledik. Bir kere bu konuda Dünya Sağlık Örgütü’nün önerdiği ölçütleri yerine getirmeliydik. TTB olarak Mayıs’taki açılmanın erken olduğunu, Türkiye’de salgının kontrol altına alınmadığını, kapalı alanların, cafe ve restoranların açılmasına ancak belli periyotlar ve kriterler ölçüsünde izin verilmesi gerektiğini, bu sürecin çok sıkı denetlenmeye ihtiyaç duyduğunu söyledik. Ama biliyorsunuz, böyle olmadı.
DERDİNİZ EKONOMİYSE, BUNU DA DÜZGÜN BİR AÇILMAYLA YAPABİLİRDİNİZ
Ekonomik kaygılar nedeniyle mi?
Öyle anlaşılıyor ki, epidemiyolojik ölçütlerle sağlığın ön plana alınması yerine ekonomik kaygılar ön plana çıktı. Fakat ekonomik kaygılarla yapılan açılmanın da bu şekilde olmaması gerekirdi. Yani derdiniz ekonomik kaygılarsa, bunu da düzgün bir açılmayla, sağlıklı bir biçimde yapabilirdiniz. Fakat 1 Haziran’dan itibaren topyekûn bir yeniden açılma oldu. 2 Haziran’da günlük olgu sayısı 800’ün altına düşmüşken, açılmanın etkisiyle 13-14 Haziran itibariyle hem olgu hem de ölüm sayılarında artış oldu. Günlük olgu sayıları böylece binin üzerinde seyretti. Son birkaç haftadır yine benzer bir tabloyla karşı karşıyayız.
1 HAZİRAN SONRASI TAMAMEN BİR REHAVET POLİTİKASIDIR
Üstelik bunlar sadece resmi rakamlar, değil mi?
Tabii, Sağlık Bakanlığı’nın olgu tespiti konusundaki politikasına göre resmi ve doğrulanmış rakamlar bunlar. 1 Haziran sonrası süreç tamamen rehavet politikasıdır. Üniversiteye giriş sınavları, insanlara ödülmüş gibi sunulan tatil kredileri, şehirler arası ulaşım kısıtlamasının kaldırılması, Ayasofya’nın ibadete açılması sırasında 350 binden fazla insanın fiziksel mesafeyi korumadan bir araya gelmesi, Kurban Bayramı’nda insanların topluca bir araya gelmesi gibi birçok şey oldu ve bugüne geldik. Ağustos ayının son haftası itibariyle beklenilenin ve öngörülenin çok üzerinde bir salgın yüküyle, vaka, ağır hasta ve ölüm sayısıyla bu nedenle karşı karşıya kaldık. TTB olarak başından beri Sağlık Bakanlığı’na, bu salgının yükünü anlayabilmek için sadece laboratuvar olarak doğrulanmış değil, epidemiyolojik ve klinik olarak da tanı konmuş, örneğin tomografisinde bulgular olan ama testi pozitif çıkmamış olanları da verilere ekleme çağrısı yaptık. Bakanlık bu konudaki çağrılara hiçbir zaman olumlu yanıt vermedi.
Nisan-Haziran aylarında yapılan değerlendirmeler, Temmuz-Ağustos aylarında vaka sayılarının düşeceği öngörüsüne dayanıyordu. Uzmanlar, salgın konusunda en tehlikeli dönemin sonbahar-kış olduğunu söylüyor. Ağustos ayında bu haldeyken, sonbahar-kış döneminde bizi ne bekliyor?
Salgının yaz mevsimi dolayısıyla azalma seyrine gireceği öngörüleri hiçbir yerde gerçekleşmedi. Brezilya veya Afrika’da tam tersine, artış yaşandı. 15 Ağustos günü, dünya genelinde bu salgından ölümlerin en fazla yaşandığı günlerden biri olarak tarihe geçti.
HASTALIĞIN EN FAZLA OLDUĞU RUSYA’DAN HER GÜN BİNLERCE İNSAN TÜRKİYE’YE GELİYOR
15 Ağustos’ta kaç kişi hayatını kaybetti?
Dünya genelinde 300 bine yakın yeni tanı kondu ve 10 binden fazla insan hayatını kaybetti. Sıcağın ve yaz mevsiminin beklenilen olumlu etkisinin olmadığını gözledik. Üstelik bu yeni bir bilgi de değil. Bizde hava sıcaklığı düşükken, sıcaklığın yüksek derecede olduğu örneğin Brezilya gibi ülkelerde salgının seyri değişmiyordu. O yüzden de başından itibaren hesapları buna göre yapmalıydık. Salgının ilk çıktığı Wuhan’da şu an ciddi bir artış yok. Çin bunu nasıl yapabildi? Sözünü ettiğimiz epidemiyolojik yöntemleri kullanıp, etkili tedbirleri alarak. Şu an hastalığın en fazla olduğu ülkelerden biri Rusya. Ama Türkiye kapılarını açtı ve her gün Rusya’dan binlerce insan tatil için buraya geliyor. Sıcaklık 26 derecenin altına düştüğünde, ilaveten virüsün daha uzun süre hayatta kalma gücü artacak ve daha kolay hasta edebilecek. Üstüne mevsimsel grip, hava yoluyla bulaşan diğer hastalıklar da eklenecek. Maalesef bu seyre baktığımızda, Eylül sonundan itibaren çok daha fazla olgu, çok daha fazla ağır hasta ve ne yazık ki çok daha fazla ölümle karşı karşıya kalma olasılığımız var. Maalesef bunu söylemek zorundayım.
TOPLAM HASTA 200 BİNİN ÜZERİNDEYKEN, BAKANLIĞIN AÇIKLAMASINA GÖRE 20 BİN CİVARINDAYDI
Şu an sağlık çalışanları, hekimler açısından durum nedir?
Bu hafta içinde beş doktorumuzu kaybettik. Hekimler, sağlık çalışanları maske takmadıkları için, tedbir almadıkları için mi hastalığa yakalanıyor, hayır! Sağlık çalışanları açısından tek başına maske takmak yetmiyor. Çalışma koşulları, aile sağlığı merkezleri ve hastanelerdeki düzenlemelerdeki eksiklikler ve vaka yoğunluğu maalesef sağlık çalışanları açısından ölümcül sonuçlar yaratıyor. Sağlık Bakanlığı seroprevalans çalışması üzerinden yaptığımız değerlendirme, Bakanlığın günlük açıkladığı verilere göre hesaplanan aktif hasta sayısının, toplum içerisindeki toplam hasta sayısının ancak onda biri kadar olduğunu ortaya koydu. Sağlık Bakanlığı, geçtiğimiz aylarda 153 bin kişiyi kapsayan bir araştırma yaptı. Henüz tüm ayrıntıları açıklanmayan bu araştırma sonucuna göre, PCR(+) oranı topluma uyarlanırsa Türkiye genelinde 200 binin üzerinde hasta olması gerekiyordu. Fakat toplam hasta sayısı 200 binin üzerindeyken, Bakanlığın günlük olarak açıkladığı toplam hasta sayısından iyileşenler ve hayatını kaybedenler çıkarılarak bulunan aktif hasta sayısı 20 bin civarındaydı.
Yani vaka sayısının açıklananın on katı olduğu tespitiniz Bakanlığın bu araştırmasına mı dayanıyor?
Evet. On kat açıklamasını Bakanlığın biri araştırma sonucu olmak üzere iki ayrı verisini karşılaştırarak hesapladık ve toplumla paylaştık. Bunun yanı sıra, TTB’nin Tabip Odası ağlarından, uzmanlık derneklerden, valiliklerden, il sağlık müdürlüklerinden, bazı belediye başkanlarından edindiği bilgiler üzerinden de teyit ettiği bir tablo bu. Bildiğiniz gibi, bir milletvekilinin açıklamasına göre önceki gün Malatya’da günde 28 kişi hayatını kaybederken, ülke geneli için Sağlık Bakanı tarafından açıklanan ölüm sayısı 18’di.
Önceki gün Ankara’daki bir devlet hastanesinde çalışan hekimlerden biriyle konuştuk. Kendisi göz hekimi ama artık Covid-19 hastalarına da bakıyor. Günde kendilerine ortalama 600 kişinin başvurduğunu, bunların yarıdan azına test yaptıklarını ve buna rağmen günde ortalama 200-230 hasta tespit ettiklerini söyledi.
Ben de ilave yapayım: Sosyal medyada yer alan iddialara göre İzmir’de 441, Diyarbakır’da 602, Ankara’da bine yakın vakanın olduğu gün, Bakanlık 1200 vaka açıkladı. Ayrıca test politikası halen büyük bir eksikliği barındırıyor. Temaslılar hastalık bulgusu göstermeden test yapılmıyor. Dolayısıyla açıklanan verilerle gerçek olgular arasında çok ciddi bir makas olduğu açık.
BİLİM KURULU VAR MI, YOK MU, NE YAPIYOR, BELLİ DEĞİL!
Genel yaklaşıma bakıldığında iktidar nasıl bir pandemi politikası güdüyor? İlk başlarda çok büyük tepki çeken, tedbir almama “yöntemi” olarak İngiltere yaklaşımına mı geçtik?
İngiltere’nin çok kısa sürede bu yaklaşımı terk ettiğini biliyoruz. Fakat İsveç bu yaklaşımdan vazgeçmedi. O yüzden Norveç, Danimarka, Finlandiya gibi kendisine çok benzer ülkelerle karşılaştırıldığında, ölüm sayılarının 3-4 kat daha fazla olduğunu görüyoruz. Türkiye ise ilk başlarda sanki bir pandemi yönetimi yapıyormuş gibi göründü. Fakat artık Sağlık Bakanı eskisi gibi gazetecilerin sorularına cevap vereceği uzun basın toplantıları bile yapmıyor. Salgın konusu ikincil, üçüncül bir konu haline getirilerek toplum başka gündemlere yöneltiliyor. Yine ilk başlarda çok öne çıkan Sağlık Bakanlığı Bilim Kurulu bugün var mı, yok mu, ne yapıyor, belli değil! Bilim Kurulu üyelerinin, pandemiyle ilgili gelinen noktayı nasıl değerlendirdiklerini açıklamaları gerekiyor. Nasıl bir gidişat öngörüyorlar? İktidara ne öneriyorlar, önerileri dikkate alınıyor mu, hangi önerileri kabul edildi, hangileri reddedildi? Bırakın tüm bunları, Bilim Kurulu’nun hâlâ olup olmadığı bile belli değil.
İŞİN KONTROLDEN ÇIKTIĞINI SÖYLEMEK İÇİN ÖNCE KONTROL ALTINA ALINMIŞ OLMASI GEREKİRDİ
Sizce Türkiye’de iş kontrolden çıktı mı?
İnsanların erken ölümüne, sağlık kuruluşlarının tıkanmasına yol açan ciddi bir süreç yaşıyoruz. İşin kontrolden çıktığını söylemeniz için, daha önce kontrol altına alınmış olması gerekiyordu. Bizde öyle bir süreç hiç yaşanmadı. Geçtiğimiz günlerde kamu personelinin çalışma koşullarıyla ilgili salgının başlarında olduğu gibi bir düzenleme yapıldı. Aynı düzenlemeyi özel sektör çalışanları için yapmıyorsanız, bu olmaz. Salgınla mücadelede samimi isek, yapmamız gerekenler çok belli. Bunları birçok kez söyledik ve yazdık. İlk olarak hastalığı bulaştırmamak için uğraş vereceksiniz, temaslıları çok iyi şekilde karantinada tutacaksınız ve bulaşı engellemek için alabileceğiniz tüm kamusal önlemleri alıp, toplumun da önlemlerinize uymasını sağlayacaksınız. Oysa dediğim gibi, örneğin ucuz tatil kredileri verilerek insanlara hayat doğal akışında devam ediyor mesajı verildi. Tedbirler basamaklandırma olmaksızın birden bire kontrolsüz biçimde kaldırıldı. Ne kamu sorumluluğu yerine getirildi ne de toplumun tedbirlere yönlendirilmesi söz konusu oldu. Haziran ayının ilk haftasından itibaren sürecin kontrol altına alınması gayreti ortaya konmadı.
OKULLARIN MEVCUT KOŞULLARDA AÇILMASI FECİ SONUÇLAR YARATABİLİR
Okulların açılması herhalde bu konudaki en kritik uygulamalardan biri olacak. Sizin bu konudaki görüşünüz nedir?
Yüz yüze eğitimin yerini hiçbir şey tutamaz. Okulların açılabilmesi için salgının kontrol altına alınması başta olmak üzere, gerekli koşullar sağlanmalıdır. Bu konuda karar verirken eğitim sistemindeki özel-kamu okulları ve bölgesel eşitsizlikleri derinleştirmeyecek kararlar alınmalı. Okullar, salgın kontrol altına alınarak açılmalı. Aksi halde 18 milyon öğrenci, bunların velileri, öğretmenler, eğitim çalışanları, servis çalışanları ve toplum açısından ciddi bir risk oluşur. Çocukların kolay hasta olmamasına güvenerek, ciddi tedbirler alınmadan, örneğin şu anki koşullarda okulların açılması feci sonuçlar yaratabilir.
Ciddi tedbirlerden kastınız nedir?
TTB olarak bu konuda çok kapsamlı bir çalışmayı toplumla paylaştık. İlk olarak hastalığın görülme sıklığının azalması… Örneğin günlük yeni olgu sayısının 100 binde 1’in altına düşmesi veya 14 günde yapılan toplam test sayısı içerisinde pozitif oranının yüzde 7’nin altına düşmesi, koşullardan bir tanesi.
GÜNEYDOĞU’DA HASTALIĞIN GÖRÜLME SIKLIĞI BATI MARMARA’YA GÖRE 10-17 KAT DAHA FAZLA
Bizde şu anda her 100 binde kaç kişi hasta?
Sadece bakanlığın açıklamalarına göre bile bu oran son durum raporunda haftada 100 binde 10’un üzerinde! Bu tabii bölgesel farklılıklar gösteriyor. Örneğin Güneydoğu’da hastalığın görülme sıklığı Batı Marmara’ya göre 10 ila 17 kat daha fazla. Dolayısıyla okulların açılması konusunda merkezi bir karar aldığınızda, bölgesel farklılıkları da dikkate almanız gerekiyor. Okulları açıp da sorun yaşamayan ülkelerden biri olan Hollanda’da salgının kontrol altına alınmış olmasıyla birlikte, çocuklar ve eğitim emekçileri arasında risk değerlendirmesi yaptıklarını görüyoruz. Yüksek riskli çocuklar ve eğitim emekçileri veya evlerinde risk grubundan insanlar olan çocuklar için ayrı düzenleme yapmışlar. Bu gruptakiler diğerleriyle birlikte okula hemen başlamıyorlar. Üstelik Hollanda’da sınıf başına düşen öğrenci sayısı, bizdekine kıyasla çok az. Keza orada çocuklar evlerine yakın okullara, çoğunlukla bisikletle veya yürüyerek gidiyor. Bizde ise okullar arasındaki eşitsizlikler nedeniyle toplu ulaşım, servis yöntemi çok yaygın. Sağlık Bakanlığı, bir okul binası içinde 4 metrekareye bir kişi düşecek şekilde düzenleme yapılacağını söylese de, biz her derslikte bir öğrenciye en az 4 metrekare alan düşecek şekilde düzenleme yapılmasını öneriyoruz.
KAMU OKULLARINDAKİ ÖĞRENCİ SAYILARININ YARI YARIYA DÜŞMESİ GEREKİYOR
Eğitim-Sen’le yaptığınız çalışmada nasıl bir sonuç çıktı ortaya?
Eğitim-Sen’le yaptığımız değerlendirmede, kamu okullarındaki sınıfların ortalama büyüklükleri düşünüldüğünde bir sınıftaki öğrenci sayısının 16-17’yi geçmemesi gerektiği sonucuna ulaştık. Bu da kamu okullarında öğrenci sayılarının yarı yarıya düşmesi gerektiğini gösteriyor. Ayrıca okul servislerinin de güçlük oluşturacağını aklımızdan çıkarmamamız lazım.
Bu durumda 21 Eylül kararının da çok erken olduğu söylenebilir mi?
Bugünden baktığımızda 21 Eylül’e 3 haftadan uzun bir zaman var. Eğer on gün içinde olgu sayılarında çok ciddi düşme olmazsa, 21 Eylül tarihi de tartışmalı olacaktır.
Ankara’da çalışan hekim, hem Covid-19 hastalarıyla hem de diğer hastalarla aynı gün içinde ilgilenmek zorunda olduklarını söylüyordu. Bu, sağlık çalışanları üzerinden de hastalara virüsün bulaşma tehlikesi olduğunu gösteriyor. Görüştüğümüz hekimin aktardıkları istisnai mi?
Bu da Sağlık Bakanlığı’nın süreci iyi yönetememesiyle ilgili çok yaygın bir sorun. Daha baştan, tüm kamu hastanelerini pandemi hastanesi yapmak yerine, yereldeki duruma, ihtiyaca göre bu uygulamaya geçilebilirdi.
UZMANLARA GÖRE AŞI ÇIKMAZSA, SALGIN 2022 BAHARINA KADAR SÜRER
Neden böyle yapılmadı?
Sağlık Bakanlığı’nın bir salgın hastalıkla mücadele konusunda yeterli birikimi ve deneyimi yok. Yeterli deneyim ve birikimi olan halk sağlığı uzmanlarının Sağlık Bakanlığı’nda yönetici olarak görevlendirilmemiş olması da bu sorunu derinleştiriyor. Bugün pratisyen hekimden tutun da aklınıza gelmeyecek değişik uzmanlık alanlarından çok sayıda sağlık müdürü var ama bir tane bile halk sağlığı uzmanı il sağlık müdürü yok! Oysa en azından şube müdürlerinin halk sağlığı uzmanı olması gerekirdi ki, pandemi sürecinde etkili bir birikim kullanılabilsin. Bütün bu sorunlar, makro politikalar açısından da aynen geçerli. Örneğin Hıfzıssıhha Enstitüsü kapatılarak, Türkiye, bir salgın hastalıkla nasıl mücadele edileceği bilinmez hale getirilmiştir. Pandemi sürecinde yapılan bütün işlemler 1930 yılında çıkarılmış 1493 sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanunu’na göre yürütülüyor. Cumhuriyetin kadroları ilk yıllarda bulaşıcı hastalıklarla mücadele için çok ciddi bir deneyim kazandılar ve çok güzel bir mevzuat hazırladılar. Sıtmanın Türkiye’den yok edilmesi, veremin etkisinin epeyce bir azaltılması, trahomun azaltılması, vs. bu dönemin yaklaşımlarının ürünüdür. Ama son 10-15 yılda bu yaklaşımın çok fazla benimsenmediğini görüyoruz. Hatta bazı ulusal toplantılarda, çok ciddi bir bulaşıcı hastalığa karşı bir eylem planımız olmadığını söylediğimizde, bizi dünyanın nereye gittiğini öngörmemekle suçlayan, salgın hastalıkların geçmişte kaldığını söyleyebilen yöneticilerle karşılaşıyorduk. Şu anda da salgın yönetimi bu açıdan büyük zafiyet gösteriyor.