28. 09. 2018 Cuma
Milletlerin ve toplumların ruhunu belirleyen öz kavramlarıdır. Bunlar kendi konumlarını belirlerken, eğer güçlü iseler etkileri de ona göre olur.
Devletlerin tanımlamaları da buna göre olur. Güçlü olan devletler kendi dilleriyle etkili ve belirleyici olurlar. Edilgin olanlar ise etki altında olduklarından kendi başlarına belirleyici olamazlar.
Kapitalist sistemin kendine ait kurgusu etkili ve belirleyici. Dünyanın egemeni olduğundan söz sahibi. Müslümanların bu çark içinde kendi başına olmaları düşünülemez. Hemen hemen bütün varlıkları onlara bağlı. Kuşatılmışlık iyice belirgin. O kadar ki çok uluslu diye tanımlanan kuruluşlar ülkelerin ana damarlarını ellerinde tutuyorlar. İstedikleri gibi de yönlendiriyorlar. Kendi başlarına olmalarına da fırsat vermiyorlar.
Çok uluslu kurumlar orta sınıfı, yani esnafı tamamen devre dışı bıraktı. Çarşı kültürünü öldürdü. Işıltılı, reklâma dayalı, görkemli yapılar çekim alanı olurken insanlar, yani köle müşteriler aşırı bir bağımlılık ile geleceklerini dahi ipotek ediyorlar. Cebinde paraları yoksa kredi kartları bulunuyor. Parası varmış yokmuş hiç de önemli değil. Nasılsa kendisini ipotek edecek bir bağ bulunuyor. Bu, öylesine göz karartıcı ve kamaştırıcı ki, kişinin kendini kontrol etmesi bile düşünülemez.
Hayata gözlerini açanlar belli başlı kimi olgular ile yüzleşirler: ?Marka?. Bu o kadar etkili oluyor ki insanlar marka nesneler karşısındaki acziyetleriyle küçüldükçe küçülüyorlar. Yenik düşüyorlar. İnsanın sınırlarını zorlayan bu durum en olmadık şeylere doğru sürüklüyor.
Marka dedik, hayata böyle bakılınca uluslararasındaki rekabetlerde belirleyici bir vurgu.
Müslümanların durumu farklı olması gerekirken kendi ruhlarından doğma kavramlar ile hayata baksalar durum çok daha farklı olacak. Müslümanlar güçlü olmak zorunda. Kendi kurumlarını oluştururken ruhlarına uygun olanı hayata geçirmelidirler.
Tanzimat´tan beri yaşanan küçümserlik duygusu ile Batı ile gösterişte bir yarışa girdiler. Güçlerini yapı markalarıyla ortaya koymaya çabaladılar. Gereksiz borçlanmalar ve ağır yükler varılan sona doğru sürükledi. Bu dün için geçerli idiyse bugün için de geçerlidir. Aslolan asıl gereksinimlerin karşılanmasıdır.
Marka diye diye borçlanarak ve gelecekler ipotek edilerek bir yere varılamaz. Sadece bağımlı bir durum oluşur. Görkemli binalar veya yapılar güçlü bir saltanat görüntüsü verir sadece. Bununla kalsa iyi, hem devlet hem de bireyler gurur ve kibir tuzağına düşerler. Bunun sonu da olmuyor. Bu kurumlar sadelikten çıkınca aşırılıklar ile tüketimin en son haddine kadar varırlar.
Marka diyerek aşırılıklar hayata iyice egemen olur. Bu sadece devlet ile sınırlı kalmıyor. Bireyleri de etkiliyor ve bağlıyor. Bireylerin gardıropları dolup taşıyor ve orası âdeta bir yığına dönüşüyor. Nesneler, yani giysiler ve kullanılan eşya bir yere kadar kullanılıyor sonra da terk ediliyor. Bir günü bir diğer güne benzemiyor. Bu aşırılık bir hırsa dönüşüyor. Doyumsuzluk ve ruh açlığına neden oluyor.
Milletlerin veya devletlerin rekabeti adalette olmalı. Müslümanlar açısında bu temel bir kural. Bütün milletler için de gerekli. Ancak kapitalizmde adalet aramak beklenmemeli. Çünkü adaletsizlik ve haksızlık üzerine kurulu. Sistemin kendisi öyle. Kapitalizm kendi kurallarını da oluşturuyor. Sömürü ve reklâmın, yanılsatıcılığın egemen olduğu bir sistemde asla adalet aranmaz, aranmamalı.
Müslüman toplumlar onların kavramlarıyla var olmaya, onlarla bir rekabete giriştiklerinde bütün değerleriyle bir yere varamazlar. Kendi yapılarını onlara göre oluşturmak ve bunların birer marka olduğu iddia ne kadar da absürt. Dünya milletlerini iliklerine kadar sömüren üzerine devasa kurumlarıyla çöreklenenler ile neyin rekabeti olur. Biliyoruz ki onların bir tek kuruluşunun değeri bir ülkenin bütün değerlerinin üzerindedir. Görkemli saraylar ve kimi kurumlar sadece göz yanıltıcı olur. Müslümanların hangi markası bu anlamda söz konusu olabilir?