?Yemen´deki savaş İslam dünyasındaki liderliğimize zarar veriyor? demiş, Kaşıkçı.
İşte bu Cemal Kaşıkçı, 2 Ekim 2018 tarihinde feci bir cinayetle öldürüldü.
Suud sarayındaki, saray entrikalarından biri gibi görünüyor aslında. Ailelerin birbirlerine, hatta yeğenin amcaya, yeğenlerin birbirlerine saray darbeleri yaptığı bir düzen işliyor krallıklarda.
Gerçekte, Kaşıkçı da bir saray entrikası sonucu mu hayatından oldu? Peki mesele bu kadar basit ise, neden ortalık ayağa kalktı?
İki sebebi var.
Birincisi; Suud kraliyet aileleri, hem ülke yönetimi konusunda, hem de uluslararası ilişkilerde, farklı görüşlere ve farklı ilişkilere sahipler. Aileler farklı düşünüyorlar.
İkincisi ise; Suudi Arabistan´ın kendine biçtiği uluslararası rolün, etrafındaki pek çok ülkeyi ve Arap alemini yakından ilgilendiriyor olması.
İşte bu iki neden, saray içi bir entrika görüntüsü veren Kaşıkçı cinayetini, uluslararası bir boyuta çıkarıyor.
Peki, biz gelelim bu cinayetin Türkiye ile ilişkisine.
Türkiye istihbaratı bu cinayeti adım adım takip etti ve cinayetin ses kayıtlarını dahi elde etti. Ancak cinayeti önlemedi. Sanki cinayet sonrası yapacaklarına odaklanmıştı, Türkiye.
Türkiye, cinayetin Suud prensi Salman´ın direktifleri ile işlendiği ve ailenin cezalandırılması gerektiği yönünde müthiş bir uluslararası çabanın içine girdi. Konunun BM´ye gitmesini sağladı.
Türkiye için hedef, mevcut Suud yönetimi ve özellikle de prens Salman idi, sanki. Adeta onu devirmeyi kafaya koymuştu.
BM Yargısız ve Keyfi İnfazlar birimi konuyu araştırdı ve raporunu yayınladı. Suud yönetiminin cinayette kesin sorumluluğu olduğunu, Prens Salman´ın emir verdiğine dair bir delil olmamakla birlikte, yönetiminin cinayeti durdurma imkanı varken, bu cinayeti durdurmayarak, cinayetten sorumlu konumda olduğunu belirledi ve daha ileri soruşturma talep etti.
İşte bu BM raporu, Türkiye´yi yeniden harekete geçirdi ve Salman´ın rolü konusunda daha ileri bir araştırma-soruşturma yaptırabilmenin çabasına yöneltti.
Bizim konumuz cinayet değil, cinayetin ardındaki uluslararası çekişme. İşte çekişmenin ipuçları:
Suudi Arabistan´ın iki ana endişesi vardır. Birincisi: İran´ın; Suudi Arabistan ve bölgedeki Şii nüfusu harekete geçirerek, tıpkı Yemen´de olduğu gibi, Suudi Arabistan´da yönetim değişikliği veya Suudi Arabistan´ın parçalanması ile sonuçlanacak bir girişiminin olması.
İkincisi ise; Sünni İslam anlayışının, özelde Müslüman Kardeşlerin, Suud devlet ideolojisi olan Vahabiliği ve Vahabi yönetimi ortadan kaldırması.
İşte Suudiler, hem İran konusunda, hem de Müslüman Kardeşler konusunda, son derece temkinlidirler. Yönetimdeki kraliyet ailesinin tavrına göre bazen bu iki tehdit konusunda, konjonktürel yumuşamalar olabilir.
Vahabilik, Suudi Arabistan´ın devlet mezhebi. Vahabiler siyasetle ilgilenmeyi doğru bulmazlar, o iş devletindir. Mısır halk hareketinde de görüldü bu özellikleri ve Vahabiler Müslüman Kardeşleri siyasete ve devlet yönetmeye heveslerinden dolayı eleştirdiler. Müslüman Kardeşler ise devlet yönetmeye ve başka devletlerde yönetim belirlemeye taliptirler. Bu nedenle ?siyasal İslamcı? olarak da tanımlanırlar. İki görüş arasında adeta ?kan uyuşmazlığı? vardır, denebilir.
Mısır´da Arap milliyetçiliği rüzgarı ile yükselen Nasır´ın döneminde, Müslüman Kardeşler zararlı bulundu ve bir darbe ile terörist olarak tanımlanarak, Mısır´dan çıkmaları sağlandı. Mısır´ın Arap dünyasında liderliğe yükselişini dengelemek için, Suudi Arabistan Müslüman Kardeşleri ülkesine kabul etti. Müslüman Kardeşler Suud toplumunu etkiledi ve Vahabi entelektüeli adeta aşılayarak, ?Suudi Sahwa? hareketinin oluşmasına, siyaset ve dünya Müslümanlarının meseleleri ile ilgilenmeyi önemseyen ?yarı Vahabi? bir Sünni hareket oluşmasına neden oldular.
İşte; Taliban ? El Kaide, bu Sahwa hareketinin ortaya koyduğu melez bir anlayışın sonucu olarak, dünya sahnesinde ortaya çıktı. Afganistan-Çeçenistan-Bosna-Kosova savaşlarında gördüğümüz savaşçı gruplar, bu anlayışın ürünleriydi.
Suudi Arabistan yönetimindeki ailenin bu ekibe olumlu baktığı dönemlerde, söz konusu Taliban-El kaide-Sahwa gibi gruplar ve onların operasyonları devletçe desteklendi. Ancak tehlikenin Suudi ülkesi içine de yönelebileceği görüldüğünde, bu yapılar illegal ilan edildi.
Kaşıkçı, Suudların işte bu ayrışma sürecinde, ?öbür tarafta? kaldı, yani Taliban-El Kaide-Sahwa-Müslüman Kardeşler cenahında kaldı. Suudi devleti ise, zararsız siyasete bulaşmayan Vahabilik anlayışına geri dönmüştü.
Arap baharı ile, Müslüman Kardeşlerin, başta Mısır olmak üzere birçok ülkede, iktidara yürümesi, Suriye-Yemen gibi alanlarda silahlı gruplar olarak da ortaya çıkması, Suudileri daha da temkinli olmaya itti. Artık ?krallıklar bu tehlikeye karşı ayaktaydı?.
Müslüman Kardeşlere ve onun operasyonlarına ise Türkiye ve Katar sahip çıktı. Müslüman Kardeşlerin, bütün operasyonlarının arkasında ve elbette bütün coğrafyalarda, bu iki ülke bulunuyordu, Balkanlar dahil.
İşte kader, Kaşıkçı´yı bu iki grup ülkenin arasında bir yere koyuvermişti. Kaşıkçı sırlara sahipti ve susturulmalıydı.
Cinayet kaçınılmazdı. Cinayetten istifade etmek ve rakibi tuşa getirmek de.
Suud yönetimi cinayet nedeniyle çok zor duruma düştü. Ancak pazar hükmünü sürdü, pazarlıklar yapıldı. Suudlular; Trump´a milyarlarca dolarlık silah alım siparişleri verdi, İsrail ile stratejik işbirliği anlaşmasını yaptı, Filistin meselesinin İsrail için en iyi şartlarda çözümlenmesi için, İsrail´in yanında konumlandı, ?Trump´ın İran seferi? için ön cephede görev aldı.
Türkiye´nin elinde ne mi kaldı? Bir cinayete tanık olmak.
Peki stratejik bir sonuç? Nerede o stratejik akıl?
Türkiye´nin yanına; Suudi Arabistan´la düşmanlık ve Suudilerle Suriye´de sınırdaş olmak kaldı.