KARAKTER AŞINMASI VE GÖZÜN VİCDANI

Mustafa ÖZTÜRK ANALİZ ETTİ...

KARAKTER AŞINMASI VE GÖZÜN VİCDANI

Son günlerde, bir arkadaşın tavsiyesiyle, Amerikalı sosyolog Richard Sennett’in “Karakter Aşınması”, “Gözün Vicdanı”, “Saygı”, “Otorite”, “Kamusal İnsanın Çöküşü”, “Yeni Kapitalizmin Kültürü” gibi kitaplarına merak saldım ve ilk olarak bu yazıya başlık yaptığım “Karakter Aşınması” (The Corrosion of Character) adlı kitabı okumaya başladım. Sayfalar ilerledikçe, bunca zaman Sennett’i ıskalamış olmaktan dolayı hayıflandım. Zygmunt Bauman’ı etkilediği bilinen ve genel düşünce dünyasına dair ön araştırma yaparken, “beşerî bilimlerle uğraşan bir akademisyenin farklı alanlara yönelik ilgi ve meraklara sahip bir entelektüel olması gerekir”, “nitelikli bir akademisyen edebiyat metinlerinde karşılaştığımız türde bir yetkinlik ve derinlikle meramını ifade etme becerisine sahip olmalı” gibi tavsiyelerine de denk geldiğim Sennett, özellikle modern toplum yapısının oluşumuna ilişkin tahlilleri ve modern kent yaşamındaki insan psikolojine dair tespitler ve teşhisleri itibariyle mutlaka okunması gereken cins kafalı bir düşünür…

***

Her ne kadar şimdiki zamanda kıymetleri bilinmeyip muhtemelen bu dünyadan göçüp gittikten sonra “badem gözlü” oldukları fark edilecek olsa dahi bizim topraklarımızda da cins kafalı ilim-fikir adamları var… Şükürler olsun ki sayıca az da olsa, var… Mesela, değerli dost Prof. Dr. Ahmet Çiğdem Hoca var… Sennett’in “Karakter Aşınması” adlı kitabını okurken Çiğdem Hoca’nın 5 Şubat 2020 tarihinde yayımlanan “Yol Yakın Değil, Vakit de Yok” (https://www.perspektif.online/tr/toplum) başlıklı yazısıyla karşılaştım. Her ne kadar konu ve muhteva itibariyle örtüşür mahiyette olmasa da Sennett’in anılan iki kitabına koyduğu isim ile Çiğdem Hoca’nın yazıda irdelediği mesele zihnimde birbirine selam çaktı. Hâl böyle olunca, yazının başlığını Sennett’in iki kitabından, aşağıdaki analizleri de Çiğdem Hoca’nın taze yazısından aldım…

Çiğdem Hoca der ki Türkiye toplumunun yaşadığı mevcut krizi anlamak ve karşılamak üzere yapılabilecek iyi şeylerden birisi de modern Türkiye’nin politik ve sosyal tecrübelerinin tabiatına yönelik bir kavrama çabası olacaktır. Bu çaba bize, bırakın uzun bir tarihsel sürecin ortaya çıkardığı kurum ve değerleri, şu hızla geçen son yıllarda bile bu toplumun diğer bütün toplumlar gibi gösterdiğinden daha fazla bir enerji ve tahayyüle sahip olduğunu, çoğunlukla siyasal seçkinlerin temsil iddiaları ve beklentilerinin ötesinde ve muhtemelen üzerinde bir politik performans sergilediğini bir kere daha kanıtlayacak ve ideolojik obsesyona mahkûm edilmediğinde, insanların, sözgelimi, 27 Nisan’da ordu azarlamasına, Gezi’de polis baskısına, 15 Temmuz’da askerî darbe girişimine karşı nasıl ayakta durduğunu hatırlatacaktır…

***

Neyin olmayacağını görmek ve tecrübe etmek, bir toplum için neyin işlediğini görmek ve bunun yarattığı vasatiliğe teslim olmaktan daha faydalıdır. Görüldü ki toplumu, devlet eliyle, genellikle de cari toplumsal talep inkâr edilerek, belli bir istikamette dönüştürmeye çalışmak, bu amacın sahibi muhafazakâr dindarlar bakımından da kabul edilmez sonuçlara yol açacaktır. Burada sadece, toplumun, özellikle yoksulların, zorunlu bir dindarlaşmaya maruz bırakılmasının ve bunun kamusal kaynaklarca finanse edilmesinin dayanılmaz basitliğinden değil, bütün hayatın, en ince ayrıntısına kadar belli bir çizginin içerisinde ya da duruma bağlı olarak dışarısında mobilize edilmeye çalışıldığı faydasız bir teşebbüsten söz ediyoruz. Fobyakrosiye dayanarak farklılıkları eritmeye çalışmanın, toplumun farklılıklara duyarsız kılınmasının bedelinin, günü geldiğinde ki gelecektir, gelmiştir, bizzat siyasal ve toplumsal iktidarın yanında yöresinde kümelenmiş ve fakat iktidarla aynı obezite düzeyine ulaşmamış yahut bu türden bir ortaklığı reddetmiş grupların, toplulukların sorunlarına da duyarsız kalınmakla ödeneceği de görüldü. “Elleriyle yükselttiği yapılarda kendilerine yer bulamayanlar” yahut bu yapıların altında kalanlar, yükselen bu yapıların kimlerin canı pahasına yükseldiğini asla sormadıklarından, bugün sözcüsü olmaya soyundukları kesimlerin adını bile telaffuz edemez duruma gelmişlerse, bu sadece yanlış siyasal bir tutuma değil, bütünüyle yanlış bir gelecek perspektifine de işaret eder.

Şuradan başlayabiliriz: Sahip olduğumuz etnik, dinsel, sınıfsal, konumsal nitelikler her neyse, onlara dayanarak bir ayrıcalık ve öncelik talebine müracaat etmeden önce, bu niteliklerin başkalarının hayat hakkına engel olup olmadığına, bu niteliklerle başkalarının baskı altına alınıp alınmadığına ve daha da önemlisi daha evrensel bir politik bilincin oluşmasına katkıda bulunup bulunmadığına bakmak gerekir. Sömürünün, adaletsizliğin ve açlık korkusunun olmadığı bir dünyaya duyulan inancın sağladığı ortaklığın, diğer bütün ortaklıklardan önce gelmesi gerektiğine inanmaya başladığımızda, gerçekten inanılması gereken bir şeye inanıyor oluruz. Ancak bundan sonra ne yapılabileceğine bakılabilir; eğer yapılabilecek bir şey kaldıysa ki çoğu zaman fırsat zaten kaçmış, imkânlar tükenmiş ve kapı kapanmıştır. Eğer bugünden söz ediyorsak, bilmeliyiz ki yol artık yakın sayılmaz, vakit de sanıldığı kadar bol değildir…