Vahap Coşkun yazdı;
Babası bir asker olan Kazım Karabekir, hem çocukluğunu hem de meslek hayatının önemli bir kısmını Kürdistan’da geçirir. Kendi ifadesiyle “Kürt mıntıkasını” iyi bilir; bölgenin coğrafyasını ve aşiretlerini tanır, önde gelen aktörlerini ve hadiselerini yakından takip eder. Gerek askerliğinde gerek siyasetçiliğinde Kürdistan’a dair raporlar yazar, dönemin yetkililerini sürekli olarak uyarır.
Damadı Prof. Dr. Kazım Özerengin’in onbir yıllık bir çabayla yayına hazırladığı “Kürt Meselesi”* adlı kitap, Karabekir bu konuyla alakalı belgelerini, telgraflarını, raporlarını, istihbarat bilgilerini, Meclis’teki konuşmalarını ve devrin kudretli isimleriyle şahsi görüşmelerini içeriyor. Kitaptaki dokümanlar, Karabekir’in hem Kürt meselesine genel yaklaşımının hem de Şeyh Said, Musul ve Dersim gibi bazı mühim olaylara bakışının sarih bir biçimde anlaşılmasını sağlıyor.
“Kürdistan: Derebeylerin hükümdar olduğu bir mıntıka” 59
Karabekir, farklı tarihlerde yazdığı raporlarda Kürdistan coğrafyası ve Kürtler hakkında birtakım tespitlerde bulunur. Kürdistan’ı feodal ilişkilerin hüküm sürdüğü bir alan olarak tanımlar: “Kürdistan denildiği zaman derebeylerin hükümran olduğu bir mıntıkayı hatırlamamak kabil değildir.” (s. 59) Kürt aşiret reislerini Avrupa şövalyelerine benzetir, aşiretlerinin mensuplarını hem baskıcı bir güç hem de yönetim mahareti ile idare etmesini bilen bu şahıslar hakkında menfi düşünceler taşır:
“Kendilerine iltica edenleri ölmedikçe vermezler. Soygunculuğu, talancılığı çok severler. Hırsızlık, talancılık yapanlar aşiret reisleri için mazhar-ı rağbet olurlar. Kanundan, nizamdan tevahhuş ederler (korkarlar, ürkerler). Ruhen merbutiyet hissetmedikleri hükümet memurlarını geçici bir bela gibi telakki ederler. Hükümet memurlarına karşı daima riyakârane Şahsen cesur oldukları halde cesaret-i medeniyeleri yoktur. Hemen ayrılabilir ve kolaylıkla ayartılabilirler. Çok hilekâr ve yalancıdırlar. Kendilerine fenalık yapması muhtemel ve kendilerinden kuvvetli olanlardan korkarlar. Bunlara tabasbus ederler (yaltaklanırlar). Düşmanın zayıf zamanlarından istifade etmeyi bilirler. Ve bu anı takdir edecek kabiliyettedirler. Umumiyetle askerden çok korkarlar.” (s. 49)
Aşiretler sürekli bir rekabet halindedir ve birbirlerinin kuyularını kazmaya çabalarlar. Salt aşiretler arasında değil, aşiretlerinin kendi içlerinde bile bitmeyen bir iktidar mücadelesi vardır. Şahsi kudret ve menfaat, aile bağlarından bile önceliklidir. Yerine geçebilmek için kardeş kardeşi vurmaktan kaçınmaz:
“Muş’ta bazı aşiretlerde üste bir şey alınmak şartıyla kadınlar mübadele edilir. Biraderler, amcazadeler hemen kâmilen birbirlerine düşmandır. Aşiret reisleri, biri diğerini çekemez. Birisinin hükümet tarafından fazla itibar ve mevkie mazhar edilmesi diğerlerini gücendirir. Reisler kâmilen birbirlerine düşmandır.” (s. 67)
“Kürdistan’da yol yoktur”
Kürt halkına gelince; onlar mazileriyle iftihar ederler. Çok sayıda Kürt, on-onbeş atalarını bir nefeste sayabilir. Genellikle, bir ağa için çalıştıklarından, fakirdirler. Yemeye içmeye pek dikkat etmezler. Ata bakmasını bilmezler. Silaha çok değer verirler. Köyden şehre geldiklerinde kendilerine güvenmezler.
Gündelik hayatta yükün ağırını kadınlar çeker. Hayvanlara bakar, mahsulü alır, tezek yapar, çayır biçer, harman döğer, sepet örerler. Erkek meclisinde bulunmazlar ama düğünlerde kadınlar ve erkekler karşılıklı oynarlar. Kadın ya da erkek evlerine gelen kim olursa, onlarla birlikte otururlar.
“Kadınlarda tesettür yoktur. Üç etek entari ve birkaçını birbirinin üzerine giyer, başlarına altınlı fes kor, burunlarının yan tarafında açılmış bir deliğe ‘hızma ‘ denilen gümüşten kabartmalı, boncuklu bir şey takarlar. İri ve uzun küpeler, camdan ve madenden müteaddit bilezikler kullanırlar. Çarşıya, umumi mahallere, işe giderken yaşmaklanırlar.” (s. 68)
Kürdistan hep ihmal edilmiştir. Kürdistan’da ne yol ne ziraat ne de sanayi vardır. Halk fakirdir, tembeldir ve kolayına geldiği için de hırsızlığa eğilimlidir. Devletin ve özelikle de adliyenin esamisi okunmaz buralarda. Hiçbir devlet memuru böyle bir mahrumiyet bölgesine düşmek istemez. “Binâenaleyh idaresizlik, haksızlık, irtikâp müthiştir.” (s.45)
“Kürtler, talim ve terbiye alsalar artık korkmazlar”
Peki, bu ahval ve şerait altında ne yapılabilir? Karabekir, 4 Haziran 1923’te Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Riyasetine gönderdiği yazıda, aşiretlerin tasfiyesinin ve Kürtlerin asker altına alınmasının yanlış olduğunu belirtir.
Karabekir’e göre aşiretler, düzenli bir savaşta işe yaramazlar. Savaşa katıldıklarında ise esas gayeleri talan olur. Keza aşiretlerin iç ve dış ilişkilerinin tamamının reisler üzerinden yürütülmesi, aşiret üyelerinin devletten ziyade reise bağlanması gibi bir netice de doğurur. Lakin bütün bu mahzurlarına rağmen, aşiret teşkilatının lağvından kaçınmak gerekir.
Çünkü Kürtlerin, devleti zora sokacak büyük ya da küçük kalkışmalara yeltenmeleri her zaman ihtimal dâhilindedir. Hâlihazırda hissedilmez görülen Kürtlük cereyanı, Rusların ve İngilizlerin kışkırtmalarıyla galeyana gelebilir. Her ne kadar Kürt aşiretlerinin hepsinin bir araya gelmesi zor gözükse de gelecekte bunların bir idare altına girebilecekleri göz ardı edilmemelidir. Aşiretlerin devlet tarafından kontrol edilmesi, bu tehlikenin bertaraf edilmesinde çok mühim bir işlev görebilir:
“Şimdilik aşiretleri hükümet idaresinde ve taht-ı nüfuzunda şeklen tutan aşiret teşkilatı olup bu teşkilat aşiretlerin siyasi temayüllerine kısmen mani olmaktadır. Teşkilatın birçok mahzurlarına rağmen… böyle bir faydası da mevcuttur.” (s.48)
Kürtlerin askere alınmasına da iki nedenle karşı çıkar Karabekir: Biri, Kürtlüğün kurcalandığı bir vakitte Kürtleri askere almaya kalkışmak onları devletten soğutur. İkincisi, Kürtlere zorla askerlik dayatılmaz. “Silahı ve elbiseyi alıp hemen hepsi savuşacak, zabt u rabtı bozacaklar, maddi ve manevi kıtalarımız zarara girecektir.” (s. 44) Velev ki askere gelip iyi terbiye alsalar bile, siyaseten devlete karşı olduklarında, onlara verdiği talim ve terbiye devletin aleyhine işler. Yani devlet kendi ayağına sıkmış olur.
“Çünkü herhangi bir hal karşısında Türk askerinden ve bilhassa top ve makineli, tayyare tesirlerinden korkan Kürtler, talim ve terbiye aldıktan sonra bunlardan korkmayacak ve siyasi entrikalar fiili sahaya geçerse meselenin halli kolay olmayacaktır.” (s. 44)
“Tehdit, taltiften daha faydalıdır”
Hülasa Karabekir, aşiretlerin lağvedilmesini ve Kürtlerin askere alınmasını zararlı bulur. Kürdistan’ın bir düzene kavuşturulması için kapsamlı bir ıslah programının uygulanması gerektiğini bildirir. Karabekir’in önerilerinin başında; Kürdistan’ın üçe bölünmesi, aralara güçlü Türk köylerinin yerleştirilmesi, tehlike potansiyeli taşıyanların sürgüne gönderilmesi, yol ve köprü inşaatlarına hız verilerek Kürtlerin bu işlerde çalıştırılması, “çocukların Türk mekteplerinde okutturulması ve Türkçe lisanının öğretilmesi” (s. 51) gelir.
“Aşiretlerin on yaşına kadar olan çocuklarını büyük kasabalarda okutmak, şerirleri tecziye etmek, münasip mahallere uzaklaştırmak, büyüklerinde de iş bulmak alelumum aşiret ve Kürtler hakkında tatbik edilecek en iyi usullerdendir. Büyüklere iş bulmak için bilhassa Ziraat Bankaları tesisiyle makinalı ziraata bunları ısındırmak, toprağa bağlamak ve toprağı sürdürmek, demiryolu şoseleri inşa etmek pek münasiptir. Bu suretle göçebe ve vahşetlikleri zail ve her türlü ıslahat da mümkün ve faydalı olur.” (s. 55)
Karabekir, geçici tedbirlerle Kürtleri hükümete rabt etmeye çalışmanın işi pamuk ipliğine bağlamak anlamına geldiğini ve bunun da hiçbir fayda sağlamadığını belirtir. Kürdistan için makul bir idare şekli tatbik edilmesi ve buraya durumun hassasiyetini idrak etmiş faal memurların görevlendirilmesi mecburiyetini vurgular. Kürtlerin itaatini artırmayı hedefleyen bir siyasette kullanılacak unsurlar iyi belirlenmesi gerektiğinin altını çizer:
“Ayrı bir lisan konuşan, Türk’ten gayri bir şey olduğunu zanneden bir kitleye karşı intihab edilecek şekl-i idare onların seviye-i ictimaiyeleri, kabiliyet-i şahsiyetleri ile mütenasip olmalı. Takip ve tatbik olunacak siyaseti tamamen temin etmek üzere tedricen ıslah edilmelidir. Kürtler taltif ve tehditten ayrı derecede müteessir olan bir millettir. Ancak tehdit, taltiften ziyade faydalı ve müessirdir. Bunları hükümet ısındırmak için ne kadar kazanmak lazım ise, icabında pek şedit surette tecziye edileceklerini de bilmeli ve hatta buna dair misaller gözü önünde olmalıdır.” (s. 51)
“Kürtler Hititlerden yani en eski Türklerdendir”
Karabekir, Kürdistan’ın ıslahına dair düşünceleri defaten merkeze iletir. 1922’de Bursa’da İsmet Paşa’ya “Büyük salahiyet verilirse Şark’ın ıslahını deruhte ederim” teklifini sunar. İsmet Paşa, Mustafa Kemal’in kendisine böyle bir yetki vermeye taraftar olmadığını ve bu nedenle konuyu ona açmamasının daha iyi olacağını söyler. Buna rağmen Karabekir Şubat 1922’den Ağustos 1923’e kadar tam altı kez layiha hazırlar, ikaz içeren bu layihaları merkeze gönderir. Kürdistan meselesinde üç noktaya özellikle dikkat çeker Karabekir:
Birincisi, harici unsurların Kürtlük düşüncesini öteden beri yaydıklarını söyler. Dış güçlerin, gayri-müslimlerin dışında Araplar, Arnavutlar ve Kürtler gibi İslami unsurlara da “beylik” ve “muhtariyet” gibi “zehirli haplar” yutturduğunu ve ne yazık k içerde bazı “akılsız harislerin” de bu cereyana kapıldığını belirtir.
İkincisi, Karabekir her vesile ile “Kürdistan’ın istiklali” olarak kodlanan hedefin asıl gayesinin “Büyük Ermenistan’ın teşkili” olacağını anlatır. Kürtlerin çoğunluğunun “uslu ve bize merbut” olduğunu ama onları Türklere karşı harekete geçirmek için “Ermenilerle Kürtler kardeştir, birlikte istiklallerini kurtaracaklar, Şark’ı Türk’ten alacaklar” şeklinde muazzam bir propagandanın yapıldığını ifade eder.
“Ben buna karşı Ermenilerle Kürtler arasında bir münasebet olmadığını, Kürtlerin Hititlerden yani en eski Türklerden olduğunu, Ermenilerin maksadının Kürtleri aldatarak yurtlarını işgalden sonra hepsini mahvetmek olduğunu anlattım.” (s. 10)
“Kürdistan ıslah edilmezse sonu felaket olur”
Üçüncüsü ise, Karabekir Türk ve Kürt birlikteliğinde dine çok büyük bir değer atfeder. “Kürtleri bize bağlayan yegâne rabıta, dini kuvvet idi.” Aşiret reisleri ve şeyhler bu bağlantıda hayati bir rol oynarlar. Çünkü “halk, şeyhlerin önünde diz çöküp havlayacak derecede cahil idi.” Kürtleri devlete bağlı tutmak için hak üzerindeki dini nüfuzlarından istifade edilen aşiret reislerine ve şeyhlere verilen paranın/maaşın bir ehemmiyeti yoktu Zira “harici eller bunun birkaç mislini temin edebiliyordu.” (s. 10-11)
Karabekir, kendi mıntıkasında Kürt aşiretlerini gerektiği gibi organize ettiğini ve bunun sonucunda artık Ermeni-Kürt dostluğu ve meselesinin kalmadığını belirtir. Ancak Ermenistan rüyası bitince, tekrar Kürt bağımsızlığı için ateşin harlandığına işaret eder. Ve bu noktadan sonra Ankara Hükümetinin en önemli vazifesinin “Kürtlerin ıslah ve hüsn-i idaresi” olduğunu söyler. Kendisinin bütün tavsiyelerini de tek bir cümlede özetler:
“Sulhden sonra iyi bir programla Kürtlerle meskûn mıntıkalarda esaslı ıslahata müntehi olmayacak olan icraat felaketli olacaktır.” (s.9)
Fakat Ankara, Karabekir’in uyarılarına itibar etmez; herhangi bir ıslahat programı yapamaz. 1925’te Şeyh Said Hadisesi başladığında, Karabekir bunu, görüşlerinin doğrulanması ve önceden uyardığı felaketin kopması olarak yorumlar. 1925, hem onun hem de Cumhuriyet’in tarihinde bir dönüm noktası olur.
Gelecek yazıda bu noktadan devam edelim.
* Kazım Karabekir; Kürt Meselesi, Yayına Hazırlayan: Prof. Dr. Faruk Özerengin, Truva Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 2020.