Serbestiyet: Son günlerde yoğunluk kazanan “tarikatların devlete sızması” tartışması devletin sanki olan bitenden habersiz bir pozisyona sahip olduğu gibi bir algı yaratıyor. Bu doğru mu? Devletin, hangi tarikatın nerelere sızdığı, örgütlendiği hususundaki bilgisini küçümseyerek yürütülen bu tartışma yerinde mi? Tersinin doğru olduğu varsayımından gidersek (tabii siz de bu varsayıma katılıyorsanız): Her şey devletin gözetiminde ve kontrolünde gerçekleşiyorsa, yaşanan şey nedir?
Metin Karabaşoğlu: Türkiye’de, içinde devletin olduğu tartışma konularında olayın devletle ilgili tarafındaki yetki ve sorumluluk boyutunun gözardı edilmesi, ne yaparsa yapsın devletin yaptığı sorgulanmazken bütün sorumluluğun diğer tarafa yıkılması gibi bir alışkanlık mevcuttur. Bunun niye böyle olduğunu anlamak zor değil; çünkü ‘ödüllendirmeye de, cezalandırmaya da muktedir’ devletin hışmından kurtulmak ve lütfuna mazhar olmak; yahut ‘öteki’ni devlete dövdürürken kendi pozisyonuna alan açmak veya kendi durduğu yeri sağlamlaştırmak bu şekilde zahmetsizce gerçekleşir. Dolayısıyla, özellikle sivil toplum-devlet ilişkilerinde meseleyi sadece devlet açısından veya devlet lehine okuyan, son tahlilde açıkça ‘devletçi’ bir refleksi görmek gerekir.
Türkiye’nin laikliğe dair kabul edilmiş standartlarla izahı imkânsız ucube bir uygulamaya sahip olması bu durumla birebir ilgilidir. Bir öğrencinin başörtüsü takmasını veya bir memurun ‘selamün aleyküm’ demesini bile ‘dinin devlete müdahalesi’ diye yorumlayıp ‘laikliğe aykırı’ görebilmiş bir ülkede, devletin dine müdahalesi, öyle ki bir ‘devlet dini’ veya ‘devletçe makbul din yorumu’ üretmeye teşebbüs etmesi ise laikliğe apaçık aykırı olmasına rağmen sorgudan azade tutulmuştur. Halbuki, Türkiye Cumhuriyeti laik bir ülke ise, bir dinî inancın, yorumun, yaşama biçiminin devlet nezdinde makbul veya müessir olması ne derece bu ilkeyle problemli ise, devletin ‘dindar ol, ama benim tarif ettiğim şekilde ol’ şeklinde bir tutum içine girmesi; farklı inançlar, mezhepler, meşrepler arasında taraflı bir tutum geliştirerek topluma belli bir dinî inanışı, dine dair belli bir anlayış ve yaşayış biçimini dayatması yahut kurumları eliyle dinî anlayışı biçimlendirmeye çalışması da eşit derecede problemlidir. Ama birincisi üzerinden Türkiye’de dinin ‘sivil tezahürleri’ bile sürekli baskı altında tutulurken, ikincisi neredeyse hiç sorgulanmış değildir.
Dinî cemaat ve tarikatlarla devlet arasındaki ilişkide bu ikircikli durumun bir uzantısını görüyoruz. Dinî olmayan grup ve topluluklar gibi, dinî cemaat ve tarikatlar da sivil toplumun birer unsurudur ve devlet nezdinde ‘ayrıcalıklı’ olmaları da, ‘sakıncalı’ görülmeleri de anayasadaki eşitlik ilkesine eşit derecede aykırıdır. Ama tek parti döneminden bugüne, Türkiye’de cemaat ve tarikatların devlet nezdinde dinî olmayan grup ve topluluklara göre daha yüksek bir ‘tehdit algılamasına’ maruz kaldıkları bir sır olmadığı gibi; yine devlet tarafından makbul-gayri makbul ayrımına tâbi tutuldukları, bu ayrımın da ‘devlete tâbiyet,’ yani devletin sivil dinî alana müdahalesine teslimiyet kapasiteleri ile irtibatlı olduğu da sır değildir. Türkiye’de deyim yerindeyse ‘devlet tarikatı’ denilebilecek durumda resmî kabule mazhar tarikatlar da vardır, devletçe tehdit olarak görülen tarikatlar da. Yeri geldiğinde devlet için kullanışlı bir aparat olmayı kabullenmiş yahut devletin hâkim olmasını istediği dini anlama ve yaşama biçimine şu veya bu düzeyde muvafakat göstermiş cemaat ve tarikatların (dahası, belli bir cemaat veya tarikat içindeki, bu kabul ve muvafakatı sergilemiş kollar, gruplar, kişilerin) önü açılırken, böyle bir ilişki düzleminden uzak durmayı ve kendi sivil dinî hizmet alanında kendi halinde ilerlemeyi esas tutan cemaat ve tarikatlar şiddeti kategorik olarak reddetmiş oldukları halde bile devlet tarafından ‘tehdit’ olarak algılanmışlardır. Çünkü devletlûlar nezdinde yerleşik anlayış, ‘devletin cemaatlere ve tarikatlara sızma’ hakkının ve yetkisinin olduğudur. Sivil alana da hükmetmek ve orada kendi lehine tek seslilik inşa etmek tipik bir ‘devletçi’ refleksidir ve dinî olmayan sivil alanda da, dinî sivil alanda da özgür, özgün, bağımsız oluşumlar devlet nezdinde ‘makbul’ değildir. ‘Devlet aklı’ nezdinde en iyi cemaat ve tarikatlar, tam da olması gereken bu noktada duranlar değildir. Bilakis, devletin havucundan da sopasından da etkilenebilen, kullanışlılığı ölçüsünde devletçe ödüllendirilmeye açık, aksi durumda ‘kriminalize’ edilmekten ise korkan ve dolayısıyla söylemi ve eylemiyle devletin hizasında duran cemaat ve tarikatlardır.
Bu uzun girizgâhtan sonra konuya girersek, son zamanda dinî alandan bazı kişilerin kendi aidiyetlerine devlet nezdinde makbul bir alan açmak adına ona göre farklı ve öteki olanı ‘tehdit’ algısıyla ‘kriminalize’ etme çabası içinde olmaları; böylesi kişi ve gruplar ile devletin dine müdahalesinde ‘laikliğe aykırılık’ görmemekte ısrarlı ‘laikçi’lerin koro halinde ‘bazı cemaatlerin devlete sızması’ndan söz etmeye başlamaları, ilkesel açıdan sakat, tek taraflı, çıkarcı ve fırsatçıdır. Türkiye’de ana mesele ‘demokratlığın’ inşası ve devletin dindar veya seküler hiçbir kişi veya gruba ‘ayrıcalıklı’ veya ‘sakıncalı’ muamelesi yapmadan, ‘ehliyet ve liyakat’ ilkesinin yönetimde hâkim kılınmasıdır. Ama Türkiye’deki tipik devlet refleksi, bu temel ilkeyi uygulamak yerine, muktedir olan unsur lehine sivil alana müdahale, sivil alandaki çok sesliliği azaltma ve mümkünse teke indirme, bu şekilde sivil toplum eliyle devleti denetleyici bir kamuoyu oluşmasını engelleme yönündedir; ve bu amaç uğruna, havuç ve sopa ile, ‘âbâd etme’ veya ‘kriminalize etme’ seçeneklerini beraberce elinde tutarak sivil toplum unsurlarını, bu arada cemaat ve tarikatları ‘lehinde’ kullanma ve değerlendirme cihetine de gitmektedir. Alan açma, rakibinin önünü kesme, kadro sağlama, hatta ‘ne istediyse verme’ kullanışlı gördüğü bir cemaat veya tarikat için devletin yapmaktan çekinmediği işlerdendir. Cemaat ve tarikatlara düşen, en başta, meşruiyetlerini sağlayan ve varlık sebepleri olan ‘dine hizmet’in samimiyetini ve sahihliğini korumak adına devletle al gülüm ver gülüm ilişkilerinden uzak durmak, hele ki ‘devlete sızma ve kendine kadro açma’ gibi en başta Kur’ân’ın “Emaneti ehline verin” emrindeki adalet, ehliyet ve liyakat ilkesine aykırı işlere bulaşmamak; devlete düşen ise, sivil toplumun bütün unsurlarını, bu arada dinî cemaat ve tarikatları olduğu haliyle kabul etmek, bütün fikir ve inanışlara eşit mesafede ‘tam demokrat’ bir tutumla sivil toplumun denetleyici ve dengeleyici çok sesli ve çok renkli varlığını kendisi için bir ‘tehdit’ olarak görmekten ve müdahaleden vazgeçmektir.
Devlet, ‘iktidar’ın yozlaşmaya ve kötüye kullanmaya müsait olduğu için hukukun temel ilkeleriyle kullanım sınırlarının belirlenmesi gerektiğini; uygulamada bunun denetlenmesi için de bütün renkliliği ve çok sesliliği içinde sivil toplumun denetleyici ve dengeleyici rolünü kabul ettiğinde, ‘cemaatlere ve tarikatlara sızma’ diye bir meselesi zaten olmayacaktır. Öte taraftan, adalet, ehliyet ve liyakat temel ilke olduğunda, kamu hizmeti veya iktidarla ilgili hiçbir alan bir ‘imtiyaz’ alanı haline gelmeyeceği ve hiç kimse ‘ehliyet ve liyakat’ olmaksızın ‘aidiyeti’ üzerinden bir konum edinemeyeceği için devlet ‘sızma konusu’ olmaktan çıkacaktır.
Sözün kısası, birilerinin laikçi evhamlar üzerinden başka birilerinin ise kendi din algılarını egemen kılma hesabıyla ürettikleri şekilde, asıl problem ‘din’ üzerinden geliyor değildir. Devletin gerçek anlamıyla hukuk devleti, devletlûların ise tam demokrat olamaması asıl problemdir…