Haksöz Haber'den Yahya Fırat, The Platform adlı filmi değerlendirdi...
İspanyol yönetmen Galder Gaztelu-Urrutia’nın ilk uzun metrajlı filmi olan The Platform, her katta iki kişinin kaldığı distopik bir hapishanede geçiyor. 333 kattan oluşan hapishanenin her katında dikdörtgen şeklinde bir delik bulunuyor. Aynı şekilde boşluktan geçecek şekilde tasarlanmış dikdörtgen şeklindeki sofra en iyi aşçılar tarafından kusursuz bir şekilde hazırlanıyor. En üst katta hazırlanan yemekler, hapishanedeki bütün mahkumlara yetecek miktarda ancak, mahkumların aç gözlülüğü ve kendilerine ayrılmış miktardan fazla almaları nedeniyle alttakilere yemek kalmıyor.
Bazı mahkumlar suçlu olduğu için bazıları ise kendi istekleriyle kalıyor. Film kahramanı Goreng, diploma
alabilmek için delikte 6 ay kalmayı kabul ediyor. Goreng, hapishane şartlarından bihaber olduğu için ilk başlarda büyük bunalım yaşıyor. Oda arkadaşı olan Trimagasi’nin hapishanenin sistemini anlatmasının ardından sistemi değiştirmek için çaba sarf eden Goreng, belli süre sonra sistemin acımasız ve adaletsiz çarkına dahil olmak zorunda kalıyor. Ayrıca, Goreng’in hapishaneye gelirken yanında Cervantes’in Don Kişot kitabını alması da tesadüf değil. Don Kişot’un romandaki amaçsız yolculuğu ile film karakteri arasında ciddi benzerlikler söz konusu.
Film “yukarıdakiler”, “aşağıdakiler” ve “düşenler” kavramlarını kullanılarak kapitalizme yönelik güçlü eleştiriler barındırıyor. Çünkü aynı sofra en üst kattakilerden başlanarak en alt kattakilere servis ediliyor. Ancak, üsttekilerin ihtiyaçlarından fazla tüketmesi ve açgözlülüğü yüzünden alttakiler ya murdar olmuş artıklar ya da hiçbir şey kalmıyor. Tek odalı katların her ay değiştirilmesine rağmen mahkumların sadece günlük karın doyurma derdine düşmeleri ve bir altında kalanları umursamamaları kapitalizmin vahşi tüketim kültürüne yönelik mesajlar barındırıyor.
Alt katlarda bulunanların sistemi değiştirmek için ellerinden bir şey gelmemesi, üst katlarda bulunanların ise işlerine geldiği için susmayı tercih etmesi içinde bulunduğumuz konjonktürü yansıtması açısından önemli benzerlikler çağrıştırıyor. Alt katlardan yukarı çıkanların kendisi gibi olanları çoktan unutup kendi yaşamlarına odaklanması, kapitalizmin insanoğluna aşıladığı hedonizm, bencillik ve maddi temeli düşünce anlayışını gözler önün seriyor. Bütün insanlara yetecek kadar yemek varken mahkumların yemek için kavga etmeleri ve savaşmaları şu anki yeryüzünde bütün insanlara yetecek yiyecek barındırmasına rağmen kaynakların belli kesimlerin elinde olması ve bu nedenle dünyanın üçte birinin açlık ve yoksullukla karşı karşıya olmasını akla getiriyor.
The Platform, kapitalizm eleştirisinin yanı sıra Hristiyan teolojisine de göndermeler yapıyor. Hapishane sistemi adeta bir cehenneme benzetilmiş, yöneticiler de şeytani sistemin bir parçası. Film kahramanı Goreng ise çarpık düzene karşı isyan eden “Mesih” rolünde. Filmin sonunda en altta kata bulunan çocuğun platform olarak adlandırılan sofra üzerinde en üst katta yükselmesi Mesih’in göğe yükselmesini andırıyor.
Film boyunca dolaştığı katlarda kaybettiği çocuğunu arayan Asyalı mülteci kadın ise günümüzde savaş, yoksulluk ve baskı ortamından kaçan ve batıda perişan olan mültecileri temsil ediyor. Koronavirüs’ün ortaya çıktığı dönemde yayımlanan film, bu süreçte yapılan stokçuluğu ve batının benmerkezci tavrını da yansıttığı söylenebilir. Film, vahşi kapitalizmin karakteristik özelliklerine yaptığı haklı eleştirilerin yanı sıra insanın doğasında var olan bencillik, acımasızlık, talan etme ve hırs özelliklerini çok iyi yansıtması açısından izlenmeyi hak ediyor.