Şurası muhakkak ki kapitalizm, modern zihinlerin hamurunu karıyor. İster muhalif olalım, ister muvafık, durum değişmiyor. Bunun sebebi, kapitalizmin târihte ilk defa “arz” meselesini çözmeyi “müjdeleyen” bir iddia ile neşet etmiş olmasıdır. Çünkü binlerce senelik, çok daha uzun bir târihin meselesi, doğurduğu korku ve kompleksleri, arzın sınırlılığı ve arttırılamıyor olmasından kaynaklanıyordu. Kıtlık en büyük kâbustu. Arz ve talep arasındaki “dengesizlik” en kadim târihsel meselelerin başında gelir. Kadim, yâni kapitalizm öncesi zamanlarda sıkıntı talebin eksikliğinden değil, arzın eksikliğinden temelleniyordu. Kadimlerin o mâhut kanaatkârlığının her zaman yüce gönüllülükten geldiğine inanmakta zorlandığımı söylemeliyim. Adâlete titizlenmeleri, lâkin eşitlikten ürkmelerini de bu minvâl üzere anladığımı eklemeliyim. Eşitlikten korkarlardı; çünkü eşitliğin mübrem, hayâtî malların dolaşımını bozacağını ve kıtlıkla neticeleneceğini kestirebiliyorlardı. O sebeple eşitsizliği mâkûl ve makbûl bir çizgiye çekmek isteyen adâlete birincil pâyeyi veriyorlardı.
Ardına bilim ve teknolojinin rüzgârını alan kapitalizm, ilk defâ olarak insanlığa bolluk ve refah vaad etti. Üretim, yâni arz artışını garantiledi. O kadar ileri boyutta yaptı ki, Marx’ın haklı olarak üretim fetişizmi dediği noktaya gelindi. Bunu başardı da. Başarının adı sanayileşmeydi. Arz eksikliğinden duyulan târihsel korku eşiği aşılmıştı. Kapitalist üretim bir cesâret kazandırmıştı insanlığa.
Cesâret korkuları ardında bırakabilir. Ama bu duyguyu yok etmiş sayılmaz. Kapitalizm, arz eksikliği korkusunu aştı; ama bu aşkınlığın karşılığında yeni korkuları üretmekten de geri kalmadı. Başat korkusu “kazanılanları kaybetmek” korkusuydu. Kadim zenginler ve muktedirler de elbette bundan korkarlardı. Ama, nihâyetinde bu ihtimâli kabûl eden bir hakim kültür de vardı. (III.Murad’ın Uyan Ey Gözlerim başlıklı şiiri bu duyguyu ne güzel anlatır). Modern kazançlı ise bu tevekkülü göstermediği, gösteremediği için kaybetmekten çok, ama çok korkar. Ona kaybettirecek olan şey ise, kendi asimptotunda sonsuzlaştırılmış arz artışının karşılığında yaşanan talep eksiklikleridir. Yâni eski dünyâda korku arz eksikliğiydi, modern dünyâda ise talep eksikliği. Vahim olan ise arz fetişizminin bu yükselişi doğrudan talebi bastırmaya dayanıyordu. Bastırılmış emek, bastırılmış talep manâsına geliyordu. Mesele de buydu ve kalıcı çözümü de yoktu.
Durgunluk, krizler ve iflâslar ardı ardına patlıyordu. Savaş tipik olarak geçici bir çözümdü. Arzın artışının talepte karşılık bulamaması, kapitalist eşitsizlikten nasibini alan kitlelere cesâret veriyordu. Onların “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri yoktu”. Marx’ı umutlandıran da buydu. Hâlbuki belki de en korkulacak olan işte kaybedecek bir şeyleri olmayanların yapabilecekleriydi. Kapitalizm bu korkuyu da aşmasını bildi. Yeniden bölüşüm üzerinden kaybedecek bir şeyi olmayanlara, kaybedecekleri bir dünyâ sundu. Kaybetme korkusuna büyük kitleleri de ortak etmiş oldu. II.Genel Savaş sonrası “tarihsel kazanımlarına” kavuşan işçi sınıflarının, ehlileşmesi ve konformizminin altında kaybetme korkusu yatıyordu.
Kapitalist beklentiler ehlileşmiş emeğin daha verimli kullanılacağı doğrultusundaydı. Hâlbuki bu hem mâliyetleri arttırıyor, hem de beklenenin tersine, rutinleşmeler ve garantiler üzerinden emeği atâlete sürüklüyor ve verimiliklerini düşürüyordu. Bu ortaya çıkınca kapitalizm “homofobik” bir evreye geçti. Belki başından beri, Alev Alatlı’nın ifâdesiyle “ insana bir sarf malzemesi” olarak bakıyordu. Ama bunu gölgeleyerek yapıyordu. 1980’lerden başlayarak bunu açıktan yapmaya başladı. Ekonomizm, neo-liberalizm, bütün türevleriyle birlikte homofobinin zirve yaptığı bir evreye işâret eder. İşten çıkarmalar, garantisiz çalışma şartlarının kabûl ettirilmesi, istihdam ve profesyonel yapıların dejenerasyonu, hep insandan durulan büyük korkunun yaptırdığı işlerdir. Ekonomiyi insan merkezli bir şey olmaktan çıkardılar. İnsanın kültürelleştirilmesi bunun bileşeni olarak çalıştı. Muhayyel homo economicus ile homo culturalis eş anlı yükseldi. Ekonomiden dışlanan insan, kültürel dünyâda çatıştırıldı. Bütün bu süreçlerin kapitalizmin “târihi insansızlaştırma” siyâsetlerinin en ileri evresi olduğunu düşünüyorum. Bunu da teknolojizm üzerinden yapıyor.
İnsansızlaştırma, aynı zamanda modern dünyanın korkularını dayatan bir kültür, hattâ sanat siyâsetlerini de ihtiva ediyor. İnsanları birbirinden soğutan, korkutan dinamikleri hayâta geçiriyor. Bu sûretle, insânî bağlar kopartılıyor. Yukarıda işâret ettiğim üzere kültürpolitik dünyâ insanı insandan soğutma ve düşman kılma işini yeterince yaptı. Kültürpolitik rastlaşmalar derin nefretler doğuruyor ve dramatik kopuşlar yaratıyor. Ekonomik olarak kaybeden kültürpolitik dünyâda jokerleşerek teselli arıyor kendisine. Tabiî bunu, özgür eylemi zannedip format atılmış muhalefet endüstrilerinin kodlarına dayalı olarak yaptığının çok defâ farkında olmadan. Ama bunlar yetmiyor. İnsansızlaştırma sürecinin çok daha ileri, bir evredeyiz. Bu evre, başta hastalık ve ölüm olmak üzere (telâfisi olmayan kayıp) homofobinin konvansiyonelleşmesi ve kitleselleşmesini hedef alıyor. Korona virüsünün hikâyesi de tam buraya oturuyor.