Dr. Aldülkadir Turan yazdı;
Pandeminin etkisini azaltmaya yönelik önlemler, yürürlükteki kapitalizmin dehşetini bir daha gözler önüne seriyor.
Büyük işletmelerin market zincirleri kasalarına para dolduruyor ama pazar esnafı evde mahpus. Bayram sürecindeyiz; giysi veya şeker, tatlı satarak aile ekonomisine katkı sağlayan yüz binler çaresiz…
Konunun bir yanı yerele bakıyor, diğer yanı dışarıya: Uluslararası bağları olan internet üzeri alışveriş siteleri ve dağıtım firmaları resmen para basıyor.
Sadece alışveriş sahası değil: Kuralları ihlal edenlere ceza verilirken gelir durumu göz önünde bulundurulmuyor. Yoksul bir ailenin üç ferdi seyahat kısıtlamasını ihlal ettiğinde yaklaşık on bin lira gibi asla telafi edemeyeceği ağır bir ceza alıyor. Ama bir holding sahibi de kısıtlamayı ihlal ettiğinde aynı cezayı ödüyor ve onun için on bin, çerez parası gibi bir şey. Bu “adaletsiz eşitlik”le yoksul, evine hapsolurken, kentten köyüne bile gitmeye imkân bulmazken varsıl, yasakları trafiğin açılması için bir fırsat olarak görüyor. Özellikle yasaklı günlerde seyahat etmeyi kollayıp cezasını işleyen kasalardan “paşa paşa” ödüyor.
Bütün önlemlere rağmen, gruplar hâlinde eğlence düzenleyenler, kumar partileri yapanlar art arda ekranlara yansıyor. Çünkü o eğlenceye normal şartlarda ayda beş on bin ayıran biri için üç bin lira para cezası hiçbir anlam taşımıyor.
Pandemi önlemleri dışında, normal trafik cezalarında da aynı durum yaşanıyor. Ayda üç-beş bin lira ek harçlık verip evladına “Trafik kurallarını gönlünce ihlal et!”, diyen varsıl ebeveynlerin sayısının hiç de az olmadığı biliniyor. Oysa yoksul, hasbelkader trafik kurallarını birkaç kez ihlal ettiğinde aracını bile satmak durumunda kalabiliyor.
Her birinizin eklemelerde bulunabileceği bu örnekler bütünleştirildiğinde ortaya çıkan resim, bize tek kelimeyle kapitalizmi duyuruyor. Varsılın gittikçe daha çok varsıllaşmakla kalmadığı aynı zamanda doğrudan veya dolaylı olarak ayrıcalıklı olduğu bir düzen… Herkese eşit. Bunun için adalete aykırı olduğu da açık.
Anlaşılacağı üzere, ünlü Fransız İhtilali’nde “Eşitlik!” diye bağıranlar, “Yoksullar da bizim gibi doysun!” dememişler, “Yerken ayrıcalıklı olalım, ceza öderken yoksulla eşit!” demişlerdir.
Bu sistem, günümüz dünyasına tamamen hâkim ve ne yazık ki İslam dünyasında da revaçta… Türkiye de onun pençesinde kıvranıyor.
Yoksul, sesini duyurma konusunda çaresiz değil ama yoksuldan duyulan ses, bir değişim getirmiyor. Çünkü kapitalist bir yaklaşımla, seçim sisteminin yüklediği harcamalar, bir gelir düzeyinin altında olanların Meclis’te temsil edilmesini imkânsızlaştırdı.
Meclis’te gerçek anlamda işçi bir milletvekili bulunmadığı gibi geçmişte bir şekilde Meclis’te yer bulabilen öğretmenlik, astsubaylık gibi meslek grupları için de Meclis’te yer almak artık hayal… Mevcut Meclis’te 123 vekil avukat, 64 vekil mimar ve mühendis, 46 vekil doktor ve diş hekimi, 45 iş insanı… Avukat çokluğu yanıltmasın… Neticede buradaki her meslek sahibi belli bir standardın üzerindeki bir hayat tarzından geliyor.
İslam kaynaklı klasik yaşam tarzımızda varsıl ile yoksul, aynı semtte iç içe yaşıyordu. Son yıllarda yayılan Avrupai tarz konutlaşmayla, iki kesim tamamen birbirinden ayrıştı. Belli bir yaşam tarzına ulaşan, hayatını lüks site ve özel konutlarında yıllarca tek yoksul hane görmeden idame ettirebiliyor. Bu ayrışma, Meclis’te temsil edilemeyen yoksul kesimin vicdan sahibi varsıl kesim tarafından görünüp anlaşılmasını da engelliyor ve gün geçtikçe 19. yüzyıl Avrupa’sına benzer içten içe işleyen bir toplumsal tıkanmaya yol açıyor.
Analizin hemen bu ilk kısmında Türkiye’de son dönemde alınan önlemlerle “karnı aç” kimsenin kalmadığı ifade edilebilir. Ne var ki yoksulluk göreceli bir husustur ve bu görecelik söz konusu olunca sizin nerede yer alacağınızı belirleyen, değer ölçünüzdür:
Yoksulluk salt bir “karın açlığı” meselesi değildir. Sınıflar arasındaki farkla ilişkilidir. Geçmişin apartman daireleri karşısında gecekondularda yaşayanlar yoksul sayılırdı. Bugün lüks konutlar karşısında küçük bir apartman dairesine sıkışıp kalanlar, öyle bir apartman dairesinin dahi kirasını vermekte güçlük çekenler yoksuldur. Her ay yüz bin kira geliri olan biri karşısında, bir ay çalışmadığında geçim sorunu yaşayan, aldığı ücret ne olursa olsun, yoksuldur.
Hayat standartlarının yükselmesi ihtiyaçları da beklentileri de farklılaştırır. Günün gerçekliği içindeki meşru ihtiyaç ve beklentilerini karşılayamayanlar yoksuldur.
SOSYALİST ÇIĞIRTKANLIK VE YOKSULLUK
Türkiye’de yoksullukla ilgili söylemin neredeyse sosyalist yapıların tekelinde olması, kara mizah konusu…
Çünkü Türkiye’nin sosyalist kesimlerinin “iskelet” kesimi, devlet parası ile zenginleşmiş eski “çetin” bürokrat ailelerin mirasçılarıdır. Çoğu, Konya ve Kayseri’de yaşayan orta ölçekli bir iş adamının hayat standartlarından daha üst hayat standartlarına sahiptir. Emlak ve kira zenginidir. İstanbul’un en pahalı semtlerinde konut sahibi oldukları gibi bazılarının Türkiye’nin birkaç sahil kentinde konutları var. Onların gelirlerinden yoksullara asla bir şey vermedikleri malum… Böyle bir zihniyetleri yok hatta yoksula el uzatmayı bir tür “ahmaklık” gibi görüyorlar.
Yoksulluğa yol açmak haksızlıksa yoksulların beklentilerini suiistimal ederek iktidara gelmeye çalışmak çirkefliktir. Sol, Türkiye’de yoksulluğu, yoksullaşmayı iktidara gelip “çağdaş değerler” dedikleri moderniteyi dayatmak için sadece bir fırsat olarak görüyor, yoksulluğun artmasından memnuniyet duyuyor.
Galiba sıradan bir solcuya zihnini ayarlama fırsatı verilmeden bir anda “İktidar olsan ne yaparsın?” diye sorulsa o solcu, “Başörtüsünü yasaklayacağım, alkol vergilerini düşüreceğim!” diyecektir. Nitekim, Sol kesimin belediyeyi aldığı yerlerde halkın parasının alkol ve eğlenceye aktarıldığı herkesçe malum. Ona bir de sanat adına bir iki tiyatro gösterisi, birkaç heykel eklediler mi? Kendilerini insanlığa büyük hizmet makamında bile görürler.
Yoksulluk haksızlıksa yoksulları bu çokyüzlü fırsatçı kesimin vicdanına bırakmak bin kez daha büyük bir haksızlıktır. Bu kesim, Türkiye’de yoksulluğun bir kültüre dönüşmesinin müsebbipleri arasındadır. Yoksullukla ilgili bütün söylemleri, kendi iktidarlarına zemin hazırlamak içindir.
ÇÖZÜM İSLAM’IN SOSYAL ADALETİ
Yoksulluk sorunu ile temsil ve kendini ifade arasında doğrudan bir ilişki vardır. İslam’ın yoksulluk sorununa getirdiği önlemler sadece ekonomik değildir. Hz. Peygamber salallahü aleyhi vesellem Devri’nden başlayarak İslam’ın haksız paylaşımdan kaynaklanan yoksulluğun önüne koyduğu önemli bir engel, temsil ve ifade önündeki engelleri kaldırmasıdır.
Hz. Ömer radiyallahü anh, çağının en güçlü devlet başkanı konumuna çıktığı günlerde bile Medineli sıradan bir Müslüman bir yana, Medine’de yaşayan Mecüsî Ebu Lü'lüe dahi kendisine ulaşabilmiş, kendini anlatabilmiştir. Ebu Lü'lüe, yabancı ve köledir. Ama Sasani İmparatorluğunu yıkan, Bizans’ı kanatsız bırakan bir devlet başkanına engelsiz bir şekilde ulaşabilmiş, patronunu şikâyet edebilmiştir. Hz. Ömer suikastının çoğu zaman atlanan bu yanı, kendi başına dünya tarihine geçebilecek değerdedir.
Hz. Osman radiyallahü anh devrinde de Kûfe gibi karmaşık bir vilayetin valisinin dahi konutunu toplumdan koruyacak bir kapı yaptırmadığını biliyoruz.
Pek çok yönden eleştirilere konu olan Emevi Dönemi’nde de genel olarak sıradan bir şahıs, herhangi bir engele takılmadan dünya tarihinin bilinen en büyük devletlerinden birini yöneten Emevi hükümdarlarına ulaşabilmiştir.
İslam tarihi boyunca var olan “Mezalim Mahkemeleri” de İslam devlet başkanıyla toplum arasındaki engelleri ortadan kaldırmış, o mahkemelerde halk davacı, devlet erkanı davalı komunda bulunmuş ve halk, davalı erkana karşı en sıkı şekilde korunmuştur. Cuma da ayrıca toplumla idareciler arasında açık bir kapı olarak işlev görmüştür.
Görüldüğü üzere ulaşılabilirlik, İslâmî düzenin temel ilkelerindendir. Sınıflar arası farkın aşırı ölçüde açılmasının engellenmesi, İslâmî düzenin diğer bir yanıdır. Sistem, bir bütün olarak bu farkın oluşmasını engelleyecek şekilde işlev görmektedir ki Seyyid Kutub Allah rahmet eylesin, kapitalizmi engelleyen ama sosyalist zulme de müsaade etmeyen bu sistemi “sosyal adalet” olarak adlandırmıştır.
Türkiye’de İslâmî kesimin sistem karşısında kendisini ifade edebildiği ilk günden itibaren İslam’ın sosyal adalet yanı İslâmî kesimin söyleminde öne çıkmıştır. Henüz Seyyid Kutub’un Türkiye’de bilinmediği günlerde “Müslüman Anadoluculuk” veya maksadını aşan bir adlandırmayla “Müslüman Anadolu sosyalizmi”nden söz edilmiştir.
Seyyid Kutub’un sentezciliğin mahsurlarını ifadeye yönelik anlatımları, sentez anlatımların önüne geçmeye katkıda bulundu. Bunun yanında onun düşüncelerinden bağımsız olarak da İslâmî siyaseti sahiplenmekle yoksul kesime kol kanat olmayı hedeflemek, henüz ilk günlerde özdeşleşti. Necmettin Erbakan’ın Milli Selamet Partisi, bir Anadolu partisiydi; yoksuldan yana olmak anlamında da Anadolucuydu.
Turgut Özal, ekonomik anlayışta liberaldi ve kapitalizmin yanında kabul edilirdi. Ama Sosyal Yardımlaşma Fonu onun devrinde Fak Fuk Fon (Fakir Fukara Fonu) olarak yoksullar için umut kapısı oldu.
AK Parti Devri’nde bu fon daha da güçlendirildi. Devlet hastanelerinde ücretsiz tedavi, ders kitaplarının ücretsiz dağıtılması, yaşlı aylıklarının artırılması, engelli bakımı için ailelere ücret ödenmesi gibi ancak sosyalist kesimin takdir etmekten imtina edeceği ilerlemeler bu devirde kaydedildi.
“O hâlde sorun ne?” denecektir. Sorun, meselenin bir bütün olarak ele alınmaması ve yapılanların, sosyal adalet hedefli olarak sürekli bir yenilenme, gelişme ve ilerleme içinde olmamasıdır.
Sağ iktidarların buradaki sıkıntısı, adaletsiz bir sistem içinde İslâmî duyarlılıkları bir pansuman olarak kullanmalarıdır. Bu pansuman, kısa sürede eskimekte ve yaralar kanamaya devam etmektedir.
Daha açık bir ifadeyle tamamen kapitalist bir ekonomik sistemde, İslâmî duyarlılıktan gelen ama “sosyal adalet” büyük hedefinden/stratejisinden yoksun pansumanlar, tabii olarak beklenen neticeleri vermemektedir.
Üstelik, pansumanın eskimesinden dolayı yaşanan kanama bir yana, bizzat yaranın faturası da sadece iktidara değil, bütün İslâmî kesime hatta bizzat İslam’ın kendisine kesilmektedir. Sosyalist figüranlar, oluşturdukları algı ile sıradan gençlere ateizmi bile aşılamakta, kendilerinin kurucu ortakları oldukları adaletsiz bir düzenin faturasını Allah’a imana kesme gibi insanlık adına utanılacak bir yaklaşım içinde olabilmektedirler.
Olması gereken, sistemin baştan sona düzenlenmesi, sosyal yardımlaşmanın ise “sosyal adalet” hedefli olarak sürekli yenilenme/gelişme/ilerleme içinde olmasıdır.
İslam’ın değerleri üzerine inşa olan bir muhalefet de iktidarları bu hedefe zorlamalıdır.
Göründüğü kadarıyla gelişmekte olan dünyanın yakın dönemdeki siyasi ideolojisi “sosyal adalet” olacaktır. “Sosyal adalet”e sadece ekonomik pencereden bakmak, mahsurlu bir yaklaşımdır. Sistemin bütününü “sosyal adalet” zeminine çekecek projeler üretilmelidir.
Aksi hâlde dünün yoksul kesimleri, komünist propagandaya kandıkları gibi yarın da artık uluslararası kapitalizmin “propaganda kanadı”na dönüşmüş, uyduruk bir sosyalizmin propagandasına kanmaya, sosyalistlerin yeni zemini “sosyal liberalizme” mahkûm olmaya devam edecekler. Toplum, ekonomi ile ilgili aksaklıklar üzerine odaklanarak sosyalist kesimlerin inanç ve sosyal yaşamla ilgili propagandasının da tesirine girecek ve bunun mesuliyeti, aynı zamanda, ona karşı çözüm getirmeyenlere ait olacaktır.
Geçmişin seküler varsıl kesiminin karşısında yeni bir varsıl bir kesimin ihdas edilmesi zorunluluktur. Lâkin bu yeni varsıl kesimin, “yeni olması” varsıl olduğu hâlde kapitalist olmamasına ve sosyal adaletten sapmamasına bağlıdır. Hedef yeni bir kapitalizm ve yeni bir kapitalist sınıf üretmek değil, sosyal adalet hedefli yeni bir düzen ikame etmek olmalıdır.