Kapıları, sofraları açık tutmak?

Fatma BARBAROSOĞLU

Kapıları, sofraları açık tutmak?

Bizim kuşağın kadınları farklı bir süreçten geçmişti. Bizi oluşturan tarih ve koşullar daha farklıydı. Kaygısı yüksek bir kuşaktık. 68 kuşağı gibi değildik. İdeolojilerin; mutlak doğruların ya da yanlışların dönemi geride kalmıştı. Dünya gibi biz de fuzzy mantığa doğru şekil almaya başlamıştık. İlla da siyah-beyaz diyen yaklaşımın tahribatını görmüştük... Kamplaşmaların yok ettiği hayatları tanımıştık. Sağ-sol ideolojilerin gençleri birer sarf malzemesi gibi kullanmasına şahit olmuştuk. Katliamlar, cinayetler her şey gözlerimizin önünde gerçekleşti.

Diğer taraftan 19. yüzyıldan beri süren parti kamplaşmalarının hayatı nasıl daralttığına tanık olarak büyüdük. Bu nedenle biz 68 kuşağından farklı olarak karşı tarafı düşmanlaştırmayan bir kuşak olduk. Herkesin ?biz´ tanımına saygı gösterdik. İlk adımlar bazen bizden bazen onlardan geldi.

12 Eylül ortamını kasvetli iklimini bu adımlar yumuşattı. Elbette idealisttik, toplumcuyduk filan... Ancak idealizme yüklediğimiz anlam kendisini kapatan değil tam tersi hayata açan, yaşatan bir duruş oldu...

Önceki kuşağın üzerimizde etkisi olduğu gibi emeği de oldu elbette. Cemil Çiçek´in Türk Kahvesi programında özetlediği cümleyle ?el sıkmanın önemini? hep beraber öğrendik. Önceki kuşağın idealler adına nasıl telef olduğunu da görmek her birimizi daha mutedil ve uzlaşmacı hale getirdi.

İnançlarımızdan taviz vermedik ama farklı dünyalardan birçok insanla da irtibattan geri durmadık. Kimse kimsenin fikrini değiştiremedi elbette, hatta bununla uğraşmadı da! Bunun bir önemi de yoktu! Fikrî bağnazlıklara değer vermedik, buna değer vermeyen herkes ile konuşmayı başardığımızı düşünüyorum.

Keskinlikleri törpülemek zor iştir; bu yeri gelir insanı kendi mahallesiyle de karşı karşıya getirir. Ki bizim kuşağımız bunu da göze aldı; yaşadı, yıprandı, yıpratıldı... Ya da en azından benim içinde bulunduğum arkadaş çevresi böyleydi. Önceki kuşakların sivriliklerini törpüleyen birbiri ile irtibat kuran bir kuşaktık. Birbirimize göre hizalanmayı değil konuşmayı tercih etmiştik... Birbirine çok yabancı insanlar olarak başladığımız bu ilişkilerden dostlar kazanarak çıktık. Geçmişin kasvetini yumuşatan da bu oldu.

Çok fazla ortak noktamız yoktu. Ama ne biz kendimiz olmaktan vazgeçtik ne de onlar kendileri olmaktan vazgeçtiler. Ortak alanlar bulduk, sohbet konularımızı çoğalttık? Dönüp dolaşıp insani olanda birleştik. Bir arada bulunmak, konuşabilmek bile hepimize iyi geldi. Bu iletişim ne bizim dindarlığımıza ne de onların solculuğuna ya da siyasi görüşlerine zarar verdi.

Bu anlattığım dönemlerde bir seyahat esnasında eski ülkücü, İslâmî hareketin içinde olmuş Yıldız Ramazanoğlu ile Birikim dergisi yayın yönetmeni Ömer Laçiner´in ?yaşam biçimleri? üzerine bir sohbetini hatırlarım... Hayatın içinden bir konuda ?alkollü masada yemek yememek? üzerinden başlayan konu, etrafına geniş bir dinleyici halkası oluşturarak saatleri bulan bir konuşmaya dönüşmüştü. Konuşabilmek önemliydi. Kimse kimseye taarruz etmedi, aşağılamadı, laf çakmadı. Ama iki taraf da birikimliydi ki; kendi argümanlarını muhteşem savundular. Bu dönemde ortaya çıkan dostlukların, ilişkilerin hayatı yumuşattığını ve önceki dönemlerin o siyah-beyaz keskinliğinin verdiği tahribatı onardığını hepimiz gördük.

Elbette kendi mahallelerimizde onlar da bizler de bu ilişkiler yüzünden pek hoş karşılanmadık. Eleştirenler oldu. Karşı taraf için de durum farklı değildi. Onlar da kendi mahallelerinden tepki alıyorlardı. Cumhuriyet elitleri için biz ötekiydik, üstten bakılan, küçümsenen. Ne işleri vardı bizim yanımızda. Bizim nesil bu tepkilere aldırmadı. Çünkü sağ veya sol hepimiz yaralıydık ve yaralarımızı birlikte yan yana durarak onarmak sadece bize değil Türkiye´ye iyi geliyordu... Geldi de!

Bu öyle planlı bir iş filan da değildi, kendiliğinden hayatın olağan akışı içindeki karşılaşmalarla gerçekleşti. Bazı arkadaşlarımızın bizim evlerimize ya da ortamlarımıza ilk geldikleri zamanki yabancılıklarını dün gibi hatırlarım; o dönem bizim evlerimiz mütevazilik yarışındaydı, gösterişi sevenler aramızda barınamıyordu? J Sofralar, sohbetler karşı mahalle ayırımını azalttı; konuşabilmek kapımızı hep açık tuttu. Bizim kuşağın kadınlarının bu kapıları açmakta ve açık tutmakta büyük katkısı olduğunu düşünürüm. Hayattan hiç kopmadık, ümitsiz olmadık, keskin yargılarımız olmadı; anlayışlı olmayı mesafeleri kapatan insani ve İslâmî bir özellik olarak Müslümana çok yakıştırdık.

Ancak tarih kendini tekrar eden evrelerden oluşuyor. Şimdi toplumsal kesimler arasında mesafeler artarken birbirimiz arasında da mesafelerin arttığını görüyorum. Birbirimizi dinlemeyi unutuyoruz. Dinlemeden hükümler veriyoruz. Köşeli ve keskin olmak muteber kabul ediliyor. Buna itibar etmek ruhlarımızı daraltıyor. Amma velâkin hayat öyle akmıyor. Geçmiş tecrübelerimizden yola çıkarak toplumsal iklimi yumuşatmanın yollarını bulmak zorundayız.

YENİ KUŞAKTAN KADINLARIN SESİ...

Yeni kuşak deyince, onları da yakından izliyorum! İlgi alanım kadınlar tabii kiJ Zira erkek grupları birbirlerini pohpohlamada pek mahir iken kadınların üretimlerini pek de görmüyorlar Erkekleri kendi hallerine terk edip bugün dikkatimi çeken iki kadın yazarın kitaplarını paylaşmak istiyorum. Emeti Saruhan, yeni kuşaktan önemli bir gazeteci. Albayrak grubu yayınları arasında yer alan Gerçek Hayat dergisinin yayın koordinatörü. ?Türkiye´de Din Algısı? üzerine her birisi kendi alanlarında önemli isimlerle yaptığı röportajları kitaplaştırmış. Pınar Yayınevi´nden çıkan bu kitabı mahalle içindeki tartışmalar çerçevesinde önemli buluyor ve tavsiye ediyorum. Bir diğer kitap da Dr. Kübra Güran Yiğitbaşı´nın. Kübra, Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi´nde yayın yönetimi üzerine çalışıyor. Çok önemli lakin çalışanı az bulunan bir alanda bir eser hazırlamış. ?Çocuk Yayınları ve Dışa Açılım? isimli araştırma kitabı bir medya mensubu olarak ilgimi çekti. Sizlere de öneriyorum.