Hapishaneler, kapatılma mekanları olarak her devirde en dikkat çeken yerler olmuşlardır. Suç ve ceza arasındaki (sebep-sonuç) ilişkisinin somutlaştığı bu mekanlar,bir yandan mer’i( yürürlükte) hukukun mahiyeti hakkında fikir verirken diğer yandan bu hukukun uygulanabilirliğini temin eden meşru bir otoritenin varlığına da işaret eder. Bir insanın suçlu olduğunu iddia ve ispat edip o suça istinaden “ceza” ver(ebil)mek için yazılı ya da sözlü (fark etmez) “yasa/şeriat” gerekir. Yasanın uygulanması içinse meşruiyeti tartışmalı olmayan bir otorite… Belirleyici olan yasa/şeriattır. Otoritenin kendisi de meşruiyetini oradan alır… Geleneğimiz “şeriatın kestiği parmak acımaz” derken, yasaya duyulan (duyulması gereken) güvene işaret etmiş olsa gerektir…
Ürkütücüdür hapishaneler… Sadece mahkumların kötü, tehlikeli ve zararlı kişiler olduğuna dair anlatı değildir buraları ürkütücü yapan… İnsanı hürriyetinden yoksun bırakan soğuk duvarlar, katı prosedürler ve envai çeşit suçtan hüküm giymiş olanlarla aynı havayı teneffüs etmenin zarureti de dahildir bu ürkütücülüğe… Merhum Aliya, hapishanede geçen yıllarını anlatırken adi suçlularla değil de idealleri için mahkum olanlarla aynı koğuşta kalmanın kendisi için büyük bir nimet olduğundan bahseder…
İslamcı havzalarda Yusuf’un medresesi olarak adlandırılır hapishaneler… Yüce Kur’an’da beyan edilen kıssada Yusuf(a.s),dünyada tadılabilecek en büyük beşeri lezzetin ayartısından ilahi iradenin “burhanıyla” kurtulur. Ayartıdan kurtulur ancak yeni durak hapishanedir… Ünlü dil alimi Rağıb El İsfehani Mufredat adlı eserinde hapishane sözcüğünün Arapça karşılığı olan kelimenin kökü olarak “s-c-n” maddesini açıklarken, aynı kökten türeyen “siccin” sözcüğünün “cehennem” anlamına geldiğine dikkat çeker. Yerin en alt tabakası olarak ta “siccin” sözcüğünün kullanıldığına işaret eder… “Cehennemin dibi” olarak Türkçede kullanılan terkip bu bağlamdan ilham alır… Gerek Katolik-Ortodoks Hıristiyanlıkta gerekse Abbasi-Osmanlı-Selçuklu gibi İslam devletlerinde hapishanelerin yerin metrelerce altına yapılmasındaki hikmet(!) bu olsa gerek… Cehennem ile benzerlik…
Kısa sayılmayacak bir zaman geçirir hapishanede Yusuf ve orası onun için (tabiri caizse) olgunlaşma durağıdır… Tarih, dünyevi ayartılara boyun eğmeyenlerin uğrak yerlerinden biri olarak hapishanelere nazar etmemizi öğütler… İlmi-entelektüel haysiyet sahibi bütün meşhur üstatlar-alimler-arifler-aydınlar egemen otoritenin rızası doğrultusunda konuşmadıkları, üretmedikleri ve eylemedikleri için hayatlarının bir safhasında hapishaneyle tanış(tırıl)mışlardır… Hatta bazıları işkenceyle katledilmiştir… İronik olan şudur ki, sünni geleneğin büyük imamları/üstatları İslami iddialı hükümetlerle bile uzlaşmazken, bugün kendisini “Sünniliğin kalesi” olarak tanımlayanlar seküler-kapitalist ulus devletlerle uzlaşabilmektedir…
Michael Foucoult’un sosyolojiye kazandırdığı “panoptikon(tam görüş/gözetleme)”, esasında, Jeremy Bentham’ın hapishaneler için tasarladığı bir modeldi. Bentham, merkezde dairevi şekilde ve dışarıdan bakıldığında içi görünmeyen bir kulenin olduğu, hapishane hücrelerinin de bu kulenin “tam görüş” alanında yer aldığı bir model tasarlayarak 19.yüzyıl İngiltere’sinde çığır açıcı(!) bir buluşa imza atmıştı. Amaç mahkumların her anına tanıklık etmek ve böylece onlardan en üst düzeyde istifade etmekti. Modern ulus devleti Bentham’ın hapishane modeline benzeten Foucoult, hapishane-hastane-okul gibi kurumların bilgiyi ve arzuyu hem denetleyen hem de yeniden üreten yerler olmaları bakımından işlevlerine dikkat çeker. Foucoult’un bu tespitini, Hıristiyanlık içi gerilimin sonucu olarak ortaya çıkan modern paradigmanın kavramsal ve kurumsal çerçevesinin Hıristiyan teolojisinden bağımsız ele alınamayacağı gerçeğiyle birlikte değerlendirmekte fayda var.
Hapishane dendiğinde akla ilk gelen şey orada bulunanlara reva görülen muameledir. Denebilir ki, bir kültürün değerini/niteliğini tespit etmenin yollarından biri de kapatılma mekanlarında tuttuğu insanlara nasıl davrandığına bakmaktır. Çünkü hapishanede tutulan kişi, bütün benliğiyle, kendisini oraya tıkan iradenin elindedir. Firavunlar dönemi Mısır’ında mahkumların tıbbi deneyler için doktorlara emanet(!) edildiğini biliyoruz. Romalıların stadyumlarda aslanlara yem ettiklerini de… Mahkumlar çoğu zaman kolayca “gözden çıkarılabilir” kişiler olarak görülmüş… Guantanamo,Ebu Garib,Şibirgan cezaevleri tarihin en barbar, en alçak ve en haysiyetsiz uygulamalarına ev sahipliği yapmalarıyla ünlüdür… Nazi Almanya’sında toplama kamplarındaki mahkumlar üzerinde akılalmaz deneyler yapan Josef Mengele, bu deneylerden elde ettiği verilerle psikolojik savaş literatürüne katkı(!) da bulunacaktır… Modern psikoloji çok şey borçludur Mengele ve benzerlerine… Türkiye’den de Ayhan Songar ve Turan İtil’i anmak gerekiyor… 12 eylül cuntasının cezaevlerine doldurduğu gençler üzerinde deneyler yapan bu iki psikolog, elde ettikleri verileri “sağcılar gerizekalı solcular ise anti-sosyal ve psikopat çıktı” şeklinde özetleyecek ve yetkililere sağcılarla solcuları aynı koğuşa koyma önerisinde bulunacaklardır. Mahkum olmak “yangında ilk feda edilecek” olmaktır bir bakıma…
İran devriminin ardından muhalifler hapishanelere doldurulup, kötü muameleye maruz bırakıldığında Humeyni’nin sağ kolu Ayetullah Muntazari mü’mince bir duyarlılığın gereği olarak “Ey İmam! Senin inkılabından sonra hapishaneler Şah dönemini aratır oldu.” diyerek adalet-hakkaniyet hatırlatmasında bulunacaktır. Çünkü Muntazari de bilmektedir ki bir davanın/ideolojinin/mefkurenin değeri eline “güç” geçtiğinde kendisi gibi olmayanlara/ düşünmeyenlere nasıl muamele ettiğiyle ölçülür. Adalet hatırlatması Muntazari’ye pahalıya malolacaktır. Önce görevinden azledilecek, sonrasında ise ömrünün sonuna kadar tarassut(gözetim) altında yaşamak zorunda kalacaktır. Bu tarassut süresince kimi zaman evinin taşlanması da cabası…
Zeynep Gazali’nin “zindan hatıraları” (anayasasında İslam Şeriatını referans aldığını söyleyen Mısır’ın) mahkumlara reva gördüğü vahşiliklere dikkat çeker. Bu vahşilikler son bulmuş ta değildir üstelik… Faşist generalin darbesinden sonra hapishanelere doldurulan binlerce insanın maruz kaldığı muameleler aklın-hafsalanın-vicdanın kabul edeceği şeyler değildir. Türkiye’nin de bu konuda sicili parlak sayılmaz. 12 Eylül darbesinin ardından zindana atılan bu ülkenin gencecik çocuklarına yapılanlar mide bulandırıcıdır… Diyarbakır Cezaevi’ndeki insanlık dışı muamelelerin neye mal olduğu ise erbabının malumudur… İşkenceciler sağ-sol ayrımı yapmamıştır… Aralarında merhum Muhsin Yazıcıoğlu’ nun da bulunduğu ülkücü gençlere kutsadıkları devlet tarafından yapılan eziyetler kelimenin gerçek anlamıyla şok edicidir…Peygamberden(s.a.v) esinlenerek “Mehmetçik” adı verilenler, insanlıktan nasipsiz canavarlara dönüşmüşlerdir her nasılsa… Bu durumu ülkücü Süleyman Kalaycı “Memetlere” şiirinde şöyle resmedecektir:
Bir eylül günü seherle birlikte
Memetleri gördüm eli tetikte
Basılan evimdi,basılan yuvam
Baskıncı, “memed” diye bilinen adam
……..
Islak yerlere yatırıyorlar beni
Ayaklarımı bağlıyor Mehmed’in elleri
…….
Mehmetler zulüm oldu bayraklaştı
Mehmetler sorgularda hayvanlaştı
…….
Ceryanlarda sessiz çığlıklar attım
Ceryanlarda bin kez ölümü tattım
…..
Bu mu “gavura bile şefkatli” Mehmed?
Bu mu “Peygamberin övdüğü” Mehmed?
…….
Bu Mehmetler devleti astı yüreğimde
Bu Mehmetler hasım oldu yüreğimde
…..
Artık sevgi yok size sevgiler soldu
İşkence gecelerinde bir cihat doğdu (*)
Modern ulus-devlet(ler) adi suçlulardan değil, siyasi suçlulardan korkar. Çünkü siyasal bilince erişmiş bir(iler)i yeni bir model üret(ebil)me kapasitesine sahiptir. Verili olanla uzlaşmaz… Realitenin farkındadır ve fakat idealleri olduğu için reel olanı ideallerine yaklaştırma azmindedir. Örgütlü-sistematik-kolektif mücadele kabiliyeti sayesinde sistemi değiştir (ebil)me potansiyeline sahiptir. Adi suçlular ise öyle değildir. Onlar, sistemin zaaflarının ürünüdürler ve gereklidirler. Onlar sayesinde sistem kendini denetlemekte, güçlü ve zayıf yanlarını tespit etmekte ve böylece hangi adımları atarsa kendisini sürekli kılacağına dair farkındalık kazanmaktadır. Ülke içinde “Güvenlik bürokrasisinin” gerekliliği (çoğu zaman) adi suçlularla mücadele stratejisinin sonucu olarak meşrulaştırılır. Güvenliği sağlamaya dönük atılacak her adım bu suçluların toplumsal dokuya vereceği zararı önleme gayesine istinat eder. Oysaki bu “güvenlikçi” adımların tamamı toplumun fertleri arasındaki “güven algısını” zedeleyerek bireyselleşmenin önünü açar. Dayanışmanın imkanlarını aşındırır ve kolektif-cemaatsel mücadeleyi dışlar. Onun yerine yapay-sentetik bir “sivil toplum” ihdas eder. Onu da kendine tabi kılar ve sistemden kaynaklı sorunların daha az görünür olmasını sağlamak için ondan istifade eder. Güvenlik bürokrasisinin bıktırıcı prosedürleri bu vesileyle dikkatlerden kaçırılır. Artık her birey kolay yutulur lokma haline gelmiştir. Ulus-devlet, kendisi dışında sığınak arayanlardan hazzetmez. Yegane melce kendisi olmalıdır. İster ki bütün vatandaşları (aslında kulları) tüm hacetlerini kendisinden istesin. O da adeta bir tanrı gibi (dilediği zaman ve dilediği kadar) ihsanda bulunsun…
Oysaki ortada ciddi bir paradoks vardır. Güvenlik bürokrasisinin gücü arttıkça adi suç(lu)ların sayısı da artmaktadır. Ancak bu paradoksun fark edilmemesi için devlet aygıtının “uzman kadroları” enformasyon araçları aracılıyla oldukça profesyonel çalışmalar yaparlar. Öyle ki toplum, güvenlik bürokrasisinin semirmesini-palazlanmasını normal karşılamaya başlar. Artık mesele sadece adi suçlularla mücadele değildir. Aynı zamanda toplumun denetimi-gözetlenmesi ve alternatif siyasal model arayışlarının önlenmesi de “güvenlik bürokrasisinin” görev alanı arasındadır. (Hatta en önemli işi budur…) Yani devlet aygıtı (tabiri caizse) topluma “nanik” yapmıştır. Suçlularla mücadele amaçlı ihdas ettiği güvenlik bürokrasisini Jeremy Bentham’ın “panoptikon(tam gözetleme)” amaçlı cezaevi modelinde olduğu gibi kullanmaktadır. Yani bir yanda adi ve siyasi suçluların gözetim-denetim altında tutulduğu mekanlar olarak (genellikle şehir dışına) inşa edilen hapishaneler; diğer yanda ise hapishane dışında olduğu için kendisini özgür zanneden ve fakat aslında ulus-devlet aygıtının güvenlik bürokrasisi tarafından “gözetlenen” koca bir toplum… “İçeridekiler” doğrudan ve cebren, ”dışarıdakiler” ise dolaylı ve sinsi yöntemlerle-sistematik olarak-kimlik ve kişiliklerinden (ideolojik ve siyasal aidiyetlerinden) uzaklaştırılmakta; neyi nasıl düşünecekleri, kime nasıl muhalefet ya da muvafakat edecekleri öğretilmektedir. Hasılı kelam en büyük hapishane ulus-devletin bizatihi kendisidir…
Yakın tarihimiz, en yenisi geçtiğimiz yıl olmak üzere, adi suçlular için çıkarılan “af” larla doludur. Devlet aygıtı kendisine karşı işlenen suçlar için (ki bunlara siyasi suçlar deniyor) olabildiğince haşin ve gaddar iken-çünkü tanrılar mutlak itaat ister-, insanların birbirlerine karşı işlediği suçlar için oldukça merhametlidir. Böylece topluma zımnen şu mesaj verilmektedir: Birbirinizin hakkına-hukukuna (çeşitli yol ve yöntemlerle) tecavüz edebilirsiniz. Yeter ki cari siyasal ve (bu siyasallıkla paralel iktisadi-içtimai-hukuki vb.) düzenin istikrarına ve selametine halel getirmeyin. Bu bağlamda 12 Eylül’ün kudretli paşası Kenan Evren’in darbenin ardından gençlere söylediği “savaşmayın sevişin” sözü, aslında devlet aygıtının siyasal bilince sahip bir toplumdan hazzetmediğinin dışavurumu olarak okunabilir.
Siyasal suçluları (!) gün yüzü gör(e)meyecek şekilde, hatta sadece kendilerini değil ailelerini de dahil ederek, cezalandırmak sadece modern ulus devletlerin değil, klasik/geleneksel devlet modellerinin de tercihidir. Hz. Hüseyin’in Kerbela’da uğradığı ihanet ve ardından yarenleriyle beraber katli, nebevi siyasal düzenin inkılabi perspektifi karşısında saltanatın (ısırıcı meliklik) duyduğu korkunun sonucudur. Cenab-ı Peygamber(s.a.v) şayet Mekke’nin siyasal düzenine muvafık bir tutum takınsaydı muhtemeldir ki hiçbir sorunla karşılaşmayacaktı… Osmanlı da kardeş katlinin motivasyonu da siyasal düzenin bozulmasından duyulan korku değil miydi?
Türkiye özelinde muhafazakar-dindar kesim(ler), ulus-devletin (ve elbette ki saltanat geleneğimizin) siyasal bilinç sahibi kişilere/gruplara reva gördüğü muameleden gerekli dersi çıkarmış olacak ki(!), “siyasal bilinç” inşasına dönük çabalardan özenle kaçınıyor. Yani en hayati soru ve sorunları konuşması gereken bir zaman diliminde yaşıyor olmasına rağmen, sanki “lale devri”ndeymiş gibi bir tutum takınıyor. Böylece kaçınılmaz olarak popülist-pragmatist-oportünist-hamasi-makyavelist ve nepotist bir siyasal duruşun (eğer buna “duruş” denirse) temsilciliğine mahkum oluyor. Bu temsilcilik ilmi-entelektüel-hikemi-irfani derinlikten yoksun olduğu için ortaya “günü kurtarma” amacına matuf eylem(lilik)ler çıkıyor. Devlet aygıtına giydirilen “kutsallık gömleği” onu eleştiriden muaf tutuyor. Gerek kapatılma mekanları olarak halihazırda hapishanelerde yaşananlar, gerekse bütün bir ülkeyi “gözetim-denetim” altına alma arzusunun ortaya çıkardığı “patolojik ve şizoid kimlikler” sorunu muhafazakar-dindar kesimlerin ilgi alanına (her nedense) girmiyor. Onlar güçlü olmayı emin ve adil olmaya tercih ettiler… Böylece “muhafazakar faşizm” limanına demirlemiş oldular. Nebevi geleneğin adil-emin-merhametli dilinden/söyleminden teberri edip kokuşmuş saltanat ideolojilerinin “güç-iktidar-tahakküm” arzusunu rehber edindiler… Nihayetinde özgürlük-hukuk-adalet mücadelesi de bu ülkenin İslam’la mümkün olan varoluşundan bihaber kesimlerin eline terk edildi… Türkiye için bundan daha acı verici bir tablo tasavvur edilemez…
(*)Bkz.Selçuk Küpçük/Yüzleşmenin Kişisel Tarihi /Mitopolitik Söylemden Ağıdı Yakılmamış Çocuklara/Granada Yay.
Kaynak: farklibakis.net