Yaşanabilirlik ve hatta itibar açısından Batı dünyasını esas alan, alması gerektiğine ikna edilmiş olan sair toplumlar, aradaki mesafeyi kapatmak için ölümcül bir telaş içerisindeler. Kalkınmalılar, yani daha çok yol, köprü, baraj, nükleer tesisler; dahası otomobiller ve hatta silah üretmeliler. Daha iyi beslenmeli, giyinmeli ve daha konforlu yaşamalılar. Nüfusları artmalı, iyi eğitilmeli ve bunun için daha çok üniversiteye, diplomaya sahip olmalıdırlar. Zira bilmenin, kâinata hükmetmeyi meşrulaştırdığı gibi, mümkün kıldığına dair de bir zanna sahipler. Âdem’in bilmesi de onu bir adım öne çıkarmamış mıydı? Ama bu hükmetmesine mi, yoksa sorumlu kılınmasına mı yol açmaktaydı? Bu sorunun cevabı, hayatı algılamamız kadar anlamlandırmamızla da yakından ilgili ve insanlık hâlâ bu ikilem içerisinde sürdürmekte yolculuğunu. Kimileri bu ikilemi tartışırken ve buradan insanileşmeye dair sonuçlar çıkarırken, kimileri de bilmenin sağladığı imkânları sadece kendilerine has bir “iyi yaşama” yönünde zorlamakta. Hem de hiçbir meşruiyet veya ahlakilik tartışmasına girmeksizin ve aldırmaksızın.
Ama sorun salt insanın zekâsı ve ahlakıyla sınırlı değil. Bir de bizim de içerisinde yer aldığımız, şimdilerde “doğal kaynaklar” olarak addedilen ve sorumlusu olmamız gereken bir hayat, diğer varlıkların hakları ve sınırları, kısacası bir çevre sorunu var. Üstelik bu “kaynaklar” insanların doymak bilmeyen ihtiraslarını tatmin edecek denli sınırsız da değil. Beri yandan bu sınırlı kaynakların yukarıda sayılan amaçlar için var edildiğine dair bir kanıtımız da yok. Kaldı ki içerisinde yaşadığımız dünya uçsuz bucaksız kâinatta milyonlarca yıldır akıl almaz bir biçimde boşlukta döneduran küçücük bir zerre parçası. İnsanların güttükleri heveslerle bu dünyanın pek fazla bir ilgisi olmadığı da açık. Zira insanlar bu hevesleri sanki sonsuzca yaşayacaklarmış gibi gütmekte ve her bir parçası bir diğerinin rağmına olan amaçlarını gerçekleştirmek için didişip durmaktalar. Bu dünyanın kaynaklarının bu sonsuzca sürecek olan hevesleri tatmin etmek için yetmeyeceği bilindiğinden bu kez sair gezegenlere el atılarak oraların da bu amaçlar için kullanılmasına çalışılmakta. Ama bu konularda yüce Yaratıcının uyarıları dikkate alınmadığı gibi, “acaba onun muradı ne idi?” sorusu üzerinde de pek düşünülmemekte.
Kaldı ki tarafların bu ölümcül didişmelerinden başlarını kaldırıp da akilane düşünceler içerisine girecekleri kadar vakitleri de, minnetleri de yok. Eldeki tüm kaynaklar neredeyse bu küçücük gezegeni ortadan kaldıracak denli yıkıcı amaçlara teksif edilmekte ve insanlar bu uğurda kendi hayatlarını bile hiçe saymaktalar. Öylesine bir “araçsal akıl”ın ve bu akıl tarafından inşa edilmekte olan bir tür gelişimsel amaçsallığın zebunu olunmakta ki, tüm edimler bu aklın soyut ebediliğinin çerçevesinde gerçekleştirilmekte ve gün gelip de ölüneceğini dikkate alan bir yaklaşımın uyarıları umursanmamakta bile. Dolayısıyla kendi amaçları ve gerekçeleri kendi öznel telakkilerine ve hırslarına içkin bu kalkınmacı ve her şeyi kendi öznel ve sorgulanamaz yetkinliğinin çerçevesinde değerlendiren müstağni tavrın, kendince bir tanrılık iddiası taşıdığı da söylenebilir.
Öte yandan bu ölümcül koşuşturmayı meşrulaştıracak kimi kutsayıcı ve yüceltici gerekçeler de icat edilebilmekte. Ötekilerden geri kalmamak, onlarla muhtemel savaşların teçhizatlarını sağlamak, bu mücadelenin altyapısını oluşturmak, uzak ve yakın komşularla didişmelerin muhtemel sonuçlarına dair hazırlıklı olmak gibi. Hatta giderek kalkınmacılığın bizatihi kendisi, gerekçe kılındığı amaçları unutturarak, doğrudan bir amaç haline gelmekte ve takipçileri için manevi bir doyuma dönüşebilmekte. Uzaklarda ışıldayan bu kutsal ütopya, birçok itirazı susturarak meseleyi tartışılır olmaktan çıkarmakta. Üstelik bir tür iyilikseverlik olarak karşımıza çıkan bu üsttenci bakış, tanrısal ve sorgulanmaktan azade devletin ruhumuzu örseleyen tekebbürüyle ve sonuçta emeklerimizin sessizliğinden çalınmış bir lütufkârlıkla, eleştirel sesler kadar asi yürekleri de utandırma ve susturma çabasından geri durmamakta.
Kalkınmacılık, Osmanlı’dan Türkiye’ye doğru evrilen devletin kesintiye uğramayan birkaç fikrî sürekliliğinden biriydi. Batıcılar buna asrileşmeyi, İslamcılar ise ahlakileşmeyi eklemekteydiler. Kalkınmacılığın rasyonalize ettiği “modern” devlet belli bir performans ortaya koymuş olsa ve bir ölçüde asrileşilmiş olunsa bile, ahlakilik konusunda bir çöküş içerisine girildiği tartışılamayacak kadar açık. Hatta bu, kalkınmacılığı gerçekleştirebilmenin koşullarından birisi olarak addedilerek, teşvik bile görebilmekte.
Kalkınmacılık gibi toplumsal gelişmenin sadece bir yönünü esas alarak diğer yönleri üzerinde umursuz bir bakışın yetersizliği ve hatta yanlışlığı ancak şimdilerde somut bir biçimde görülebilmekte. Bir biçimde teknolojik aygıtlara ulaşan ama sair konularda güdük kalan bir tek yönlü gelişme, ortaya hırçın, şımarık, kompleksleriyle baş edemeyen; barış, ahlak, kültür, medeniyet, siyaset, çevre, şehirleşme gibi konularda en temel sorunlarını bile çözememiş, çözmeyi bir yana koyun bu gibi konularda bir dikkat bile geliştirememiş bir hâsıla çıkarmış bulunmakta.
Kalkınmacı rasyonelliğin sağlanmasındaki en önemli koşullardan birisi ise, homojen bir ulus yaratma tasavvuruydu. Bunun içinse Rumlar Müslümanlarla mübadele edilirken, Ermeniler ise geriye dönüşleri imkânsızlaştırılacak bir biçimde tehcire tâbi tutulacaklardı. Savaş koşullarının zorlayıcı sebeplerine sığınılarak girişilen tehcir, ister istemez bir katliama dönüşecek; Ermeni çetelerin saldırıları bahane edilerek Suriye çöllerinde ikamete zorlanan masum siviller, yolculukları esnasında veya sonrasında hastalık, açlık gibi nedenlerle ölecek veya öldürüleceklerdi. Bu ise ulusalcılar tarafından modernleşmenin bir maliyeti olarak telakki edilirken; genel anlamda da üzerinde aklı başında değerlendirmeler yapılmayan, yüzleşilmeyen, mağdurlardan özür dilemenin ulusal gurura mugayir bir suçluluğun kabulü anlamına geleceğinden ve ortaya çıkacak maddi ve manevi maliyetlerin de ürküntüsüyle, çocukça bir inkârcılıkla yetinilecekti.
27 Nisan’da, Serbestiyet’te yayınlanan yazısında bu trajik meseleyi oldukça itidalli ve olumlu bir üslupla değerlendiren Etyen Mahcupyan’a göre “Türkiye, herkesin bildiği, işaret ettiği, konuşup yazdığı, neredeyse standartlaşmış bir referans olayı reddeden bir konumda. Üstelik soykırım tanımını kabullenerek ve Sözleşme’ye de imza vererek. Bunun fazlasıyla şizofrenik bir durum olduğu, Türkiye’yi ve Türkleri dünya nezdinde küçülttüğü açık. Soykırımın kabul edilmemesi için harcanan lobi paraları ve tarihçi görüşü ‘satın alma’ faaliyetleri ise fazlasıyla utanç verici… Türkiye kendi tarihiyle, kendi yaptıklarıyla yüzleşemeyen, kendisine yapılanlar üzerinden bir mağduriyet ile cengâver bir fetihçiliği birleştirmenin çelişkilerini bile kavrayamayan, olgunlaşmamış, ergenliği aşamamış bir psikolojinin esiri olarak algılanıyor…
Türkiye’nin kendi sıradanlığını kabullenmesi ve kendisini insanlığın parçası kılan bu özelliğini sahiplenmesi gerekiyor. İnsanlık ancak gayret göstererek iyiye ve doğruya gidebilir… Kendi haline bırakıldığında kendisine yönelik kötücül yönlerini dizginlemek zordur, çünkü bunlar da onun doğal özellikleri… İyi ve doğruyu kendi fıtratının tezahürü sanan yaklaşımlar sağlıksızlık üretir ve Türkiye de uzun sayılacak bir süredir bu sağlıksızlığın pençesinde. Kendine çıplak gözle bakamamak, bundan korkmak, nesnelliğin kimlik kaybına neden olacağından ürkmek her halkı ‘çocuk’ bırakır, onu ‘babaya’ mahkûm eder ve kişiliğini elinden alır.
Türkiye’nin soykırım meselesinden etkilenmeyecek bir noktaya gelmesi, bu meseleyi aşması ‘büyümesini’ gerektiriyor. Ama bu silahla, fabrikayla, yol ve köprüyle olmuyor… Zihnin içinde ‘büyümek’, kendini ve benzerlerini anlamak gerekiyor.
Nitekim bunu yapmadan ne kendini ne de benzerlerini sevmek de mümkün değil. Bugün Türkiye onca hamasetin de gösterdiği üzere sevgisiz bir ülke. Başkalarıyla birlikte yaşamayı içine sindirememiş, insan olmanın basitliğinin keyfine varamamış, güç ve statü peşinde vicdanlarını ucuza satmaya hazır olanların çığ gibi arttığı bir ülke…”
***
İnsanlar kadar toplumlar da hata yapabilir. Hele savaş koşulları içerisinde hata yapmak daha da mümkün. Ama sonuçta savaşın da bir hukuku var. İktidarlar ise barışta olduğu kadar savaşta da, toplumlarının kendisine karşı olan unsurlarını da korumakla yükümlü. Özellikle kadınların, çocukların, esirlerin, yani savaş dışı unsurların hukuki bir dayanak olmaksızın cezalandırılmaları veya öldürülmeleri kabullenilemez. Dolayısıyla Türkiye’nin bu meseleyi soykırım olarak kabullenip kabullenmemesi bir yana, bir onur sorunu olarak ele almaktan vazgeçmesi, daha serinkanlı ve insanlığa karşı üstlenilmiş olan sorumluluklarını gözeten bir yaklaşıma girmesi; dahası her sorunu şiddetle çözümleme alışkanlığından da uzaklaşması gerekmekte.
Elbette ki tarihte yaşanmış müessif hadiselerin sürekli bir biçimde önümüze konulması incitici olabilir. Hele bunun “soykırım” gibi ağır bir suçlama ile tanımlanması ise doğal olarak kabullenilmeyebilir. Ama asıl incinenin zulme maruz kalanlar olduğu da unutulmamalıdır. Dolayısıyla yapılması gereken, kendi halkına olduğu kadar başka halklara karşı da adaleti koruyabilmek kadar, hatalarını üstlenerek özür dilemesini de bilmektir. Bunu yapmak, Türkiye toplumu kadar diğer toplumlar açısından da insanlık adına ileriye doğru atılmış bir adım olacaktır. Yoksa bazı ülkeler tarafından sürekli bir biçimde uygulanan böylesi başa kakmaların gölgesi altındaki, salt kalkınma çabasına indirgenmiş bir saygınlık, hiçbir halkı onurlu kılmayacaktır.