Dr. Ernest Berhradt ailenin çözülmesini toplumun hafızasındaki baba rolünün etkinliğini kaybetmesi ile ilişkilendirir ve “Hiçbir şeyin aileye hâkim olan bir baba kadar işe yaramadığı sonucuna vardım. Babaların rolü yeniden etkin hale gelmeden aileyi güçlendirme şansımız olmayacaktır” der. Berhradt’ın bu ifadesi sadece ABD ve Batı toplumu için geçerli değil zira küresel kapitalist sistemin etki alanında yer alan ve kökleri ile bağlarını koparan İslam toplumları da bu bozuk sistemden fazlasıyla etkilendiler ve aile bütünlüğünü kaybettiler. Geleneksel kültürün ağırlıklı olduğu dönemlerde bizler babadan korkardık ama bu şiddete dayalı bir korku değildi, sevgi ve güvene dayalı bir korkuydu. Baba bir konuda uyarıda bulunmuşsa bunu özgürlüğümüze yapılmış bir darbe olarak algılamaz, bizim hayrımıza yaptığını bilir, dikkate alırdık. Babanın sözüne itaati eğitimin bir parçası olarak kabul eder ve tavsiyelerine kulak verir, işaret ettiği tehlikelere bulaşmamak için çaba gösterirdik. Babaya itaati bir zayıflık olarak değil sorumluluk olarak algılar ve onu atamız, kılavuzumuz, eğitmenimiz olarak görürdük.
Geleneksel kültürün ağırlıklı olduğu dönemlerde aile bir üzümün salkımları gibiydi, her fert kendi sınırlarını bilirdi ama ailenin diğer bireylerine sevgi ile bağlıydı ve onların yaşadığı hüzünden de neşeden de etkilenirdi. Aile bireylerinin rolleri doğal olarak belirlenirdi ve şahıslar rollerini küçümsemez, sahiplenirlerdi. Anne korurdu, severdi, kucaklardı ama sesini yükselttiği anlar da olurdu fakat onun sevgisinden kuşku duymayan çocuklar bunu bir baskı olarak görmezlerdi. Aile içinde barındırdığı bu doğal örgü ile küçük bir devleti andırmaktaydı ve oldukça güçlüydü.
Ekonomik ve siyasi gücü ellerinde tutan kapitalist-küresel zorbalar ötekileştirdikleri toplumların maddi kaynaklarını sömürmekle kalmadılar, bütün kültürel birikimlerini ve yerel zenginliklerini yozlaştırarak kendilerine yabancılaşmalarına sebebiyet verdiler. Dünyayı küçülterek sahip oldukları marizi hastalıkları yaymaya devam ettiler. Nitekim bugün ABD’de ve Batı’da yaşanan sosyal kaos, ahlâki kokuşmuşluk, yalnızlaşma, kopukluk ve boşluk duygusu bizi doğrudan etkiliyor ve çıkmaza sürüklüyor.
İslam medeniyetinde aile toplumu ayakta tutan etkin bir kurum olarak görülmüş, anne, baba ve çocuklar arasında doğal olarak belirlenmiş olan hiyerarşinin korunması esas alınmıştır. Hiyerarşinin üst noktasında yer alan baba ailenin yaslandığı bir duvar, güvendiği bir güçtür. Baba ailenin rızkını kazanır, sorunların çözümünde etkin olur, çocukların eğitiminde anneye katkı sağlar ve gemiye yön veren odur. Ancak seküler kültürün havasından suyundan etkilenen çocuklarımız artık aileyi bir arada tutan dinamikleri bir baskı aracı olarak görüp reddediyorlar. Z kuşağı olarak tanımlanan çocuklar haz odaklı yaşıyor ve anne-babanın otoritesini özgürlüklerine vurulmuş bir darbe olarak algılayıp tepki gösteriyorlar. Bu çocuklar başıboşluğu özgürlük olarak görüyor ve sınırları belli olmayan bir tehlikenin içine doğru sürükleniyorlar.
Batı kaynaklı eserlerden beslenen anne-babaların büyük çoğunluğu ebeveynlik kimliklerini dönüştürerek çocukların her taleplerine onay veriyor ve bu şekilde özgür nesiller yetiştirebileceklerine inanıyorlar. Fakat ortaya çıkan durum hiç de iç açıcı değil. Toplumun çekirdeği olarak gördüğümüz aile çözülüyor ve bireyler yollarını kaybetmiş yolculara dönüşüyor. Anne, baba ve çocuklar aynı ortamda yaşıyorlar ama birbirlerini hiç tanımayan iki yabancı gibi hareket ediyor ve sürekli çatışıyorlar. Evlerimizin neşesi yok artık ve bu ıssız mekânlarda şiddet odaklı çocuklar büyüyor.