Azerbaycan ile Ermenistan arasında 27 Eylül 2020’de başlayıp 10 Kasım 2020’de sona eren 44 günlük savaş sadece Karabağ sorununun değil, genel olarak Güney Kafkasya’nın, muhtemelen Avrasya’nın ve belki de —çok iddialı gibi gözükebilir ama— dünyanın geleceğinin şekillenmesi açısından çok önemli olabilir.
Kırk dört günlük savaş, sonuçları itibariyle, öncelikle 1990’ların başında sorunla ilgili ortaya çıkarılmış yapay (dış müdahalelerle oluşturulmuş) sonucu, tarafların savaşma kapasitesine, becerilerine ve iradesine ilişkin yanlış havayı ortadan kaldırdı, bölgedeki gerçek güç dengesini ortaya çıkardı. Kırk dört günlük savaşın sonuçları, özellikle Ermenistan toplumunun, ama aynı zamanda Ermeni lobisinin ve üçüncü ülkelerin 1988-1994 döneminde yaşananlara ilişkin oluşturmaya çalıştıkları tablonun yapay olduğu, savaşın ilk aşamasının sonuçlarını Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki güç dengesinin değil, dış güçlerin müdahalesinin belirlediği tezini doğruladı.
Hatırlanacağı üzere, savaşın ilk aşamasında dış güçlerin ciddi askeri, ekonomik ve siyasal desteğini alan ve iç istikrarını önemli ölçüde koruyan Ermenistan, dış güçler tarafından iç istikrarı sürekli bozulan, iç savaş riski yaşayan, ciddi askeri destek bulamayan Azerbaycan’ın topraklarını işgal etmiş, katliamlar ve hatta soykırım gerçekleştirmişti. Ermeni tarafı sürekli olarak dış güç boyutunu bir tarafa bırakarak, sanki savaşın ilk aşaması sadece Ermenistan ile Azerbaycan arasında yaşanmış (hatta bazen sadece Hankendi’deki Ermeni silahlı gruplarıyla Azerbaycan arasında yaşanmış) gibi yapay bir tablo oluşturmaya, buna hem kendilerini hem de yabancıları inandırmaya çalışmaktaydı. Azerbaycan yetkilileri Ermenistan’ın Azerbaycan topraklarını işgal altında tutmasının ne uluslararası hukuka ne de bölgedeki gerçek güç dengesine uygun olduğunu, barış girişimlerinin gerçekçi ve uluslararası hukuka uygun, aynı zamanda sonuç alıcı olması gerektiğini sürekli vurgulasalar da, hem Ermenistan hem de sorunu çözmek için daha ciddi davranması gereken uluslararası örgütler bunu anlamadılar.
Ermenistan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) Karabağ sorununa ilişkin dört kararını (işgalin bir an evvel ve kayıtsız şartsız sonlandırılması talebini) yerine getirmiş olsaydı, belki de bölgenin kaderi çoktan değişmiş olurdu. Fakat Ermenistan’ın işgalci yaklaşımındaki ve sorunu çözmekle yükümlü kurumların umursamaz tavırlarındaki ısrarı 44 günlük savaşı kaçınılmaz kıldı. Bu savaş sonrasında, Ermenistan ve Rusya yetkilileri dahil olmak üzere herkesin ortak kanaati (zaman zaman yapılan açıklamalardan da anlaşılabileceği gibi), eğer Rusya 10 Kasım 2020 itibariyle savaşı durdurmasaydı, Azerbaycan’ın en fazla üç gün içerisinde tüm topraklarını Ermenistan ordusundan temizleyeceği (Azerbaycan topraklarındaki işgalci Ermenistan ordusuna ait askerlerin sınır dışına atılacağı ya da etkisiz hale getirileceği) yönünde olmuştur.
Tabii ki burada Türkiye’nin ve Rusya’nın konumlarının ve birbirlerine yönelik yaklaşımlarının da iyi analiz edilmesi gerekiyor. Türkiye günümüzde 1990’ların başındakinden daha güçlü ve daha kararlı bir konuma sahip. 1990’ların başında Türkiye’deki bazı yetkililer Rusya’yı neredeyse İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki Sovyetler Birliği olarak görüyordu ve ciddi bir çekingenliğe sahipti. Bunu Karabağ sorunu örneğinde de görmekteyiz. 1993 yılında Ermenistan dış destekle Azerbaycan’ın Kelbecer rayonunu işgal ederken Başbakan Süleyman Demirel Azerbaycan’a açık destek verilmemesinin gerekçesi olarak “oraya gidersek karşımıza Kızıl Ordu çıkar” tezini kullanmıştı.
Ama 44 günlük savaş sırasında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın tarihe geçecek “Putin’e kırmızı çizgilerimizi de söyledik. Bunlar aşılırsa babamızın oğlu olsa gözümüz görmez” ifadelerine şahit olduk. Hatırlanacağı üzere, Erdoğan 27 Ekim 2020’de Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin ile yaptığı görüşme sonrasında ona şu sözleri söylediğini açıklamıştı: “Artık bu işe gelin bir son verelim. İstersen bu işi birlikte çözeriz. Siz Paşinyan’la bu görüşmeleri yapın, ben İlham kardeşimle yapayım. Bu işi tatlı bir yere bağlayalım. Heyetler görüşsün. Ama bir şeye karar verelim: Bu işi çözecek miyiz, çözmeyecek miyiz? Biz samimiyiz. Bu adımı atalım... Kırmızı çizgilerimizi de söyledik. Bunlar aşıldığında babamızın oğlu olsa gözümüz görmez”.
Gerçi Rusya da o yıllara nazaran daha güçlü ve daha kararlı görünüyor, daha sonuç alıcı politikalar üretebiliyor. Fakat 1990’ların başında Rusya Türkiye’yi NATO’nun Rusya’ya yönelik ön cephe hattı olarak görüyordu; fakat günümüzde çok farklı bölgelerde işbirliği yapabileceği müttefik adayı olarak görmekte. Ayrıca Rusya ile Türkiye arasındaki ilişkilerin niteliğinin değişmesinde, özellikle Erdoğan ve Putin’in dış politikada benzer dil kullanmalarının da (mesela “sözünün eri olmak” konusuna yaptıkları vurgu örneğindeki gibi) etkisi büyük.
Kırk dört günlük savaşta aynı zamanda Türkiye-Rusya ilişkileri de test edildi; iki ülke arasında derin krize ve belki de çok yıkıcı bir savaşa yol açabilecek bir sorun, 10 Kasım 2020 itibariyle iki ülke açısından yeni bir işbirliği alanı fırsatı ortaya çıkardı. Son 30 yıldır ilk defa sonuçlar uluslararası hukuka ve bölgedeki güç dengesine uygun hale geldi. İlk defa hem bölge hem de sorunun tarafları üzerinde etkili olan güçler (Türkiye ve Rusya) arasında bu kadar iyi bir diyalog var. Ve tabii ki bundan herkes memnun değil.
Uzun yıllar boyunca sorunu üç ülkenin çözmesi bekleniyordu: Rusya, ABD ve Fransa. Şimdi gerçekten sorunu üç ülke çözmek üzere, ama yeni listedeki iki ülkenin ismi farklı: Azerbaycan, Türkiye, Rusya. Ve bundan ciddi şekilde rahatsız olan etkili üç dış güç var: İran, Fransa ve ABD. Tabii ki Ermenistan da önemli ölçüde rahatsız, ama çok etkili bir konumda değil.
İran, Fransa ve ABD rahatsızlığını çok açık belli ediyor. İran ve ABD daha çok her iki tarafa Rusya’nın kötülüğünü (Ermenistan’a Rusya’nın onu nasıl yalnız bıraktığını, Azerbaycan’a ise Rusya’nın onun tüm topraklarını Ermenistan işgalinden kurtarmasına nasıl engel olduğunu) anlatmaya çalışıyor. Fransa ise özellikle Türkiye karşıtlığı üzerinden Ermenistan’ı yanına çekmeye, Ermenistan iç politikası, sorunun geleceği ve dolayısıyla Güney Kafkasya’daki gelişmeler üzerinde etkili olmaya çalışıyor.
Türkiye’nin askeri olarak Güney Kafkasya’daki varlığı ve Ermenistan ile ilişkiler konusundaki iyi niyeti, bölgenin geleceğinin birlikte inşa edilmesi için ciddi fırsatlar sunmakta. Türkiye-Ermenistan-Azerbaycan güzergahı klasik Doğu-Batı (Azerbaycan-Gürcistan-Türkiye) ve Kuzey-Güney (Rusya-Azerbaycan-İran) hatlarına farklı nitelikler kazandırabilir. Rusya ve Türkiye’nin ortak Avrasya ve ortak küresel sistem vizyonları Karabağ sorununun tam çözümüne ve Güney Kafkasya’nın geleceğine (Güney Kafkasya’nın barış ve işbirliği bölgesi olması anlamında) olumlu yansıyabilir. Azerbaycan-Türkiye, Azerbaycan-Rusya ve Türkiye-Rusya ilişkilerinde dikkatli olunması, üçüncü güçlerin ikili ilişkilere yönelik muhtemel provokasyonlarına karşı tedbirler alınması gerekiyor.
Bu anlamda Ağdam’daki Türk-Rus Ortak Ateşkesi İzleme Merkezi ve Rus Barış Gücü sadece Ermenistan (ya da bölgedeki silahlı Ermeni gruplar) ile Azerbaycan arasında savaşın yeniden alevlenmesini değil, belki de üçüncü güçlerin bölgedeki gelişmelere müdahalesinin önlenmesi bakımından daha önemli bir role sahip.
Günümüzde Türkiye ve Rusya’nın çıkar çatışması yaşadıkları alanlar da az değil. Fakat her ikisi daha çok sayıda ve daha önemli konularda aynı üçüncü merkezlerden tehdit algılıyorlar ya da kendilerine bu güç merkezleri tarafından baskı yapılmaya çalışılıyor. Aralarındaki olumsuz ilişki ikisini de üçüncü güçler karşısında çok zayıflatabilir. Her iki taraf da bunun farkında. Ama iki taraf da onları ortak tehditlerden daha çok ortak çıkarların birleştirebilme olanağını daha ciddi biçimde fark ettikleri zaman Güney Kafkasya’da kalıcı barışı sağlama olanağı daha da artacaktır. Tabii ki bunun için Ermenistan’ın 44 günlük savaşın sonuçlarını doğru okuması, 20. yüzyılın başlarındaki ve sonlarındaki hatayı, yani üçüncü güçler tarafından komşularına karşı kullanılan bir araca dönüşme hatasını tekrarlamaması gerekiyor.
Kaynak: Dünya Bülteni