Jeremy Corbyn şimdi 2. Brexit referandumu vadetmeli ama çok önemli bir şartla...

Dikkatli olmalıyız. Demokrasinin kendi içinde bir amaç olduğunu düşünen bizler, gelecekteki bu tür oyların mezar taşı olacak 2. referandum fikrinden ürkmeliyiz. Yanis Varoufakis The Independent için yazdı

Jeremy Corbyn şimdi 2. Brexit referandumu vadetmeli ama çok önemli bir şartla...

Jeremy Corbyn, açıkça ikinci bir referandum vadetmeli mi? Normal şartlarda bu, cevaplaması kolay bir soru: Referandumların temsili hükümet sistemine doğrudan demokrasinin bir katkısı olduğunu düşünen demokratlar bunu desteklemeli. Referandumlardan şüphe duyanlar ise desteklememeli.

Ne yazık ki, Haziran 2016 referandumunu Ayrılma kazandığından beri durumumuz ?normal? olmaktan çıktı.

Anormal zamanlarda yaşadığımızın en güçlü kanıtı, ilk referandumu düzenleme kararı aldığı için David Cameron´ı haşlayanların ve genelde temsili demokrasilerde referandumların kullanılmasına karşı olanların şimdi ilk referandumu tersine çevirmek için halkın oyuna başvurmayı desteklemesi. Genelde referandumlardan taraf birçok kişinin şimdi ikinci bir oylamaya karşı çıkması da paradoksu tamamlıyor.

Açık konuşmak gerekirse, tıpkı İsviçre´deki gibi temsili demokrasiye tam anlamıyla yerleştirildiği sürece doğrudan halk oylamasının ateşli bir destekçisiyim.

İsviçre modeli, birçok düzeyde ilerici amaçlara hizmet eden bir model. Örneğin, iş anlaşmazlıklarında sendika liderleri iş verenlerle bir anlaşmaya varınca, anlaşmayı üyelerinin önüne getiriyor ve bu standart bir uygulama. Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı´na ve Yunanistan´ın ?kurtarma paketi?ne muhalefet eden Avrupalı ilericiler, müzakere edilmiş uluslararası anlaşmalar için plebisit düzenlenmesini hep talep etti.

Bu açıdan, normal şartlarda, Jeremy Corbyn´in teyit için halk oylaması vaadinde bulunması son derece mantıklı olurdu. Koşulların anormal olmasının ve politik iklimin böyle zehirlenmesinin sebebi, AB´nin Lisbon Anlaşması´ndaki 50. maddeyle gelen son mühlet etkisi ve geri sayım.

50. maddenin getirdiği son mühletin zararlı etkisini anlamak için iş anlaşmazlığı analojimizi biraz değiştirmeliyiz: Diyelim bir sendikanın liderleri ile işverenlere anlaşma sağlamaları için 2 yıl mühlet verildi. Bu 2 yıl süresince hiçbir greve ya da işten çıkarmaya izin verilmeyecek. Ve anlaşma sağlarlarsa ne üretim ne de maaş kaybı yaşanacak. Ancak 2 yıl sonunda anlaşamazlarsa şirket 2 tarafa da (tabii asimetrik şekilde) zarar vererek derhal kapanacak. Son olarak, işveren tarafı 2 yıllık dönemi tek taraflı olarak uzatabilecek ama sadece bir başka sabit son mühlet için.

Bu şartlarda neler yaşanır? Anlaşmanın sınırları dışarıdan (mesela hukuk tarafından) bir güç tarafından belirlenince, müzakereci tarafların ikisi de son ana kadar imtiyazlarından vazgeçmemek için güçlü bir nedene sahip olur. Ve müzakereleri uzatma hakkı 2 taraftan birinin tekelinde olunca, pazarlık gücü de devasa biçimde o tarafa kayar.

İşverenler böyle bir durumda, sendika üyelerinin nihai teklif üzerindeki söz hakkının konu dışı olacağını biliyor. Doğrusu, bu üyeleri zorda bırakmak için berbat bir anlaşmada ısrar etmek kendi çıkarlarına olacaktır:

?Rezil bir anlaşmayı kabul edin, kemer sıkma gereği ücretlerde indirime giden bu anlaşmayı imzalayın ya da liderlerinizi bizimle daha iyi şartlar ve koşullar üzerinde pazarlık etmeye zorlama fikrini yeniden düşüneceğiniz bir ek süre isteyin.?

Kısaca, 50. maddenin verdiği son mühletin etkisi, son karar için halk oylamasına hiç yer bırakmamak ve talihsiz bir başbakanı aşağılayıcı bir hezimete sürüklemek üzere tasarlanmış. Teknik olarak 50. madde sürecinin sona ereceği ekim ayından önce, Son Söz referandumu yapmak mümkün olsa da, gerçek bir halk tartışması yapılmadan sonuçlar büyük bir kitlenin gözünde gayrimeşru olacaktır.

Devamı >>>