Kısa bir zaman evvel seyrettiğim bir filmin ismi bu.. Sinematografik düzeyini tartışacak durumda değilim. Ama doğrusu tematik olarak eşe dosta tavsiye etmekten de kendimi alıkoyamıyorum. Konusunu anlatıp meraklıları filmi seyretmekten alıkoymak istemem. Filmin başarısı Avrupalılık şuurunun derinliklerinde yatan dramatik geçişleri ortaya koyması. Orijinali tanınmış bir giyim markasına âit olan bir logo ve slogandan -United Colours of Europe- ilham alan, Avrupa’nın muhtelif ülkelerinden gelen gençleri toplayan bir sivil toplum kuruluşunun, zâhirdeki cezbedici söylemi ile karanlık dünyâsında gizlediği ölümcül şiddet arasındaki ilişkiyi, deyim yerindeyse, didikliyor. Bu grup kendisine “Re-Generation Hareketi” ismini veriyor. Avrupalılık idealini bayraklaştıran bir Z Kuşağı hareketi bu. İtirazları ebeveynlerine. Onları, göçmenlere verdikleri tâvizler üzerinden, gençlere güvensiz bir gelecek yaratmakla, Avrupalılık idealini “kirletmekle” suçluyorlar. Avrupalılık kimliği vurucu kimlikleri.. Ateşli konuşmaların yapıldığı akademiler kuruyor, workshoplar tertip ediyorlar. Vurucu sahnelerden birisi bu toplantılardan birisinde bir genç kızın coşup, Nazilere âit meşhur Sieg Heil (Yaşasın Zafer) sloganını atması. Topluluk, Avrupa eğitiminin zihinlerine yerleştirdiği anti-Nazi bir refleksle kızı yaka paça atmaya yeltenirken, topluluğun lideri olan Karl, bunu engeller ve kıza müşfik bir şekilde yaklaşarak, “bu sloganların geçmişte kaldığını”, hareketin bunlara ihtiyacı olmadığını söyler. Artık söylem başka olmalıdır. Post modern Avrupa aklının zarf ile mazruf arasında kurduğu kırılgan ilişkidir bu. Modernliğin öze verdiği ağırlığı, biçimde eriten bir savrulma. Zarf değişince mazrufun da değişeceğine inanan yeni bir yaklaşım.
Birleşik Avrupa renklerinin (United Colours of Europe) anlattığı tam da budur. Burada Avrupa’yı Avrupa yaptığına inanılan evrenselliğe bir sâhip çıkış var. Hâsılı eski tarz bir ırkçılık reddediliyor. Avrupa organik bir birlik değil, çeşitli renklerden ve farklılıklardan mürekkep bir varlık olarak kutsanıyor. Bu da bana Fransız Yeni Sağının kurucu lideri olan, lâkin öz kızı tarafından aforoz edilen Jean- Marie Le Pen’in,1990’larda basına verdiği mülâkatlarda postmodernliğin yücelttiği çok renklilik, kültürel çeşitlilik ve farklılık gibi tematikleri yüceltmesini hatırlattı. Baba Le Pen, kültürel farklılıklara derin bir saygı beslediğini(!), îtirazının ise bu renklerin karıştırılmasına olduğunu söylemekteydi. (Düşünür Taguieff’in Avrupa Yeni Sağı’nın bu yeni doğrultusu hakkında çok derinlikli bir makalesi vardır). Le Pen’e göre her kültür kendi mecrâsında kalmalı, yer değiştirmemelidir. Bunun için de göçmenlerin Avrupa’ya girişi kesin olarak engellenmelidir. Ne kadar mâsum görünüyor, değil mi? Filmdeki Re-Generation Hareketi de bunu yapıyor. Eylemleri ise “Beyaz” ve “mâsum” Avrupalılara bombalı eylemler düzenleyip, bunları Cihadcı İslâm terörizminin hesâbına yazarak kamuoyu oluşturmak.
Filmde, hareketin lideri Karl, sık sık, esas olanın solcu veyâ sağcı olmak değil, ortak hassasiyetlerde buluşmak olduğunu vaz ediyordu. Postmodernliğin yücelttiği duygulanımların merkeze taşınması hikâyesinin en dramatik boyutu da bu. İdeolojiler sonrası dünyânın doğurduğu belirsizliğin hassasiyet paylaşımında aşılma gayreti…İlke dedikleri bile artık ilke değil, hassasiyet ortaklığı..
AB’nin “genişlemeci” eğilimlerinin sona geldiği, hâlihazırdaki Avrupa’nın korunmasının başat kaygı hâline geldiği “büzüşme” aşaması tam da bunu anlatıyor. Bugün AB’nin temel meselesi “göçmenleri” durdurmak. Elbette sürecin marjinal boyutunda apaçık ırkçılık yapan Neo-Naziler, Dazlaklar vd gruplar var. Onlar birer günah keçisi.. Anaakım kamuoylarına hâkim olan yabancı düşmanı eğilimi perdeliyorlar. Anaakım kamuoyu ise, bir taraftan anti-Nazi ezberlerini kullanıyor; diğer taraftan başta İslâm teröründen, Afgan, Afrikalı “aç erkeklerin” gasplarından, hırsızlıklarından tecâvüzlerinden korunmak, sakınmak gibi ilk bakışta mâzur görülebilecek “medenî” kaygılarıyla adım adım yeni bir faşizme yaklaştıklarının farkında bile değiller. Buradaki “medenî” vurgusu son derecede mühim bir rol oynuyor. Medenîlik kaygıları yumuşatıcı bir işlev görüyor. Bir ırkın yüceltilmesi için değil, güvenlikli yaşamak adına, medeniyetin muhafazası için yabancı düşmanlığı… “Hepimiz Karl’ız” sloganı, sıradan Avrupalıları sorumlu düşünmeye dâvet eden vurucu bir ifâde.. Bizim solculukta mangalda kül bırakmayan ama Afgan ve Sûriyelilere azılı düşmanlık besleyenler de bu filmi izlemeli. Unutmasınlar ki nasyonal sosyalizm, gökten inmedi.. Sosyalist müktesebattan-hassasiyetlerden- türedi…
AB, artık Türkiye’ye küme düşürmüş vaziyette. Türkiye, bekleme odasındaki diğer Balkan ülkeleri ile berâber bir aday ülke olarak bile değerlendirilmiyor. Başvurusu, meselâ Cezayir gibi “uzaklardan” başvuran, belki başvurmuş olduğunu bile unutmuş, “gelmez ayın kırmızı çarşambasını” bile beklemeyen başvuru sâhiplerinin dosyalarının yanına itilmiş. Hayırlı ve mübârek olsun..