“Gerçeklikle ilişkimizi kopardık. İşimize gelmeyen haberler engellenirse koşulların düzeleceğini, sorunları oluşturduğumuz algılar zemininde çözebileceğimizi zannettik. Bütün bunlar yüzünden, dış politikada görülmemiş bir savrulma yaşıyoruz.” (Foto: Cumhurbaşkanlığı Kabinesi)
John D. Rockefeller, tüm zamanların en zengin iş adamlarından biriydi. Neredeyse bir yüzyıl yaşadı. Vefat ettiğinde 98 yaşındaydı. Standard Oil petrol şirketini kurdu ve 29 yıl başkanlığını yaptı.
John D. Rockefeller, The New York Times gazetesinin sadık okuyucularındandı. Ancak, gazetedeki kötü haberler moralini bozuyordu; bunlardan daima şikâyet ederdi. Dönem Birinci Dünya Savaşı ve sonrasındaki zorlu yıllardı. Dünya ekonomisi “Büyük Buhran”a doğru hızla ilerliyordu.
Bunun üzerine, Rockefeller’ın üst düzey çalışanlarının dahiyane bir fikir geliştirdikleri söylenir. Başta New York Times olmak üzere, günlük gazeteleri tarayacaklar ve buldukları iyi haberleri bir araya getirerek Rockefeller’e sunulmak üzere dört sayfalık yeni bir gazete çıkaracaklardı. Adı da “İyi Haberler Gazetesi” olacaktı. Nitekim, öyle de yaptıkları ve John D. Rockefeller’in, hayatının sonuna kadar iyi haberler gazetesini okuyarak, mutlu bir şekilde göçüp, gittiği söylenir.
Geçen hafta TBMM’de kabul edilen ve “sansür yasası” olarak adlandırılan düzenleme bana Rockefeller’in bu hikayesini hatırlattı.
Artık, Türkiye’nin “21’inci yüzyıla damgasını vuracağı”, “Yeni küresel güvenlik mimarisinin kuruluşuna Türkiye’nin öncülük edeceği”, uygulanmakta olan garip ekonomik programın “Türkiye’yi kıskanan Batı ülkeleri tarafından örnek alındığı”, “Savunma sanayiinde Türkiye’nin yerli ve milli devrimi gerçekleştirdiği”, “Enflasyonun bir daha geri gelmemek üzere ezildiği”, “Terör belasından kurtulunduğu” gibi bir dizi güzel haber basın ve yayın organlarında manşetleri süsleyecek. Ya da böyle olması arzu ediliyor. Ve bunları sorgulamak da “dezenformasyon” sayılacak, sorgulayanlar cezaya çarptırılacak.
“Büyük ve güçlü Türkiye” mesajının sadece iç kamuoyunun tüketimi için değil, uluslararası planda imaj tazelemek amacıyla da kullanılmakta olduğu görülüyor. Bu gerçek ötesi algıyı yaratmak suretiyle, önümüzdeki yıl yapılacak seçimlerden zaferle çıkılacağının hesaplandığı anlaşılıyor.
Bu planın en büyük destekçisi Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin. Birçok Batı ülkesinde seçimlere müdahale ettiği yolunda ciddi şüpheler bulunan Putin, şahsi ihtirasları yüzünden düştüğü çukurdan kurtulmak için bu defa Türkiye’yi “kullanmak” arzusuyla girişimlerde bulunuyor.
Rusya’nın Ukrayna’yı işgali sebebiyle ortaya çıkan küresel boyuttaki gerginliğin giderilmesi konusunda dengeli bir politika izleyen Türkiye’nin, içinde bulunduğu derin ekonomik kriz yüzünden son zamanlarda Rusya’nın kurnazlıklarına boyun eğmek durumunda kaldığı görülüyor. Hatta, Türk karar vericilerinin, Ukrayna’nın Rusya tarafından işgal edildiğini tamamen göz ardı etme eğiliminde olduklarına şahit oluyoruz. Rusya da, bundan aldığı cesaretle, zaten kırılgan bir dayanışma içinde olan Batı camiası nezdinde Türkiye’yi bir nevi “Truva atı” gibi kullanmak için elinden geleni yapıyor.
Bu çerçevede, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in, son olarak açıkladığı “Türkiye’yi enerji merkezine dönüştürme” planına uzun vadeli çıkarları gereği ihtiyatla yaklaşması gereken Türkiye, büyük bir isteklilikle ve adeta müttefiklerine nazire yaparak planın uygulanmasına düşünmeden “evet” diyor. Üstelik, Rusya ile işbirliğini içeride ve dışarıda “yeni küresel düzeni birlikte kurmak” hedefiyle pazarlıyor.
Halbuki, bana göre, Putin Türkiye’yi sinsice büyük bir tuzağa çekmeye ve zor duruma sokmaya çalışıyor.
Türkiye’nin, Rusya’ya yönelik yaptırımları delme girişimlerine bir şekilde tahammül gösteren ABD ve AB’nin bu “hülle evliliği” gözü kapalı kabulleneceğini sanmıyorum. Hele, zorlu bir kış arifesinde kendi vatandaşlarından fedakârlık talep eden Batı ülkelerinin, aynı ittifak içinde yer alan bir müttefiklerinin, Putin ile böylesine yakınlık içine girmesini hazmetmelerini pek olası görmüyorum. Bunun, zaman içinde Türkiye’ye yönelik birtakım yaptırımları tetiklemesi riskini dahi dikkate almak gerekir. Özetle, Putin’in, Türkiye’yi adeta ateşe attığını söylemek hiç de yanlış olmaz.
Aslında, Batılı müttefiklerin başlangıçtaki planı, bu “enerji merkezi ve dağıtım organizasyon” işini Türkiye’ye; Azeri, İran, Katar ve İsrail gazları için yaptırmaktı diye düşünüyorum. Anlaşıldığı kadarıyla, Putin, son açıklamalarıyla bu olasılığın altını oymaya çalışıyor.
İşin üzücü tarafı, Putin bu oyunu Türk mevkidaşıyla görüşerek ve danışarak yürütüyor. Kısacası, Putin, bu hamlesiyle Türkiye’ye iyilik yapıyormuş gibi görünse de asıl amacının bizim üstümüzden batı ittifakını zafiyete uğratmak olduğu aşikâr.
Seçim arefesinde bulunan ve ekonomik bakımdan zor durumda olan Türkiye’de, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Putin’in bu girişimlerine hayır diyemiyor.
Böylelikle dış politikadaki savrulmaya yeni bir halka eklenmesine göz yumuluyor. Tabii, başta ABD olmak üzere Batılı müttefiklerinin Türkiye’ye karşı ilgisizliğinin ve ilişkileri yeniden rayına oturtma konusundaki isteksizliğinin de bunda rol oynadığını kaydetmek doğru olur.
Oysa, Türkiye, jeopolitik açıdan dünyanın en hassas coğrafyasında yer alıyor. Etrafımızda, çözümü hayli zor bir dizi eski ve yeni sorun var. Bunların azami dikkatle yönetilmesi, Türkiye açısından hayati önem taşıyor.
Kuzey komşumuz Rusya’nın bir maceraya soyunduğu ve Doğu-Batı rekabetinin ciddi ölçüde şiddetlendiği bu günlerde, Türkiye’nin, dış politikasında soğukkanlılığa, tutarlılığa ve dengeye daha fazla özen göstermesi gerekirken, adeta “züccaciye dükkanındaki fil” gibi hareket ettiğine şahitlik ediyoruz.
Son on yıl zarfında, müttefiklerimizle ve komşularımızla önce kavga edip, sonra hepsiyle barışmak gibi anlamsız bir süreç yaşadık. Bize olan güven duygusu tamamen kayboldu. Öngörülebilir bir ülke olmaktan çıktık. Dış politikamızı okumak ve anlamak imkânsız hale geldi.
Karşı karşıya bulunduğumuz bütün sorunlara sadece iç siyasette getirisi olabilecek çözümler üretme arayışına girdik. Bu çerçevede, pire için yorgan yakmaktan çekinmedik.
Esip gürledik, ancak bir türlü yağamadık. Bağırdık, çağırdık fakat sesimizi kimseye duyuramadık.
Devlet kapasitemizin çok üzerinde işlere soyunduk. Kurumsal ve ortak aklı tamamen dışladık, stratejik bakış açısına itibar etmedik.
Gerçeklikle ilişkimizi kopardık. İşimize gelmeyen haberler engellenirse koşulların düzeleceğini, sorunları oluşturduğumuz algılar zemininde çözebileceğimizi zannettik.
Bütün bunlar yüzünden, dış politikada görülmemiş bir savrulma yaşıyoruz. En azından Cumhuriyet döneminde böyle bir şey hiç olmadı. Günü kurtarmayı amaçlayan politikalar devam ettikçe, Türkiye’nin gelecekte çok daha büyük maliyetler ödemek durumunda kalması olasılığının yükseldiğini görmemiz ve bir an önce kendimize çeki düzen vermemiz gerekir.
Bugün içinde bulunduğumuz savrulmadan sadece iktidarın sorumlu olduğunu söylemek de haksızlık olur.
Türkiye’deki çaresizliğin her geçen gün biraz daha derinleşmesinden ne yazık ki, ne iç ne dış politikalarında tutarlılık bulunan muhalefet partileri de en az iktidar kadar sorumludur. Muhalefet, Türkiye için yeni bir gelecek hikayesi yazmakta ve alternatif politikalar üretmekte bugüne dek başarılı olamamıştır.
Aksine, muhalefetin de, son zamanlarda ülkenin gerçek sorunları yerine, sadece kendi açısından olumlu kabul edilen konulara odaklanma eğilimi içine girdiği görülüyor. Hal böyle olunca, Türk seçmenine, iktidarın hazırladığı, muhalefetin de dolaylı olarak katkıda bulunduğu “iyi haberler gazetesini” okuyarak güne başlamanın dışında bir seçenek kalmıyor.
Kaynak: farklı bakış