Evrensel hukuk ilkeleri, hukuk devleti, kuvvetler ayrılığı, demokratik bir yaşamın olmazsa olmazlarıdır.
Bunları hiçbir tarihsel ve sosyolojik girdi ya da yerel değer ikame etmez. Ne milletin irfanı, ne dayanışma ruhu, ne varsayılan meziyetleri...
Üç parçalı bir silsile vardır.
Önce, bu ilkeler,
- Toplum-devlet sözleşmesinin, anayasanın merkezinde yer almalıdır.
- Yetmez. Kanunlara yansımalı, onlar ve kurumlar tarafından korumalı ve denetlenmelidir.
- O da yetmez. Toplum tarafından ahlaki temel kural olarak içselleştirilmiş olmalıdır.
Bizde ya biri vardır ya diğeri. En iyi durumda ikisini yakaladığımızı düşünmüşüzdür. Ama üçünü bir arada gördüğümüz hemen hiç olmamıştır.
Buna karşın üçünün de yokluğuna alışığızdır.
Bugün o topyekûn yokluk hallerinden birisini yaşıyoruz.
Bu üçlü yokluk, aslında onu üretenlere dair üçlü sorumluluk demektir.
Siyasi egemenin ve aktörlerin sorumluluğu...
Onu denetlemesi, sınırlandırması gereken yargı, yargıç, kurum gibi aktörlerin sorumluluğu...
Sivil parçaların, hatta şahsi alanların sorumluluğu...
Özellikle sivil parçalara dair bu son sorumluluk katmanı, üzerine az düşünülen, ama belirleyiciliği yüksek, otoriterlik, hoyratlık, cemaatçilik, partizanlık dahil pek hastalığın meşrulaştırıcı unsurudur. Zira dimağları kuşatan değer sistemlerine, hatta daha ötesine gönderme yapar.
Onu zihniyet tabiriyle ifade etmek yanlış olmaz.
Peki nedir zihniyet?
İnsanın dış gerçeklikler karşısındaki akıl yürütme biçimidir. Algılama, anlama, açıklama düzenini oluşturan parçaların zihindeki kendiliğinden sıralanma biçimidir.
Fernand Braudel’in 1963’te yayınlanan Medeniyetler Grameri kitabındaki şu tanımı klasik olmuştur:
“Her dönemde dünyaya ve nesnelere dair belli tahayyül, kolektif bir bakış toplumun tümünü kuşatır, ona nüfuz eder. Davranışları belirler, tercihleri yönlendirir, önyargıları üretir, toplumun hareketlerini şekillendirir. Bu, zihniyettir. Zihniyet, belli bir dönemin toplumsal, tarihsel koşulları ve gelişmelerinin ürünü olmaktan çok, uzak ve köklü bir mirasın, sıkça adeta bilinç altına yerleşmiş eski inançların, korkuların, endişelerin eseridir. İlk tohumları geçmişte kaybolmuş, kuşaktan kuşağa, insan nesilleriyle aktarılan ve bulaşan devasa bir salgının eseri... Bir toplumda güncel hadiselere verilen tepkiler, bu hadiselerin o toplum üzerindeki baskısı, rasyonel mantık ya da egoların yönlendirdiği çıkarlardan ziyade, bu formüle edilmemiş, sıkça da edilemeyen, ortak bilinç altından fışkıran ‘emir’e itaat ederler. Zihniyetler zamanından az etkilenir, çok uzun ve her zaman farkında olunmayan kuluçka dönemlerden sonra, çok yavaş değişirler.”
İnsanı kuşatan yapılara, bir tür yapısalcılığa gönderme yapan güçlü bir tanım...
Braudel’in sözünü ettiği öyle bir çatıdır ki, örneğin Türkiye’yi düşünecek olursak sağdan sola, milliyetçilikten İslamcılığa pek çok siyasi tutumu örter.
Çatının altındaki parçalar olarak siyasi tutumları örnek vermem, gelişigüzel bir tercih değildir.
Nitekim Türkiye’de hangi eğilimden olursa olsun hakim siyaset algısındaki “kök anlayış” kimlik ve mensubiyet üzerine kuruludur. Bu anlayış, ana hatlarıyla, çok parçalı toplum fikrini tek parçalı millet kavramıyla ikame eder.
Zihinler, tarihi milletler ve kültürler arası gerilim olarak tanımlayan ve süreli bir seferberlik hali olarak “devlet-siyaset-toplum-insan” özdeşliği kurma eğilimi taşıyan bir yapıda akıl yürütür.
Türk, sağcı, solcu, İslamcı gibi kategoriler üzerinden mensubiyet duygusuna yapılan aşırı vurgu, bütün ataerkil düzenlerde olduğu gibi burada da, “içine kapalı doğal düzen” algısını her aktörün içine doğduğu doğal bir değer kılar.
İçe kapalılık ise doğal olarak kuvvetli bir öteki mefhumunu besler ve kimlik tanımında “öteki” fikrini hatırı sayılır bir şekilde araçsallaştırır.
“Öteki”ye tedbir esas olur.
Tedbir ise keyfi olur.
İstisnalar, direnen örnekler dışında, insan, yargı, yargıç bunun karşısında diz çöker.
Bazı dönemlerde bu daha baskındır, bugün olduğu gibi...
Braudel’in söylediği türden bir kuluçka döneminden geçtiğimizi umalım.