Müslümanların başka toplumlarla her karşılaşmalarının onları etkilemesi kaçınılmaz bir şey. Çünkü Müslümanlardan bahsettiğimizde, hatta en idealinden Müslümanlardan bahsettiğimizde bile toplum içinde bütün gelişmeleri yaşayıp, insanlarla her türlü alışverişi yapıp hiçbir etki altında kalmadan kendisi olarak kalabilen robotlardan bahsetmiyoruz. Müslümanlar da insandır ve bu etkileşim kaçınılmazdır. Etkileyen etkilenir de. Aslında fizik alanında bile bu kural geçerli iken sosyal alemde hiçbir etki altında kalmadan hayatını sürdürmesi beklentisi hem Müslümana metafizik bir sabitlik yüklemek hem de hayatın gerçekliğini ıskalamaktır.
Elbette bu sözü söylemekle Müslümanların karşılaştıkları toplumların içinde eriyip gitmesi veya hiçbir iddiada veya davette bulunmaksızın o toplumların gayr-ı İslami gerçekliklerine uyum sağlama örneklerinden bahsetmiyoruz. Bu da illa ki bir etkileşim ama kabul edilemeyecek bir yozlaşma veya asimile olmakla sonuçlanan bir etkileşimdir. Etkileşimin Müslümancası kendi iddialarından, sabitelerinden vazgeçmeden, mesajını ulaştırdığından da alınabilecek bir şeyler olduğunu bilerek gözünü, kulağını almaya açık tutmaktır.
Ankara’da İslam Düşünce Enstitüsü’ndeki konferansında Ufuk Turuna devam ettiğimiz Moritanyalı Müslüman düşünür Muhtar el-Şankıtî, Müslümanların kendi sabitlerine bağlı kalarak, onun davasından asla vazgeçmeyerek karşılaştıkları toplumlardan da bir şeyler almalarının marjları üzerinde durmaya çalıştık. Bu aynı zamanda İslam düşüncesinin bütün insanlık mirasını da kendi rengine boyama maharetini de işaret eder. Kur’an’da Allah’ın boyasıyla boyanmaktan boşuna bahsedilmiyor. Boya, tabiatı itibariyle yapıyı değiştirmiyor, belli bir yapısal pratiğin görünümünü ve aslında fonksiyonunu da değiştiriyor.
Şankıtî, aslında bütün medeniyetlerin özünde iyiliklerin de olduğunu, ancak zamanla üzerinde biriken tozların veya pasların silinmesiyle İslami özünün açığa çıkarılabileceğinden bahseder. O yüzden İslam’ın kültürel karşılaşmalarda başka bir kültürü her benimsemesi bir asimilasyon veya yozlaşma olarak gerçekleşmez, aksine bir istiap, bir içe alma, bir genişleme olarak gerçekleşir ki, Marshall Hodgson, “İslam’ın Serüveni” isimli eserinde bu durumdan “İslam medeniyetinin açık ara bir özgünlüğü” olarak bahseder. O yüzden İslam medeniyeti içindeki Hıristiyanlar da, Yahudiler de kültürel pratiklerini İslam medeniyetine dahil ederek ortaya koymuşlardır.
19. Yüzyıldan itibaren Batı’nın kültürü ile tekniğini birbirinden nasıl ayırıp alacağımız üzerine yapılan biteviye tartışmalar aslında İslam medeniyetinin genişleme pratiği açısından ciddi bir gerileme sayılır. Zira geçmişte İslam’ın mesajını dünyanın her yanına ulaştıran Müslümanlar bu konuda çok daha rahat davranmışlardı. Tekniğini aldığımızda kültürü de kendiliğinden gelir diye tekniğini ve bilimini dahi almamayı bugün bile savunanların durumu çok daha ilginç. Tamamen bahsettikleri bilim ve tekniğin ortasından konuşup bu direnişten bahsederken Müslüman fıkhını boşlukta cereyan eden bir absürt seviyesine ne kadar indirdiklerinin farkında bile değiller.
Bugün batılı bilim ve teknolojinin kültürüyle birlikte hayatımıza girmiş olduğunu kendi iddialarına kanıt olarak ileri sürebilirler. Oysa unuttukları şey, batılı kültürün, bilhassa İslami açıdan asla kabul edilemeyecek kültürünün bilim ve teknolojinin açtığı kapıdan değil, siyasetin açtığı kapıdan girmiş olduğudur.
Bu ülkede batılı alfabe, kılık-kıyafet, kültür, tarih bilinci, hayat tarzı üstelik “devrim” adı altında bilim ve teknoloji yoluyla değil, tamamen tepeden inme bir yolla topluma kabul ettirildi. O siyasete direnme fırsatını kaçıranların bilim ve teknoloji karşısında kurmaya çalıştığı çaresiz entelektüel bariyerlerin hiçbir anlamı ve münasebeti bulunmuyor. Durumu daha gerçekçi bir yolla okuyup İslam’ın sabiteleri açısından genişleme marjlarını daha iyi takdir edebilecek bir içtihat aklının geri dönmesi lazım.
Ancak İslam dünyasının Şankıtî’ye göre asıl büyük sorunu tabii ki son yüzyıldır başlamış olan sorundan da daha köklü bir sorun, Hilafetin saltanata dönüştüğü zamanlardan itibaren ümmete musallat olmuş olan istibdat sorunu. Malik bin Nebi, M. Abid Cabiri ve Kevakibi’ye atfen ortaya koyduğu argümanlarla İslam dünyasının bugün dahi en önemli sorununun istibdat sorunu olduğunu anlatıyor Şankıtî.
Emevilerle birlikte başlayan “büyük fitne’ den itibaren itikat dahi siyasetin elinde yer yer araçsallaşmaktan kurtulamamıştır. İstibdat Müslümanların ortak aklını siyasi otoritenin aklı içinde tek bir akla indirgerken kaçınılmaz olarak aklı tüketir ve verimsizleştirir. Farklı akılların değerlendirilmesine imkan ve ortamın bırakılmadığı durumlarda hür türlü farklı fikrin bir sapma veya ihanet olarak nitelenmesi düşünceyi kısırlaştırır.
Siyasette bu mekanizma böyle işlerken dini cemaatler ve oluşumlar da siyasal erkin bu istibdadına itiraz edip alternatif üreteceklerine onu taklit edip kendi içlerinde aynı istibdadı üretirler. Düsturu ve talimatı işin ehliyle istişare olan bir dinin mensuplarının özgür aklın önünü tıkayan bir istibdadı bu yolla bir kültür haline getirmiş olmaları gerçek bir trajedi.
Bu trajediyi aşmanın yolu, istibdatla mücadele için bir tür anayasal şuranın yukarıdan aşağıya veya aşağıdan yukarıya işletilmesidir.
Arap Baharı, öncesi ve sonrasıyla İslam dünyasında bu istibdadı aşmaya aday aktörlerin yine de İslamcılar olduğunu göstermiştir. Müslümanlara musallat olmuş istibdadın kültürel kökenleri ilk fitneye kadar götürülebilse de sömürge sonrası Müslümanlara musallat olmuş olan istibdadın bu kültürle doğrudan ilgisi yok. Bilakis bu istibdat sözümona demokrasinin öncülüğü iddiasındaki batılıların Müslüman toplumlara reva gördükleri bir istibdattır.
Batılılar Müslümanlar için demokrasiyi hiçbir zaman istemediler. Onlar İslam ve demokrasinin uyuşmazlığı üzerine bolca edebiyat yaparken gerçek bir demokrasi ihtimalini bir kabus gibi görüp İslam dünyasındaki despotlarla işbirliği içinde onu boğmaya çalıştılar. Arap Baharındaki karşı devrim süreçlerinde Batılı ülkelerin hatta aydınlarının tutumu bunu yeterince gösteriyor.
Aynı çevrelerin Türkiye’de demokrasiyi sorgulamaları da bu çelişkilerinin sadece bir örneğidir. Yoksa şikayet ettikleri şey İslamcıların demokrat olmaması mıdır yoksa demokratikleşmiş Türkiye’de bir kendi ajanlarının kazanma ihtimalinin zorluklarıyla baş etmek midir?
Şankıtî’nin Mana Yayınlarından çıkan “İslam Medeniyetinde Anayasal Kriz” isimli kitabı verimli tartışmaları hareketlendirebilecek güçlü bir metin. Tabi işlevini yerine getirmesi için muhataplarını, okuyucularını bulması lazım.