Herkes toplumun gidişatından şikâyetçi. Vefa gitmiş, sadakat kalmamış, bencillik artmış, kin nefret tavan yapmış, sevgi ve saygı unutulmuş? Kimse aynaya bakmıyor. ?Evlerimizde sohbet kalmadı´ şikâyetini dillendiren abimiz kendi hanesinde bunu tesis etmeye yanaşmıyor.
?Başarıyı ve kariyeri abartıp putlaştırdık´ diye içli yazılar yazanlar aile boyu bu uğurda koşup planlamalar yapıyor. ?Bizi ne hale getirdiler!´ diye yakınan vaiz şunu bilmez mi?
Siz o hale gelmek istemeseydiniz kimse sizi o hale getirmezdi. ?Okumuyoruz´ diyen babanın gerçekte okumak diye bir sorunu olsa ne yapar eder evini mektebe dönüştürür. Ne kadar kolay değil mi mesuliyeti başkalarının sırtına yüklemek?
Emperyalistler bizi bölüp parçaladılar, kapitalistler bizi tüketim kölesi yaptılar, ateistler inançlarımızı silip süpürdüler, materyalistler milleti maddecileştirdiler? Kimse çıkıp da, ?Bütün bunlar olurken sen neredeydin?? diye sormuyor.
İnsan bir şeyi istemedikçe o şeyin hâkimiyet alanına girmez. Sömürülmeyi istemiyorsa bir insan veya bir toplum mümkün değil hiçbir güç onu boyunduruk altına alamaz. Bir şeyi istememek de aynı dinamizme sahiptir. İstemeyen kişi ya da toplum ona muadil şekilde bir mukavemet geliştirir. Şayet direniş ve mukavemet ortaya konulmuyorsa karşılaşılan durumu zımni anlamda bir kabulleniş söz konusudur.
Evlerin hali, sokakların hali, cemiyetin hali, dünyanın hali diye başlayıp devam eden yakınmalar insanın kendi iradesini hükümsüz kılma gayretinden başka bir şey değildir. Mazlum ve mağdur olmak her zaman masum olmak demek değildir elbet. Zalime cesaret verecek denli kendini zulme müsait kılmışsa bir toplum ya da bir kişi en az zulmeden kadar suçludur. Cami kürsülerinde vaaz dilinin de bu formattan bir an önce kurtulması şarttır. Şikâyet dili çaresizlik aşılayan bir dildir. Hâlbuki insanlar çözüm diline hasrettirler.
Topluma karşı ağlamak toplumu duvar kılmaktır. Çözüm insanın kendisidir, çare gücün ve güçlünün karşısında ezilmemek ve de ezik durmamaktır.
Tek kelimeyle tahammülsüzüz. Kimse kimseyi taşımıyor. İstesek taşırız birbirimizi. Hele bir de hiçbir çıkarımız yoksa karşımızdakinden bu tahammülsüzlük had safhaya ulaşıyor.
Bir köşe yazarı, bir yazar genel kabulün ötesinde bir dini yorum yapıyor, tasvip etmeyen bir zümre sosyal medyada örgütlenerek adamın üstüne gidiyorlar. Ağızlarına ne gelirse söylüyorlar.
Hani insaf dinin yarısıydı. Hani müminler birbirine karşı şefkatliydi? Bu öfke niye? Velev ki çok isabetsiz bir görüş ortaya konulmuş olsun, bu o kişiye saldırmayı mı gerektirir yoksa onu aklıselime yöneltmek için çaba göstermek mi lazımdır? İnsan yanılır ve şaşar. Bir insanın hakikati kurcalarken yanılması saygıyı en çok hak eden bir durum. Bedevi öfkesi ile hareket edenler neyin kaygısını güdüyorlar? Hakikatin yara alacağından mı endişe ediyorlar? Hiç korkmasınlar, zira hakikat düşünen insana tahammülsüzlük dışında hiçbir şeyden etkilenmez. İnanmış bir adam yanlışa düşen kardeşi karşısında saldırıya geçmez, yardıma yönelir.
Onu içinde bulunduğu durumdan vuzuha kavuşturur. Yolunun üzerindeki dikenleri, taşları ve çerçöpü kaldırır. Ah olgunluk, sen bizim mahalleye ne zaman uğrayacaksın! Ah merhamet, terk ettiğin topraklara ne zaman geri döneceksin! Ah sevgisizlik, sırtındaki cübbeyi, başındaki sarığı ne zaman çıkaracaksın! Ah tahammül, sevginin ve muhabbetin olduğu yerde sen ne arıyorsun?