İstanbul barajlarındaki doluluk seviyesi düştü. Hemen kıraathane, berber ve ev gezmeleri hattında, “Belediye seçimini CHP kazandı, su sıkıntısı başlayacak” sohbetleri başladı.
Kıraathane-berber-ev gezmeleri hattının sosyal medya ve bildiğiniz medya karşılıkları da var tabii.
Yağmur yağmadığı için CHP’li Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nu ‘lanetli’ ilan etmeye kadar varan ‘düşünür’lere rastlamak mümkün...
Evet, doğrudur, birkaç yıl içinde İstanbul bir su sorunuyla yüzleşmek zorunda kalacak. Aslında tüm Türkiye’yi ve dünyayı büyük bir su felaketi bekliyor.
Su kaynaklarının, ormanların, tarım arazilerinin hesapsızca yok edilmesi, yeraltı sularının aşırı kullanımı, kentlerin plansız büyümesi, sanayinin plansız dağılımı... Bunların hepsi gelecek neslin tepesine büyük bir buhran olarak çökecek.
Özellikle su, giderek daha kritik bir konu olarak karşımıza çıkacak.
Her şeyin ‘yerli ve milli’ terazisinde tartıldığı Türkiye’nin su kaynakları, mevcut iktidar döneminde büyük bir yağmaya uğradı.
Öyle ki, iktidara yakın kimi isimler yasal mevzuata bile gerek duymadan su kaynaklarını çevirdi, ‘marka yaratıp’ şişeleme işlemlerini başlattı!
Peki, sonra ne oldu?
İş kanuna uyduruldu, ‘marka’ ve su kaynağı bir yabancı şirkete satıldı, yabancı şirket de işi büyüttü. Böyle bir dizi örnek var. Sapanca’ya bakın, neler neler görürsünüz!
Gelinen noktada, ‘ambalajlı su sektörü’ dedikleri, yani bildiğiniz naylon şişelerde su satan şirketler toplamı, halka ait olması gereken su kaynakları üzerinden 8,5 milyar liralık bir ciro elde ediyor.
Her sene büyüyen kâr!..
Tabii su üzerinden sermaye biriktiren bu şirketlerin bir de derneği var: Ambalajlı Su Üreticileri Derneği, SUDER. Duyan da suyu kendileri üretiyormuş zannedecek!..
Halkın olan suyun başını tutmuşlar, şişeleyip halka satıyor ve bundan kâr ediyorlar. Kimileri artezyenle yeraltı sularını çekip, ‘işleyip’ onları satıyor. Biraz dikkatli tetkikler yapıldığında büyük çoğunluğunun sağlıksız su sattıkları ortaya çıkıyor.
Geçtiğimiz yaz Milliyet gazetesinde ‘Suya Hücum’ başlıklı bir haber yayınlanmıştı; ‘naylonda su’ sektörünün nasıl büyüdüğünü anlatıyordu. Böyle bir sürü haber görürsünüz.
‘Halkla ilişkiler’ (pr) şirketleri naylonda su satanlar için harıl harıl çalışıyor.
Şirketler, çeşme sularının ne kadar sağlıksız olduğuna dönük örtülü ‘pr’ çalışmaları yaparken, halk sağlıksız gördüğü çeşme suyunu çoluğuna çocuğuna içirmektense, milyarlarca lirayı bu daha sağlıksız naylon şirket sularına gömmeyi tercih ediyor.
Geçen yıl şişesi 1 liraya satılan yarım litre naylon su bu sene 1,5 liradan satıldı. Litresi benzinin litresinin yarı fiyatına denk geliyor. Paraya bakın!
Üstelik içtiğimiz her naylon suda vücudumuza plastik alıyoruz. Bu plastik birikiyor. Her türlü musibete yol açıyor. Dahası, bizim içtiğimiz ve sağa sola fırlattığımız naylon şişeler, mesela yavru bir deniz kaplumbağasının ölümüne sebep oluyor.
Karaya vuran balinaların midesinden ‘pet’ diye kibarlaştırılan naylon şişelerin binlercesi çıkıyor.
Okyanusta ‘yeni kıta’ dedikleri naylon adası oluştu!
Buna rağmen naylon ‘pazar’ı giderek büyüyor, yabancı şirketler her sene yurtdışına bizim suyumuz üzerinden tatlı kâr transferleri yapıyor, marketlerin poşetlerine 25 kuruşluk haraç koyan ‘yerli ve milli’ iktidar ise vaziyeti sadece seyrediyor!..
Gelelim İstanbul’a...
Bir dönem bu kentin kurulu olduğu topraklarda Boğaz’a, Marmara’ya, Karadeniz’e yüzlerce dere akıyordu.
Bu kadar betona boğulmasa bu kentin her yerinden su fışkırırdı.
Şimdi geldiğimiz noktada bir beton cennetiyle karşı karşıyayız. Evet, cennette yaşıyoruz! Zira bir kentin nefes alınabilecek tek yeri mezarlıklarıysa o kent ölmüş demektir.
Bu kenti on yıllardır yöneten mevcut iktidar, sadece beton yığınları yarattı. Betonların, Çamlıca tepelerinin zirvesine doğru tırmandığına tanık olduk. Bırakın dereyi falan, artık Çamlıca’da bile toprak görmeden yaşayan çocuklar var.
O ormanlar nasıl yağmalandı? İzah eden yok.
Fakat durun, bunlar iyi günlerimiz.
İş daha da vahimleşiyor. Kuzey Ormanları’nı yok edip otoyol ve yeni yağmalanacak yerleşim alanları açtılar.
Kent periferisindeki sulak alanları kurutup kuşların göç yolları üzerine beton dökerek yaptıkları havaalanıyla övünüyorlar.
Şimdi ‘Kanal İstanbul’ tartışmasını yeniden başlattılar. Doğayla oynamaya doymuyorlar.
İnşaattan başka bildikleri ‘ekonomik büyüme’ şekli olmadığı için, yeni inşaat alanları açmaya çalışıyorlar.
Bir yandan televizyonlarda kamu spotu geçerek “Tarım arazilerine inşaat yapmayın” derken, on binlerce dönüm tarım arazisini ve yeşil alanı yok edecek ‘çılgın’ bir projede ısrar ediyorlar. Sonra da 250 bin dolar verip mülk alanlara ‘yerli ve milli’ vatandaş olma hakkı tanıyacaklar! Şaka gibi!
Sadece bugün cebe inecek parayı düşünerek insanca yaşanabilir bir gelecek inşa etmek mümkün mü?
Su bitiyor su!
İnşa ettikleri ve İstanbul’un su ihtiyacını karşılaması beklenen Melen Barajı’nın gövdesinde derin çatlaklar var. Baraj yeni baştan yapılmak zorunda!..
Hiç de ‘çılgın’ olmayan bir projenin durumu buysa, ‘çılgın’ projede başımıza ne iş geleceğini düşünmek bile istemiyorum!
İstanbul’la oynayan bütün siyasetçilere bir çift lafım var: Bırakın büyük laflar etmeyi, gerçekten ‘çılgın’ bir tek proje var İstanbul’un önünde, o da çeşmelerden içilebilir, sağlıklı su akıtmak.
Ekrem İmamoğlu idaresindeki belediye bu işi başarmak zorundadır. Bu, aynı zamanda, belediye meclisindeki tüm partilerin sorumluluğudur. Aynı sorumluluk diğer il ve ilçe belediyeleri için de geçerlidir.
Naylon sucuların bu fukara milletin cebindeki parayı alıp yurtdışına ‘kâr transferi’ olarak yollamalarını izleyen herkes vebal altındadır.
Ve nihayet, su kaynaklarını yabancı şirketlerin elinden alıp millileştirmeyen kimselerin ‘yerli ve milli’ laflar etmesinin hayatta hiçbir karşılığı yoktur...