“Kürt Sorununa Toplumsal Bakış (2010-2022)” başlıklı raporun sonuçları, İstanbul’da düzenlenen toplantıyla kamuoyuna açıklandı.
Barış Vakfı için Prof. Ayşe Betül Çelik, Prof. Evren Balta ve Mehmet Gürses, Friedrich-Ebert-Stiftung (FES) Derneği Türkiye Temsilciliği’nin desteğiyle “Kürt Sorununa Toplumsal Bakış (2010-2022)” başlıklı bir rapor hazırladı. Rapor, KONDA Araştırma ve Danışmanlığı verilerinin analizinden oluşuyor. Rapor, Kürt meselesinde son 12 yılda yaşanan toplumsal değişimi konu edinerek hazırlandı.
Raporun tanıtımı bugün İstanbul’da düzenlenen bir toplantıda yapıldı.
Toplantının açılış konuşmasını Barış Vakfı’ndan Hakan Tahmaz yaptı. Tahmaz şunları söyledi: “Bir yıldır barışın olanaklarını ve imkanlarını nasıl çoğaltırız sorusuna cevap bulmaya çalışıyoruz. STK’lar, barış çalışmaları yürütenler olsa ne yapabilir sorununa yanıt aramaya çalıştık. Çözüm sürecinde çıkardığımız sonuçlar üzerine STK’larla ne yapabiliriz üzerine tartıştık. Türkiye önümüzdeki yıl bir seçime girecek. Bu Türkiye ve Kürt sorununun çözümüne yönelik önemli bir seçim olacak. Biz Kürt sorununun çözümüne ilişkin konuşmak istedik. Sivil toplum bugün ne yapmalı? Helalleşme nedir, ne yapılabilir, nasıl bir yol izlenebilir sorularına yanıt aramaya çalışacağız. Yüzde 35 olan barış umuduna nasıl katkı sağlarız. Bunun üzerine kafa yoracağız.”
‘YAKICI BİR SORUN OLMA NİTELİĞİNİ YİTİRMEDİ’
Raporun sunumunu yapan Prof. Dr. Ayşe Betül Çelik, barış masasının neden terk edildiğine dair birçok akademik çalışma ve uzman görüşü yayınlandığını fakat barış sürecinin sonlanması ya da en iyi haliyle rafa kaldırılmasının toplumdaki yankıları hakkında halen çok fazla bir bilgiye sahip olmadıklarını söyledi. Dahası Temmuz 2016 darbe girişimi sonrası iki yıl süreyle yaşanan olağanüstü hâl dönemi ve sonrasındaki Kürt siyasetçilere ve Kürt belediyelerine karşı yürütülen cezalandırıcı hukuk süreci ve daralan demokratik siyaset ortamının Kürt sorununa dair algıları nasıl etkilediğine dair de çok az çalışma olduğunu belirten Çelik, sözlerine şöyle devam etti:
“Bu araştırmaya esas teşkil eden KONDA verileri göstermektedir ki güvenlikçi/askeri çözüm, Kürt sorununun özellikle kendisini etnik olarak Türk olarak tanımlayan gruplar arasında önemini yitirmesine neden olmuştur. Bu gruplara göre Kürt sorunu Türkiye’nin eğitim, enflasyon, göçmenler, demokratikleşme, kadın-erkek eşitliği gibi pek çok yakıcı sorununun arkasında gelmektedir. Aşağıdaki tabloda da görülebileceği gibi Ocak 2020 itibariyle Türkiye’nin sadece yüzde 12’si öncelikli sorun olarak Kürt sorununu görmektedir. Ancak kendisini etnik olarak Kürt olarak tanımlayanlar arasında bu oran yüzde 40’lara kadar çıkmakta, Halkların Demokratik Partisi (HDP) seçmenleri arasında ise yüzde 60 oranına yaklaşmaktadır. Bu çalışma Kürt sorununun göreceli olarak gündemden düştüğü ama gerek Türkiye’nin demokratikleşmesi gerek eşit ve adil bir vatandaşlık özlemi açısından yakıcı bir sorun olma niteliğini yitirmediği bir dönemde kaleme alınmış ve böylesi bir dönemde Kürt sorununun çözümü konusunda ne tür bir siyasi alanın ve hangi olanakların mevcut olduğunun tartışılmasını hedeflemiştir.”
‘AYRI DEVLET DÜŞÜNCESİ YÜZDE 30’
“Bu çalışmada biz Türkiye’de Kürt sorununun tanımına dair farklılıkları, çözüme yönelik temel tutumları, kültürel ve siyasi haklar konusundaki farklı grupların yaklaşımlarını analiz etmeye ve bu analizden yola çıkarak kalıcı ve sürdürülebilir bir barış siyasetinin nasıl inşa edileceğini tartışmaya çalıştık” diyen Çelik, raporun “Kürt Sorununun Kökeni ve Endişe Siyaseti” başlıklı bölümünü ele alarak şöyle devam etti:
“Barış süreçlerinin gerekli desteği bulamamasının en önemli nedenlerinden birisi çatışma yaşamış kesimlerin çatışmanın doğasını; yani çatışmaya neden olan sebepleri, çatışmanın taraflarını ve çatışma tarihçesini farklı tanımlamalarıdır. Türkiye’de de durum bu açıdan çatışma yaşayan diğer ülkelerden farklı değildir. Çatışmanın farklı tanımlanması doğal olarak barışın nasıl olacağının da farklı tanımlanmasına yol açar. Barış sürecinin (resmi olarak) ilk başladığı 2009 yılından yaklaşık bir yıl sonra Nisan 2010’daki araştırmada KONDA katılımcılara ‘Güneydoğu ve Kürt sorunu Kürtlerin ayrı bir devlet kurmak istemesinden kaynaklanıyor’ sorusuna ne derece katıldıklarını sormuştur. Cevaplar katılımcıların yarısından çoğunun (yüzde 55) bu algıya sahip olduğunu göstermektedir. Bu oran kendini Türk olarak tanımlayanlarda daha yüksektir (yüzde 58,54). Türk olmayan katılımcılarda (ki bunun büyük çoğunluğunu kendisini Kürt olarak tanımlayanlar oluşturmakta) ‘ayrı devlet’ düşüncesinden kaynaklı olduğuna olan destek yüzde 30’larda kalmaktadır. Daha detaylı bir analiz yaptığımızda, Kürtlerin sorununu ‘ayrılıkçılık’ olarak gördüğüne dair kanıt çok zayıf kalmaktadır. Çok net bir şekilde kendisini Kürt ve Türk olarak tanımlayanların algı ve söylemlerde önemli oranda ayrıştığını görmekteyiz.”
‘CHP’Lİ SEÇMEN SAVAŞ DİLİNE KARŞI ÇIKMAYA BAŞLADI’
Barış sürecinin sona erip çatışmaların tekrar yükseldiği döneme baktıklarında dönemin kötümser ortamını yansıtan bir tablo ile karşılaştıklarına dikkat çeken Çelik, sözlerine şöyle devam etti: “Kürt sorununun çözümü için, tek yol terörü yok etmektir’ cümlesine ne derece katıldıkları sorulduğunda katılımcıların yarısından fazlasının bu yargıyı desteklediği gözlemlenmektedir (3402 katılımcının 1941’i yani yüzde 57,05’i bu cümleye “doğru” ya da “kesinlikle doğru” yanıtını vermiştir). Fakat bu soruyu parti seçmenleri bazında incelediğimizde ilginç bir sonuçla da karşılaşmaktayız. Bu yanıtı destekleyen ve barış sürecinin sıkı destekçileri olan AK Parti seçmelerinin sorunun ‘terörü yok etmekle’ çözümleneceğine dair inancı artarak MHP seçmeni çizgisine yaklaşırken, CHP’li seçmenlerin kısmen de olsa ‘savaş’ diline karşı çıkmaya başladığı gözlenmektedir. Seçmenlerin kendi partilerinin barış/çatışma söylemlerinden etkilendiği görülmektedir. Bu sonuç bu araştırmanın dikkat çekmek istediğimiz önemli bulgularından birisidir. Türkiye kamuoyunda görece olarak ufak bir kesimin parti siyasetinden bağımsız net fikirleri vardır ve parti söylemlerinin nasıl kurulduğu bu sorunun kamuoyu tarafından nasıl anlaşıldığı konusunda kritik bir öneme sahiptir. Kürt sorununun devam etmesi siyasi kutuplaşmayı, siyasi kutuplaşma da Kürt sorununun devam etmesini beslemektedir. Bu konuda partiler üstü bir söylemin ve uzlaşmanın varlığı sorunun çözümünde son derece önem arz etmektedir.
‘TÜRKLERİN SEVR PARANOYASI’
Eylül 2015 KONDA çalışmasında katılımcılara bir de açık uçlu olarak ‘Kürt sorununu çözmek için ne yapmalıyız?’ sorusu yöneltilmiştir. Bu yanıtları ‘güvenlik eksenli,’ ‘demokrasi eksenli,’ ‘ekonomik eksenli’ ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2015 sonrası kısa süreli vurgu yaptığı ‘ortak din’ eksenli çözümler olarak kategorileştirdiğimizde iki önemli bulgu dikkat çekmektedir. Katılımcıların en çok söyledikleri yöntemler güvenlik ve demokrasi eksenli çözümlerdir. Bu da 2010’daki çizgiye benzer bir çizgi olmakla birlikte bu dönemin çatışmalı bir dönem olduğu göz önünde bulundurulduğunda yaşanılan sıkıntılara rağmen demokratik çözümlerden vazgeçilmediğini görmek resmin olumlu yanıdır. 1980’lerin ekonomik tanımlamaları ve çözümleri ve Erdoğan’ın kısa süreli vurgu yaptığı dini çözümler halk nezdinde pek destek görmemektedir. Yanıtlara parti seçmeni bazında bakıldığında ise CHP seçmeninin güvenlik söylemlerine karşı bir çizgide olduğu görülse de Kürt sorununun demokratik çözümüne de çok net bir desteği olmadığı ortaya çıkmaktadır. Burada CHP’li seçmenin duruşunun kritik olduğunun da altı çizilmelidir. CHP’li seçmenin güvenlik odaklı çözümlere verdiği destekte bölünmüş olması bu kesimin barış süreci konusunda sanıldığından daha kolay ikna edileceğini fakat demokratik haklar konusunda daha çok bilgilendirilmesi ve destekleri için çalışılmasının gerekli olduğuna işaret etmektedir. Çatışmaların güvenlik eksenli tanımlanmalarının altında çoğunlukla korkular yatar (ülkenin dış mihraklarca bölüneceği korkusu). Barış sürecinin sekteye uğramasından yaklaşık beş yıl sonra Ocak 2020’deki duruma baktığımızda da bu korkuların yoğun bir şekilde toplumda var olduğunu görmekteyiz. Katılımcıların ‘Türkiye’nin bölünmesinden korkuyorum’ ifadesine ne derece katıldıklarına baktığımızda çoğunun ama özellikle Türklerin bu ifadeye destek verdiğini görüyoruz. Sevr paranoyasının varlığı otoriter siyasi aktörler tarafından beka siyasetinin tüm toplumsal kriz dönemlerinde harekete geçirilebilmesini ve Türkiye’nin demokratikleşmesinin bir türlü tamamlanamayan bir proje olarak kalmasını kolaylaştırmaktadır.” ‘ KÜRT VATANDAŞLARIN KAMUSAL ALANDA YAŞADIĞI AYRIMCILIK’ Raporun “Ayrımcılık ve Toplumsal Kutuplaşma” bölümünü ele alan Çelik, “Kürt sorunu gibi etnik çatışma olarak adlandıracağımız çatışmalarda çatışmalı süreç devam ettiği sürece çatışmaya taraf olmuş halk kesimlerinde birbirlerine karşı olumsuz duygu, düşünce ve davranış kalıplarının gelişmesi ve bunların giderek sertleşmesi çatışmalı süreçlerin parçasıdır. Aynı zamanda bu olumsuz kalıplar sürdüğü sürece barış süreçlerini başlatmak da devam ettirmek de zordur. Akil İnsanlar Heyeti raporlarının ve akademik çalışmaların da ortaya koyduğu üzere çatışma ekseni Türk-Kürt fay hattıyla sınırlı kalmamakta, Türkiye’de birçok grup arasında fakat özellikle Aleviler-Sünniler ve AK Parti seçmenleri-karşıtları arasında toplumsal kutuplaşma gözlemlenmektedir. KONDA Nisan 2010 anketlerine baktığımızda genel olarak toplumsal düzeyde etnik farklılıkların kabulüne dair verilere rastlayabiliyoruz. Katılımcılara başka etnik gruptan bireyleri evlilik yoluyla ailelerine kabul etmeye ne derece olumlu baktıkları sorulduğunda bu fikir genel olarak olumlu karşılanmaktadır (kendini hem Türk hem de Kürt olarak tanımlayanlarda bu oran yüzde 60’larda). Eylül 2012’de katılımcılara bu sefer kendilerinden farklı/benzer kişilere ne derece güvendikleri sorulmuştur. İlginç olarak katılımcılar ne kendilerine benzer ne de kendilerinden farklı etnik gruplardaki bireylere güvenmektedirler. Katılımcıların kendinden olana güveni yüzde 30 civarlarında iken başka etnik gruptan olanlara olan güven yüzde 20 civarındadır. Kendini Kürt olarak tanımlayanlarda güven oranı biraz daha fazla olmakla birlikte yine de gruplar arası güvenin oldukça düşük olduğu ortadadır. Benzer bir resim Eylül 2015 çalışmasında da ortaya çıkmaktadır. Bu bölümün verilerini değerlendirdiğimizde Türkiye’de son yıllarda yaşanan kutuplaşmanın Kürt sorununun kamusal ve özel alanda yaşanan ayrımcılık pratiklerini anlama konusunda da bir ayrışma yarattığı gözlemlenmektedir. Aile gibi özel alanlarda farklılığa karşı çıkmama yüksek oranlarda olsa da Kürt vatandaşların kamusal alanda yaşadığı ayrımcılığa dair inançta bir farklılaşma vardır. Bu açıdan bakıldığında barış çalışmalarının özellikle Türk ve Kürt kesimlerde ayrımcılık algısındaki farklılığın araştırılmasına yönelmesi bu sorunların toplum nezdinde konuşulması adına fayda sağlayacaktır” diye anlattı.
‘TÜRKLERİN YÜZDE 35’İ ANADİLDE EĞİTİMİ DESTEKLİYOR’
Raporun “Kültürel Haklar ve Tanınma Sorunu” ise şöyle: “Kürtlerin en temel eşit vatandaşlık taleplerinden biri anadilde eğitim hakkıdır. KONDA’nın Nisan 2010 yılında gerçekleştirdiği araştırmada Kürtlerin anadilde eğitim almasına yönelik yüzde 41 oranında bir toplumsal destek vardır. Bu soruyu etnik kimlik ve yaş üzerinden analiz ettiğimizde kendini Türk olarak tanımlayanların yaklaşık yüzde 35’inin ana dilde eğitim hakkını doğru bulduğunu görmekteyiz. Yaş üzerinden baktığımızda ise 18-28 yaş arası o dönemde genç olan nüfusun anadilde eğitim hakkına diğer yaş gruplarına oranla daha fazla olumsuz tutum aldığını görmekteyiz. Yine aynı veriye parti kimliği üzerinden baktığımızda Kürtlerin o dönemki siyasi temsilcisi olan BDP’ye oy verenlerin neredeyse tamamının ana dilde eğitim hakkını desteklediğini ve AK Parti’ye oy verenlerin anadilde eğitim hakkı konusunda daha olumlu bir tutum sergilediklerini, MHP’ye oy verenlerin en fazla karşı çıkanlar olduğunu ve CHP’ye oy verenler arasında da desteğin düşük olduğunu görmekteyiz. Bir diğer deyişle dönemin siyasi iklimini yansıtır bir şekilde bu temel talebe siyasi düzeyde en fazla destek AK Parti’ye ve BDP’ye oy verenlerden gelmektedir.
Ocak 2020’de KONDA tarafından görüşmecilere Kürt çocuklarının ana dilde eğitim hakkını destekleyip desteklemedikleri sorulmuştur. Anadilde eğitime yönelik desteğin bu dönemde de tıpkı 2010 yılında olduğu gibi yine yüzde 40’lar seviyesinde seyrettiğini ifade etmek gerekir. Bu konuyla ‘ilgilenmediğini’ söyleyenlerin oranı ise her iki dönemde de yüzde 16 civarındadır. Bir diğer deyişle 10 yıllık zaman sürecinde anadilde eğitim konusunda toplumsal değişim yaşanmamıştır. Bu noktada kültürel haklar konusunda toplumun yüzde 40’lık bir bölümünün bu hakları desteklediğini, en düşük orana sahip MHP seçmeninde bile bu oranın yüzde 20’lerde olduğunun altını çizmekte fayda vardır. Bu desteğin partilerin siyasi tutumuna göre yer değiştirdiğini de iddia edebiliriz.”
TÜRKLERİN YÜZDE 60’I: SEÇİLMİŞ YÖNETİM GÖREVDEN ALINMAMALI
‘Siyasal haklar’ bölümünde vatandaşların temsiliyet haklarındaki algılarına baktıklarını ifade eden Çelik, “KONDA’nın Eylül 2019’da yaptığı araştırmada seçilmiş kişilerin görevden alınmasının yanlış olduğunu düşünenlerin oranı yüzde 63 iken, bu pratiği onaylayanların oranı sadece yüzde 20 civarındadır. Oy verilen parti üzerinden dağılıma bakıldığında bunu en çok onaylayanların MHP’ye oy verenler olduğu (yüzde 30), ikinci sırada AK Parti’ye oy verenlerin geldiği (yüzde 29), en düşük oranların ise CHP’ye oy veren seçmenler arasında olduğu görülmektedir (yüzde 9). Etnik kimliğe göre baktığımızda genel olarak sorulduğunda kendisini Türk olarak tanımlayanların yüzde 60’ı, Kürt olarak tanımlamayanların ise yüzde 73’ü seçilmiş yönetimin görevden alınamayacağını düşünmektedir. Ancak aynı değişken Diyarbakır, Van, Hakkâri gibi illerdeki seçilmiş belediye başkanlarının yerine kayyım atanması olarak sorulduğunda ise bu durum değişmektedir. Kesinlikle kayyım atanamayacağını düşünenlerin oranı yüzde 18 iken, bunun doğru bir uygulama olduğunu düşünenlerin oranı yüzde 38’dir. HDP’ye oy verenler arasında yüzde 10, CHP’ye oy verenler arasında yüzde 14, İYİ Parti’ye oy verenler arasında yüzde 37, AKP’ye oy verenler arasında yüzde 62 ve MHP’ye oy verenler arasında yüzde 66’dır. Tam da bu nokta Türkiye’nin temel demokrasi sorununda Kürt sorununun bir kördüğüm oluşturduğunu göstermektedir. Seçilmiş yöneticiler görevden alınamaz diyen bir kamuoyu, seçilmiş yöneticiler Kürt olduğunda onların görevden alınabileceğini daha yüksek oranlarda onaylamaktadır.”
TOPLUM, HÜKÜMETİN SURİYE POLİTİKASINA NASIL BAKIYOR?
Çelik, raporun “Dış Politika ve Kürt Siyaseti” bölümünde, hükümetin Suriye politikasına değindi:
“Hemen her dönemde Kürt sorunu Türkiye’nin iç politikasını olduğu kadar dış politikasını da belirleyen en önemli faktörlerden biridir. KONDA’nın Eylül 2019’da yaptığı çalışmalardan yola çıkarak hazırladığımız verilerin gösterdiği gibi hükümetin Suriye konusundaki politikasını sadece yüzde 19’luk bir kesim desteklemekte ve yüzde 66’sı bu politikaya karşı çıkmaktadır. Üstelik ilginç bir şekilde Suriye politikasına destek AK Parti seçmeni arasında bile son derece düşüktür. AK Parti seçmeninin sadece yüzde 36’sı, MHP seçmeninin de yüzde 29’u bu politikayı desteklemektedir. CHP, İYİ Parti ve HDP seçmenleri bu politikaya karşı son derece eleştireldir. Yine hükümetin dış politikası konusundaki Türkiye ortalaması MHP ortalamasına çok yakın seyretmektedir. Ancak bu soru ‘Suriye’de Kürtlerin devlet kurması engellenmeli midir’ şeklinde sorulduğunda HDP seçmenleri hariç tüm diğer partilere oy verenler bu ifadeyi güçlü bir biçimde desteklemektedir.”
‘KÜRT MESELESİNDE MÜZAKERE MASASINA DÖNÜLMELİ MİDİR?’
Çelik’in değindiği bir diğer bölüm ise raporun “Kürt Soruna Çözüm Yaklaşımları ve Müzakere Gündemi” bölümü. Buna göre toplumun tutumu şöyle: “Dünyadaki etnik çatışmaların birçoğu devlet birimleri ile silahlı örgütlerin konuşması yani müzakere yöntemi ile çözülmüştür. Birçok toplum kesimince müzakere yöntemi, çatışma sürecinde düşmanlaştırılmış silahlı kesimleri meşrulaştıran süreçler olarak görülür ve karşı çıkılır. Bu yüzden de müzakere öncesi ve sırasında liderler, toplumun bu liderler diyaloğunu kabul etmesi için uğraşmalıdır. Barış sürecinin bitip müzakere masasının terk edilmesinden sonra Mayıs 2016’da katılımcılara ‘Sizce Kürt meselesinde müzakere masasına dönülmelidir ifadesi doğru mu, yanlış mı?’ sorusuna cevap vermeleri istenmiştir. Bu dönemde müzakerelere destek sadece ufak biçimde düşmüş ve katılımcıların yüzde 28-30 civarı halen müzakereyi desteklediğini ifade etmiştir. En büyük düşüş ise kendini Türk olarak tanımlayanlar arasındadır (yüzde 20). Bu sonuçları parti destekçileri bazında incelediğimizde, MHP’li seçmenlerin yüksek bir oranda müzakerelere dönüşe karşı, AKP’li seçmenlerin onu takip eder şekilde biraz az bir farkla karşı, HDP’li seçmenlerin yüksek bir oranla müzakerelere dönüş taraftarı olduğunu fakat CHP’lilerin orta bir noktada durduğunu görüyoruz. Aralık 2016’da Türkiye’de barış masası tamamen kapanmış ve birçok kriz yaşanmışken katılımcılara ‘Sizce Kürt sorununu çözmek için ne yapılmalıdır?’ diye sorulmuştur. Bu soruya katılımcıların yaklaşık üçte biri tıpkı bir önceki analizde ifade ettiğimiz gibi ‘konunun muhatapları ile masaya oturup uzlaşma yoluna gidilmelidir’ cevabını vermiştir. Ülkede 2015’ten sonra bir yıl içinde yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen barışın muhataplarla konuşularak uzlaşmayla çözülmesini gerektiğini düşünen yaklaşık yüzde 33’lük bir kesimin olması bu raporun daha önceki bölümlerinde de altını çizdiğimiz yüzde 30-40’lık bir grubun siyasi/kültürel hakları siyasal iklime bağlı olmadan desteklediğinin ve partiler üstü bir uzlaşma olduğu takdirde önemli oranda kamuoyu desteğinin olacağının bir başka işaretidir. Fakat aynı soruda çözüm için müzakere/uzlaşma yoluyla çözümü savunanlar içinde kendini Türk olarak tanımlayanlara baktığımızda oranın yüzde 25’lere inmekte olduğu görülmektedir. Soru ‘Sizce Türkiye PKK ile mücadele için ne yapmalı?’ şekline dönüştürülünce ise bu sorunun müzakere/uzlaşma yoluyla çözümüne destek yüzde 20’lere düşmektedir. Bu sonuçlar bize barış süreci tekrar başlatılırsa ya da herhangi bir aktör barış için adım atmak isterse, süreci başlatacak ya da sürece dahil olacak aktörlerin özellikle kendini Türk olarak tanımlayan kesimi sürece dahil etmek için dikkatli bir dil seçmesi gerektiğini göstermektedir.
‘PARTİLER ÜSTÜ BİR UZLAŞMA İLE ÇÖZÜLMELİ’
Çelik’in açıkladığı raporun “sonuç ve değerlendirme” bölümü şöyle:
“Analizlerimizin gösterdiği üzere Türkiye’nin en yakıcı ve baskıcı dönemlerinde dahi barış gündemine ve temel siyasi haklara olan destek yüzde 30’ların altına inmemiştir. Üstelik yine hemen her dönemde bu konuda gri alanda kendini tarif eden yüzde 20’lik bir blok bulunmaktadır. Fakat ne yazık ki 40 yıldır süren çatışma ortamının sorunun tanımlanmasında da çözüm önerilerinde de halen etnik kimlik ve siyasi tercihler ana belirleyici olarak durmakta. Liderlerin duruşundaki herhangi bir yumuşama toplum nezdinde de karşılık bulabilir. Bu sorunun uzlaşı içeren söylem ve tutumlarla ele alınması ve partiler üstü bir uzlaşma ile çözülmesi toplumun büyük bir çoğunluğunun desteklediği (ya da en azından karşı çıkmadığı) bir müzakere gündemine öncülük edebilir. Üstelik Kürt sorununun yakıcı bir sorun olarak görülmediği dönemlerde bunu yapmak endişe ve korkuların harekete geçtiği dönemlerde yapmaktan çok daha mümkündür. Parti aidiyeti açısından bir başka önemli nokta da Kürt sorununun lider söylem ve tutumlarından kaynaklanan ‘taktiksel’ araçsallaştırılmasıdır. Analizler seçmenlerin çoğunlukla bu konudaki duruşlarını muhalif olarak tanımladıkları partinin politikalarının karşıtı olarak tanımladıklarını göstermekte. Bu açıdan CHP’li seçmenin duruşunun olası barış süreçlerinde belirleyici olabileceğini belirtmek gerekir. CHP’li seçmenin güvenlik odaklı çözümlere verdiği destekte bölünmüş olması bu kesimin barış süreci konusunda sanıldığından daha kolay ikna edileceğine fakat demokratik haklar konusunda daha çok bilgilendirilmesi ve destekleri için çalışılmasının gerekliliğine işaret etmektedir.
KONDA Şubat 2022’deki çalışmasında katılımcılara Kürt sorununun çözümünde hangi kurumların katkı sağlayacağını sormuştur. Grafik 13’ün gösterdiği üzere bu konunun en önemli aktörü halen Cumhurbaşkanlığı olarak görülmektedir (katılımcıların yüzde 45’i). Fakat ikinci önemli kurum hâlâ Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir. Meclis’te oluşturulacak bir komisyonun barış süreci için olumlu katkı sağlayacağını düşünen önemli bir kesim vardır (katılımcıların yüzde 38’i). Tüm bu gözlemlere rağmen barış çalışmalarının aynı zamanda ‘tedbirli bir iyimserlikle’ yapılması gerektiğinin altını da çizmekte fayda var. Çatışmalar ne kadar uzun sürerse şiddet içeren çözümleri destekleyen kesimlerin pozisyonları da o kadar sertleşir, bu kesimleri barış çalışmalarına dahil etmek o derece zorlaşır. Türkiye’de de 40 yılı aşkın süredir devam eden ve binlerce hayata mal olmuş bu sorunda ikna edilmesi zor olan yaklaşık yüzde 55’lik bir gruptan söz edebiliriz. Bu kesimin büyük bir çoğunluğunun kendini etnik olarak Türk olarak tanımlayan kesim olduğunu ve bu kesimin tarihsel olarak siyasi eliti oluşturduğunu göz önünde bulundurduğumuzda önümüze çıkan tablonun zorlayıcılığını da kabul etmek gerekli.
‘BU KESİMİN İKNASI İÇİN YENİ DİL ÜRETİLMELİ’
Bu açıdan özellikle Sevr Paranoyası olarak bilinen ülkenin bölünmesi korkusunun bertaraf edilmesi üzerine çalışmalar geliştirmek gerekmektedir. Gene bu kesimin korkularının dinlenmesi, farklı kesimlerle bir araya getirme çalışmalarının planlanması ve bu kesimin iknâsı için yeni bir dil üretilmesi önemlidir. Elbette bu süreçte Türkiye’nin dış siyaseti ve Suriye’deki gelişmelerin zorlayıcı fakat Kürt sorununun artık bir ulus ötesi boyutunun da olduğu gerçeğinin de kabulü gerekmektedir. Çatışma çözümünde sorunun reddedilmesi çözüm için gereken diyalog yollarının açılması konusunda sorun yaratır. Dolayısıyla, Kürtlerin özellikle kamusal alanda yaşadıkları sorunların demokratik bir ortamda tartışılmasının önünün açılması gerekmektedir.
‘DEVAM EDEN BİR ÇATIŞMA ORTAMI EN ÇOK YENİ NESİLLERİN GELECEĞİNİ KARARTACAK’
Gene bu açıdan bakıldığında literatürde ‘çatışma tuzağı’ (conflict trap) denilen çatışmanın uzun vadeli ekonomik sorunlara yol açarak toplumsal dokuya zarar veren süreçler yarattığına değinmek gerekir. Akademik çalışmalardan biliyoruz ki müzakere ile sonlanan çatışmaların önemli oranda çıktısı demokrasi, barış ve refah olmaktadır. Ne yazık ki çalışmamız özellikle genç neslin Kürt sorununun çözümüne dair inancının zayıf ve demokratik çözüm yollarına dair desteğinin düşük olduğunu göstermektedir. Bu belki de gençlerin gerçek anlamda barış ortamında hiç yaşamamış olmalarından kaynaklanıyor olabilir. Bu açıdan da gençlere özel çalışmalar geliştirilmesinin aciliyeti ve önemini belirtmeliyiz. Bu konuda liderlere de önemli görevler düşmektedir. Yeni nesillere barış ortamının en çok kendilerine huzur, güven, özgürlük ve ekonomik fırsat olarak döneceği anlatılmalıdır. Kürt sorununun artık sınırlar ötesi olduğu gerçeği de göz önünde bulundurulduğunda barışın ekonomik katkısının katlanacağı da hatırlatılmalıdır. Şu anda tehdit olarak görülen süreçlerin farklı bakış açılarıyla fırsat olarak görülmesi sağlanabilir. Suriye ve Irak’ta genç iş insanlarının önemli yatırımlara imza atabileceği ve dönüşen Ortadoğu coğrafyasında hâkim unsur rolü oynayabilecekleri konusunda ikna edilebilirler. Aksi taktirde, devam eden bir çatışma ortamı en çok yeni nesillerin geleceğini karartacaktır.” Kaynak: Farklı Bakış