Şu sıralar çok meşhur olan sözleşmenin İstanbul adıyla anılmasını mânidar bulurum.
Avrupalı zihninde İstanbul’la harem kelimelerinin birlikte dolaşımda olduğu düşünülürse, bu anlamsız bir şey değildir.
Kadın üzerinden bir modernleşme düşüncesi güçlü şekilde ifade edilmiş ve buna paralele uygulamalar beklenmiştir. Buna rağmen şunu söyleyebiliriz: Modern öğretim sisteminin uygulanması ile neredeyse eş zamanlı olarak kız rüşdiyelerinin açıldığını görüyoruz. Kızların öğretim sistemine dahil edilmesi daha sonra idadi (lise) ve Darülfünun’a (üniversite) kadar genişletilmiştir. Yani Osmanlı modernleşmesi, eğitim anlamında kadını ıskalamamıştır.
Türkiye’de modernleştirici baskının 1935’te kadınların Meclis’e girmesinde rolü ne ölçüdedir? Bu konuda fazla bir şey söyleyecek durumda değilim. Fakat ABD’de 1788’den itibaren kadınların seçme ve seçilme hakkına sahip olmasına rağmen Avrupa kıt’asında neredeyse 150 yıl sonra bu noktaya gelinebilmiştir. Almanya 1919’da, İngiltere 1929’da, Fransa 1945’de, Belçika 1946’da kadınları siyasî sisteme dahil etmiştir. Bize hep demokrasi örneği olarak gösterilen İsviçre ise 1971’e kadar beklemiştir!
Türkiye’de 1935’te Meclis’te birden 17 kadın milletvekili görüyoruz. Bunun bir nevi tayin olduğunu, o dönemin seçim sisteminden haberdar olanlar bilir. Bu kadın vekillerin Meclis’te çok etkili oldukları söylenemez. 2. Cumhurbaşkanı İnönü döneminde de Meclis’te yirmiye yakın kadın vekil bulundurulmuştur. 1950 seçimleri zoraki kadın vekil kontenjanını ortadan kaldırmıştır: Ancak 3 kadın millet vekili Meclis’tedir, 2 DP, 1 CHP.
Kadın milletvekillerinin sayılarının artması ancak iki binli yıllardadır ve partiler demokratik değil güçlü otoriter yapıları ile bunu sağlayabilmiştir. Son seçimlerde meclise 78 kadın milletvekili girmiştir. İlk sırada AK Parti’den 39 milletvekili vardır, HDP 19 milletvekili ile ikinci sıradadır. Toplam milletvekili sayısı dikkate alınırsa, en çok kadın vekil bu partidendir. İkinci büyük parti CHP’nin ancak 14 kadın milletvekili vardır. MHP’den 3, İYİ Parti’den 3, kadın vekil seçilmiştir. Bu kadın vekillerin listeye girmelerinin 1930 veya 1940 şartlarına benzer tarzda olduğunu söyleyebiliriz.
Neden iki parti Meclis’e daha çok kadın vekil gönderiyor?
Bu iki partinin kendini isbat gayreti gözardı edilmemelidir. Muhafazakâr (veya dışarıdan “islamist”) parti bu kimliğini kadın vekillerle dışa karşı isbat mecburiyetini hissetmektedir. HDP’nin farklı bir düzlemde aynı şeyi yaptığını söyleyebiliriz. Dışa verilen mesaj şudur: Etnik terörü desteklediğimize bakmayın, biz laik ve kadın haklarına önem veren bir partiyiz. Yani bir anlamda vitrin düzenlemesi.
Bugünlerde İstanbul Sözleşmesi etrafında çok yoğun tartışmalar oluyor, zaman zaman ölçü kaçıyor. Bu tartışmaların AK Partiye oy versin vermesin muhafazakâr-islâmcı kesim içinde olması nasıl açıklanmalı?
Türkiye’de modernleşmeyi gerçek anlamda sağlayan muhafazakâr liderler olmuştur. Abdülhamîd’den beri bu böyledir. Cumhuriyet’in tek parti döneminde neredeyse silah zoruyla yapılmak istenen modernleşme demokratik sisteme geçildikten sonra tek parti modernleşmesine karşı olan muhafazakâr liderler tarafından kendiliğinden gerçekleştirilmiştir. Menderes’ten bugüne uzanan bir çizgi vardır ve bu çizgiye son şekli 2002’den beri iktidarda olan parti vermektedir.
Siyasî hayata “İslâmcı” partiler kadını çok geç dahil etmişlerdir. Ancak 28 şubat döneminde bu mümkün olmuş, Refah Partisi sonrası ortaya çıkan AK Parti bu yolu genişletmiştir. Bu noktalarda muhafazakâr modern erkeklerle muhafazakâr modern kadınlar arasında bir iki nesil fark vardır. Çatışmanın asıl sebebinin bu nesil farkından geldiği söylenebilir.
Burada İstanbul Sözleşmesi’ni nasscasına savunmakla, şiddetle karşı çıkmak arasında bir yol bulunamaması ilgi çekicidir. Şu bilinmelidir ki, bir sözleşme her şey değildir. Elbette buna dayanarak meydana getirilen bir mevzuat vardır ve sonuçta müessirdir.
Türkiye’de kadına şiddetin İstanbul Sözleşmesi sonrasında tırmanmasının makul bir açıklaması yapılamamaktadır. Biz bu tırmanışın köklerini yakın dönemin modernleştirici etkilerinde aramaktan yanayız. Ekonomik değişme, buna paralel sosyal ve kültürel değişme kolaylıkla hazmedilemeyecek hızda seyretmiş ve toplumun kendini koruma mekanizmaları bu süreçte müessiriyetini kaybetmiştir. Aile merkezli toplum anlayışının birçok sebeple hasar görmesi, uzun vadeli sonuçlar doğuracak ve toplumun yapısının sıhhatini etkileyecek bir değişime işaret etmektedir. Bu konu üzerinde sükunetle, aklı selimle düşünmek, bu arada İstanbul Sözleşmesi dahil, konuyla ilgili hususları ele alarak makul bir sonuca varmak lâzımdır.
Bunu başaramazsak, İstanbul Sözleşmesi’nin yol açtığı hasarın daha ötesine geçeceğiz ve gelecek nesiller bu kutuplaşmanın yol açtığı sonuçları lehimizde değerlendirmeyeceklerdir.