Zor bir yazı bu… Hem kimseyi kırıp dökmeden meramımı anlatmak hem de sadra şifa bir şey söylemek niyetindeyim çünkü.
Elde var bir. İstanbul Sözleşmesi nam sözleşme, eşcinselliğin yaygınlaşması amacına hizmet eden bir sözleşme değildir. Türkçe’den azıcık anlamak ve sözleşmeyi okumak bunun böyle olduğunu görmeye yetecektir.
Elde var iki. İstanbul Sözleşmesi nam sözleşme, kadını şiddete karşı korumayı hedeflerken basit, temel, tehlikeli bir önermede bulunmakta, sözleşme metnini doğrudan “gender teori” denilen zıkkıma yaslamaktadır. Bu teori, ne benim ne de Müslümanlığını inkâra yanaşmayan herhangi bir Müslüman bireyin kabul edebileceği bir teori değildir. Değildir, zira bizim açımızdan cinsiyet “doğuştan, fıtraten” verilmiş bir hususiyettir. Toplumsal ön kabullerle ve/veya baskılarla ve/veya yönlendirmelerle elde edilemeyeceği gibi, değiştirilemez de. Dolayısıyla “kadın doğulmaz, kadın olunur” diyerek bedenin, yani ruhumuzun biricik evinin de köküne dinamit yerleştiren Simon de Beauvoir gibilerin aksine biz, cinsiyetin “fıtri” olduğunu savunmaya devam etmek zorunda olan bir topluluğuzdur. Cinsiyet meselesinde modern dünyanın geldiği nokta “sabah uyandığında kendini kadın gibi hissediyorsan kadın gibi davran, erkek gibi hissediyorsan erkek gibi davran” noktasıdır. Cinsiyetin “belirsizden muhayyere” dönüştürüldüğü bu yeni dönemde yapmamız gerekeni yapıyoruz diye “yobaz” olmayı “pozisyon itibariyle” kabul edebiliriz, sıkıntı yoktur. Sıkıntı yoktur ama bu da yobazlık değildir yani…
Elde var üç. İstanbul Sözleşmesi etrafında dönen tartışmalar göstermektedir ki “etrafında dönülen mesele” kadına şiddeti önleme meselesi olmaktan çıkmıştır. “Yaşatır” ve “ihanettir” kavramları etrafında sürüklenip duran bir tartışmadan bir bereket hâsıl olmasını beklemek boşunadır. Havanda dövülen sudur.
Elde var dört. Mademki İstanbul Sözleşmesi’ni savunanlar “bizim yegâne derdimiz kadına şiddeti önlemektir” demektedirler ve mademki İstanbul Sözleşmesi’ni eleştirenler “bizim kadına şiddetle mücadele etmekle ilgili bir derdimiz yok, bizim derdimiz bu sözleşmenin dili ve kavramları ile” demektedirler; o halde çözüm basittir.
Basittir, zira görülüyor ki kadına şiddetle ilgili olarak tam bir toplumsal mutabakat sağlamanın önünde herhangi bir engel yoktur. İçeriğinde gelecekte bütün toplumsal yapımızı zehirleme riski bulunan “toplumsal cinsiyet”, “partnerlik”, “ev içi”, “cinsel yönelim” ve benzeri yavelerin olmadığı bir sözleşme ile sulh olunabilir. Tabii burada yakıcı soru şudur: “Taraflar sulh olmak istiyor mu?” İstiyorlarsa emin olabilirsiniz ki geniş katılımlı bir “kadına şiddetle mücadele sözleşmesi” üzerinde anlaşılabilir.
Elde var beş. Dönelim şu yobazlık meselesine. Argüman geliştirmek yerine, sözleşmeyi bir iyice okuyup temelsiz her yerini perişan etmek yerine hakaretle, küfürle, sloganla ve dahi hamasetle vaveyla kopartınca doğaldır ki “yobaz” denir size birileri tarafından. Bu iş “slogan” düzeyinde kalırsa kaybederiz velhasıl. Haklı iken haksız duruma düşeriz.
Elde var altı. KADEM, kadına şiddet, cinsiyet, gender teori vesaire hususlarında senden benden uzakta, senden benden ayrı faaliyet gösteren bir “kötülük organizasyonu” değildir. Hiç olmamıştır. Şehadetim o yöndedir ki KADEM, pek çok bakımdan kritik sorumluluklar alarak “iş üretmeye çalışan” bir sivil toplum kuruluşumuzdur ve bizimdir. KADEM’e önerdiğim şeyi, KADEM’e düşmanlık derecesinde eleştiri yönelten abilerimize, ablalarımıza da önereyim. Bir araya gelmek, dertleri konuşmak, meseleleri masaya yatırmak, iletişim kanallarını açık tutmak yerine “kavga etmek” olacak şey değildir. KADEM de uzayda değildir, KADEM’i kıyasıya eleştiren abilerimiz ve ablalarımız da. Şu, “Bârika-i hakikat müsâdeme-i efkârdan doğar” müessesini çalıştırıp istişare etmek zor bir mesele değildir. Uzaktan uzağa laf çarpmalarla, hakaretlerle, lânetleşmelerle alınabilecek mesafe yoktur.
Ve elde var yedi. Kadına şiddet, ülkemizin sert gerçeklerinden biridir. Bununla yüzleşmek zorundayız. “Merhamet yaşatır” sloganıyla mesafe alamıyoruz. “Efendim tabii biz de kadına şiddete karşıyız” diskuruyla bir yere varamıyoruz. Sert yasal tedbirler ve sıkı eğitim gerekli bize. Geldiğimiz noktada mesele net: Bunu yapmak zorundayız. Bunu “başkalarının kavramlarıyla” mı yapacağız yoksa kendi kavramlarımızla mı buna da şu kavga dilini bırakıp birlikte hareket edebilirsek karar vermiş olacağız.
O yüzden denge, birazcık denge.