Tarih: 07.04.2021 00:26

İstanbul Sözleşmesi Ne Getirdi, Ne Götürdü?

Facebook Twitter Linked-in

İstanbul Sözleşmesi…

Genel anlamda; Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi, bilinen adıyla İstanbul Sözleşmesi, kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddetle mücadele amacıyla, Avrupa Konseyi tarafından 11 Mayıs 2011’de İstanbul’da imzaya açılan sözleşme olup Mart 2019 itibarıyla 46 devlet ve Avrupa Birliği tarafından imzalandı.

Bu sözleşmeden kasıt sözde “Avrupa Konseyi’nin, kadınlara yönelik şiddet ve ev içi şiddetin önlenmesi ve bunlarla mücadeleye ilişkin bu yeni sözleşmesi, ciddi bir insan hakları ihlali oluşturan bu sorunu en kapsamlı şekilde ele alan bir uluslararası anlaşmadır. Bu tür şiddete sıfır tolerans gösterilmesini hedeflendiği” belirtilmekte “ve Avrupa ile onun sınırlarını da aşan geniş bir alanda daha güvenli yaşanabilmesini sağlama yolunda önemli bir adım olduğu” vurgulanmaktadır.(https://www.haberturk.com/istanbul-sozlesmesi-nedir-madde-madde-istanbul-sozlesmesi-2755976)

Acaba öyle mi?

Bu sözleşmenin görünen zararları…

Yeni Şafak Gazetesi’nde konuya dair şu ifadeler mes’eleyi özetler mahiyettedir; “İstanbul Sözleşmesi zararları da oldukça merak ediliyor. Sözleşmenin getirdiği 6284 Sayılı Kanun’da muallaklıkta olan bir şiddet tanımı var. Şiddet görme ihtimalini hissettiren her şey fiziksel şiddet ile eşdeğer tutuluyor. Bu da şiddet görülmediği takdirde şiddet uygulandığı söylenerek yetkililerle irtibata geçip baba, eş, abiyi polis eşliğinde evinden aldırtabiliyor. Bu da her hangi bir fiziksel şiddetin veya tehdidin söz konusu olmadığı durumlarda, aile arasındaki en küçük anlaşmazlık adli bir vakaya dönüştürülüyor. Devlet direkt mahrem alana girerek evin erkeğini suçlu buluyor. Bunun da pek sağlıklı sonuçlar doğurmadığı medya yansıyan haberlerden görülüyor.” ( https://www.yenisafak.com/istanbul-sozlesmesi-maddeleri-nelerdir-istanbul-sozlesmesi-nedir-neden-iptal-edildi-h-3614549)

Söz konusu İslam dünyası ve özellikle de Türkiye olunca, insanların kendi kültür, gelenek ve inançlarından hareketle bir düzenleme yapılmasına ve böyle bir düzenlemenin, o halk adına devletin, halkın var olan ihtiyacına binaen, onlara uygun bir düzenleme yapılmasına hem finans temelli küresel yapılar ve hem de onların Türkiye temsilcileri izin vermez karşı çıkarlardı. Darbecilik ve darbeye teşebbüs ise, işin bir başka boyutuydu.

İstanbul sözleşmesi konusunda da durum aynı idi; Var olan sözleşme kaldırıldığında sesin adeta Joe Biden tarafından Beyaz Saray’dan geldiği gibi, bu sözleşmenin “illa da” kabul edilmesi ve yürürlüğe konulmasında da çıkan sesin Türkiye ayağında yerel laik sermaye tarafından çıkarıldığı pek manidardı.

Yukarıda belirttiğimiz üzere, sözleşmenin dile getirilip yasalaştırılmaya başlandığı ilk günlerde o sermayeden konu ile ilgili bir açıklama yapılmıştı; “Koç Holding’in ardından TÜSİAD kanadının önemli aktörlerinden Sabancı Vakfı ve Borusan Holding de İstanbul Sözleşmesi’ne destek mesajları yayımladı ve yürürlüğe girmesi çağrısında bulundu. Açıklamalarda, İstanbul Sözleşmesi’nin korunması, etkin bir biçimde ve kararlılıkla uygulanması gerektiği vurgulandı.” (https://www.yenisafak.com/yazarlar/yasin-aktay/istanbul-sozlesmesinde-neyi-tartistigimizi-biliyor-muyuz-2055782)

Sözleşmeye atfedilen değerlerin adeta efsaneleşmesi…

TDK Sözlük efsane kelimesi ile ilgili olarak şunları not ediyor; “1- Eski çağlardan beri söylenegelen, olağanüstü varlıkları, olayları konu edinen hayalî hikâye, söylence., 2- Gerçeğe dayanmayan, asılsız söz, hikâye vb.

Biz, burada konumuzu izah sadedinde, 2. Şıkkı baz aldığımızda, he ne kadar kendini çağdaş ilan edip sözde onu bir ontolojik temele irca ederek, onun felsefi altyapısını da oluşturmuş olsa dahi, özellikle de “insan” üzerinde hakikate uygun tanımlar yapmak yerine, kendi imdi görüşünü öne sürüp onu, hem kendine ve hem de tüm insanlığa; uygun bir dille ya da zorla dayatmaya kalksa da, Batı’nın hakikatsizlikten dolayı çuvalladığını gördüğümüz için, İstanbul Sözleşmesi’nin de bize ve onlara da hayır getirmeyeceğini söyleyebilirdik. Zira hakikat içermeyen şey efsane ve hurafe idi. Zaten Allah© şöyle buyurmuyor muydu; “Onların çoğu zanna uyarlar” (Yunus Suresi, 36.Ayet)

Bu efsanelerden bir tanesi; İstanbul Sözleşmesi söz konusu olduğunda; ona karşı çıkanların –faraza, bu sözleşme çok iyi ve yerinde maddeler içerecek olmuş olsa da- gerek Batı’nın kendi hayatının doğal bir parçası haline getirdiği eşcinselliğin; onların elinde bir silaha dönüşmesi ve bu yakada da bu silaha karşı doğal ve fıtri tepkiyi iyi okuduğumuzda; Batı hayasızlığı baz alan bir yanlışı efsane kabilinden insanlığa dayatmaktaydı. Ki, Kur’an’da şöyle buyrulur; “Lût’a gelince o, kavmine demişti ki: “Siz, kesinlikle daha önce hiçbir milletten hiç kimsenin yapmadığı bir hayâsızlığı yapıyorsunuz.” (Ankebut Suresi, 28. Ayet)

Batı ve içimizdeki Batıcılar (Laikler, liberaller, solcular vb.) hem bu yanlışı efsaneleştirdikleri gibi, hem de bu sözleşmeden oldukça beklenti içerisine girdiklerinden dolayı, burunların dikine gittikleri için var olanı, olan biteni görmemektedirler. Adeta ona büyük, ama bizce işe yaramayacak büyük bir önem atfediyorlar. “Sözleşmeye atfedilen roller üzerine konu o kadar efsaneleştirilmiş durumda ki, Sözleşme lağvedildiğinde aile içi şiddeti engelleyebilecek, kadını koruyabilecek hiçbir mekanizma kalmayacak zannediliyor. Sansasyonel vakaların psikolojik etkisi Sözleşmenin tarafına çekilerek efsanevi söylem daha da derinleştiriliyor. Pınar Gültekin vakasında mesela sözleşmenin rolü ne? Onu canice vahşi duygular içinde katleden hayvan Sözleşmenin lağvedilme ihtimalinden mi cesaret buldu sanki? Bu sözleşmeci uyanıklara bakılırsa öyle gibi. İnsan aklıyla dalga geçmenin tipik kurnaz yolu.” (https://www.yenisafak.com/yazarlar/yasin-aktay/istanbul-sozlesmesinde-neyi-tartistigimizi-biliyor-muyuz-2055782)

Önce Kabul, Sonra Red ve Sözleşmeden Çıkma…

11 Mayıs 2011’de İstanbul’da yapılan Avrupa Konseyi Dışişleri Bakanları toplantısında imzaya açılan İstanbul Sözleşmesi’ne, dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Türkiye adına ilk imzayı koyan isim olmuştu.. Türkiye aynı zamanda 12 Mart 2012’de de, oybirliği ile sözleşmeyi parlamentosundan geçiren ilk ülke olma özelliğini de taşıyordu.

Bu sözleşmeye bakıldığında, kulak kabartıldığında ve konuya dair kanunlar “bihakkın” uygulandığında; kadın cinayetleri son bulacaktı. Ama ne bu cinayetler son buldu ve ne de İstanbul Sözleşmesi, ufak bir azınlık dışında –ki, bu azınlığa kısmen de olsa, bir zamanlar AK Parti içerisinde bulunup siyaset yapan taife ile bazı muhafazakâr şahıs ve kümeleri de dahil edebilirdik- hiç de olumlu karşılanmamıştı.

Keza, bu sözleşmeyi olumlu karşılamayanların bir kısmının niyetinin; kadın-erkek ve aile içi ilişkilerinde değil, modern anlayışa, İslam’ın öngördüğü anlayışa uygun olmadığının altını çizdiğimizde, geri kalan yekûnun, bu sözleşmesin amacının toplumsal temelleri yıkmak, en önemli kurum olan aile kurumunu “ne olursa olsun” ayakta tutmak olarak tavsif ettiğimizde, toplumsal tepkinin hiç de yabana atılmama düşüncesi kendiliğinde önem kazanacaktı.

İşte, bu sözleşmeye Türkiye adına imza koyan AK Parti şimdi de sözleşmeden çıkmak istiyordu ve belki de çıkmak için uygun bir zamanı kolluyordu. Bu “uygun zaman” kimilerince, pek yakında olacağı tahmin edilen bir erken seçin öncesi AK Pati’nin ön alması ve oylarını çoğaltma düşüncesine dayanıyor olsa da, konu ile ilgili tüm maddeler yürürlükten kalmamış olsa da, ülke, millet ve gelecek için iyi bir başlangıç olarak kabul göreceği kesindi.

Yapılan tartışmalara, alınan duyumlara bakıldığında; AK Parti, 2011 yılında imzaya açılan ve Türkiye’nin ilk imzacısı olduğu İstanbul Sözleşmesi’nden “vazgeçmeyi” veya en azından “sakıncalı” görülen bazı maddelerine “çekince koyma” seçeneğini tartışıyordu.

Konu ile ilgili olarak dönemin AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Numan Kurtulmuş’un “Nasıl imzalanmışsa, usulü yerine getirilerek çıkılır” diyerek yeniden başlattığı tartışma sonrasında  yapılan (Temmuz 2020) AK Parti Merkez Yönetim Kurulu (MYK) toplantısının da ana gündem maddesi oldu ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “sözleşmenin feshi” dahil, kurmaylarına çalışma yapılması talimatı vermişti.

Bu sözleşme, 2011’den buyana yürürlükte olmasına rağmen, toplumun, özellikle de dindarlıkları ön plana çıkan kesimlerin ilgi alanına girmesine ne yazık ki, daha yakın bir zamanda girmişti. Çoğu da, konuyu yanlış bir bağlamda değerlendirip “hükümet, dolayısıyla devlet, Müslümanlara ikinci evliliğe izin vermiyor” kabilinden abes bir anlayışla dile getiriyorlardı. Ona kalırsa, yürürlükteki medeni kanunda da ikinci evliliği onaylamıyordu.  Maalesef bu “ikinci bir evliliği onaylamıyor” düşüncesi, sanırsınız ki, İlam’ın en başat emri olarak inzal edilmiş!

Bir kısmı da, geçmişte, sözde, İslami ama onu da tabiri caizse sulandıran, kutlu bir yürüyüşü akamete uğratan katılaşma ve yozlaşma suretiyle donuklaşan ve adına gelenek” denen heyuladan kaynaklanan yanlış pratiklerin günümüz dünyasında da ısrarla uygulayıcısı olmayı sürdüren cenahın, aile ile ilgili birçok konuda oluğu üzere, günümüzde birçok toplumsal sorunlara yol açan çocuk yaşta evlilik, çocuk gelinler” hadisesine binaen eziyet çeken insanları sanki devlet ve iktidar ateşe atıyormuş gibi ön kabuller de bırakın İstanbul Sözleşmesi’ni, konuya dair akla uygun bir yasal düzenlemeyi dahi, kendi şahsınsan hareketle toplumsal bir felaket olarak okumaya çalışıyordu.

Halbuki gerçeğin tümü öyle değildi…

Bir Heves Uğruna…

Tiyatrocular, tiyatroyu; İki kalas, bir heves” olarak tanımlarlar. Adeta, tiyatrocuların bu tanımı, günlük hayatta da, özellikle siyasi arenada kişinin hevesi geçince, kalas da bir köşede kalakalıyordu.

Bunu İstanbul Sözleşmesi üzerinden düşündüğümüzde, şu an Cumhurbaşkanı olan Erdoğan’ın attığı bir imzayla yürürlükten kalkan sözleşmenin, yeniden yürürlüğe girmesi için mahkemeye başvuran eski AK Partili “muhalif siyasetçiler”le birlikte özellikle de partilerinin genel başkanları olan zevatın, hevesi, her konuda Batı ve Batılı değerlerdi ki, o sözleşmeye imza attıkları gibi, atılan imzanın aynen yerinde kalmasını ısrarla savunmaları, onların bu heveslerinde geçici, olmayıp, bilakis kalıcı olduklarını gösteriyordu.

Şimdilerde AK Parti’ye, özellikle de Erdoğan’a muhalif olan ve akla gelen hemen her konuda muhalifliği ezberlemiş bulunan zevatın kalıcı hevesliliği, yani Batıcılığının yanında, Erdoğan’ın Batıcılığı, sadece konjonktüreldir. Yani arızî; geçici idi.

İşin başına döndüğümüzde; bazılarımızın kızdığı, bazılarımızın da işi, yani AK Parti iktidarının, özellikle de Batı karşısında aldığı tavırları muhafazakâr bir mantıkla massetmesi, işi oluruna bırakması; bu zevat için affedilir cinsten değildi. Ki, manzaranın tümüne bakıldığında iş, öyle görünüyordu.

Şimdilik İstanbul Sözleşmesi kalktı; akabinde 6824 sayılı maddede kalkabilirdi. Ki, onunda kalkması için Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir imza atması yetecekti. Bu imza atma işi, ister Batı’dan, Batılı değerlerden ricat (geriye dönüş) olarak okunsun, ister gelecek seçim(ler)de alınacak oylar için olsun; sonuçta Müslümanların ezici çoğunluğu için iyi bir şey, iyi bir haber ve müjde idi….

Eğer, sözleşmeye taraf olan zevatın konu ile ilgili başvuruları mahkeme tarafından red edilirse –müspet beklenti o yönde idi- Türkiye’nin tamamen Batı bloğundan çıkacağı, ayrılacağı düşünülmemeliydi.. Zira iki yüz yıldır Batı uygarlığına bağlı paradigmaların varlığı, bu ayrılma hadisesini pek de kolay kılmayacaktı.

Tamam, İslam’ın üstünlüğüne ve buna ters bir istikamette Batı karşısında ezilmişlik psikolojisi ile hareket edip “Batı batacak, ama “mutlaka” batacak!” türü söylemler, bir gerçeği dile getirse de, Batı daha uzun yıllar kendi varlığını koruyacaktı. Ama neden? Zira Batı insan ilişkilerde çok mu, çok gerilese de birçok alanda, bizden açık ara ile çok mu, çok ileride idi.

Hem niye Batı’nın batmasını arzulayalım ki? Elimize ne geçebilirdi o aman? Hiç!

Kaldı ki, denizaşırı bir ülkede oluşacak bir kaos ve kriz hali, değil, o ülke ile aynı coğrafyayı paylaşan bir ülkeyi, bir başka coğrafyada konuşlu ülkeleri de belli bir oranda etkileyebilirdi. Örneğim; sadece kapı komşumuz Suriye’nin içerisinde bulunduğu durum; bizi de, bilmem Kanada’yı da az çok etkilemekte, var olan dengeleri sarsmaktadır.

Batı batmasın, ama biz de o sözleşmeleri silip atarken, kendi inancımızdan hareketle paradigmalarımızı oluşturup sağlamlaştırmalı ve ayakta tutmalıyız. Bun yaparken, kendi laik ve muhafazakâr Batıcılarımıza bakmadan, onlara heves etmeden.

Devamı >>>




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —