Herhalde Türkiye’de ilk defa uluslararası bir hukuk metni bu kadar geniş ölçekli tartışılıyor. Toplumun hemen her kesiminden insan bu tartışmalara katılıyor. Bu, her şeyden önce çok önemli bir kazanım. Geçenlerde Anadolu’nun bir kasabasından bana mesaj gönderen bir esnaf “İstanbul Sözleşmesi’ni okumak istiyorum, nereden bulabilirim” diye sordu. Birçok üniversiteden öğrenciler mesaj gönderiyor, “toplumsal cinsiyet”, “cinsel yönelim”, “toplumsal cinsiyet kimliği”, “şiddet” gibi kavramların hukuki, psikolojik, sosyolojik yönleri üzerinde çalışmak istiyor. Kitap listeleri istiyor, kendi içlerinde okuma grupları oluşturuyor. Çok önemli, çok değerli, çok umut verici bir gelişme bu. Pek çok “sıradan vatandaş” başımıza ne geldiğini, ne geleceğini anlamaya çalışıyor. Bu bağlamda hukukun, normatif belgelerin inşa edici gücünü fark ediyor.
Hukuk metinleri öteden beri, elit bir ekibin hazırladığı, yukarıdan aşağıya doğru gelen ve toplumun anlamayacağı/anlayamayacağı teknik terimlerle dolu “sıkıcı” belgeler olarak görülürdü. Sıradan vatandaşlardan beklenen “ne olduğuna, ne amaçladığına bakmaksızın” onlara uymalarıydı. İstanbul Sözleşmesi ile birlikte insanların en azından bir kısmı, bir hukuk metninde geçen tek bir kelimenin kendi geleceğini nasıl etkileyeceğini fark etti. Bir virgülün, bir bağlacın, bir tanımın kendi hayatı üzerinde derin ve kalıcı etkileri olabileceğini anladı. Metinde geçen bir kavramın metinde durduğu gibi durmadığını, o kavramın canlanıp hayatına müdahil olabileceğini gördü. “Uluslararası hukuk”, “Avrupa Konseyi”, “Anayasa’nın 90. Maddesi”, “çekince koymak”, “iç kanun” “madde, bent, fıkra”, “denetim mekanizmaları” gibi kavramlar sosyal medya tartışmalarında kullanılır oldu.
Her köşe başında bunlar konuşuluyor demiyorum. Evet, yanlış-eksik bilgiler de ortalıkta dolaşıyor ama bunlar çok doğal. İnsanların CEDAW’la İstanbul Sözleşmesi’ni, İstanbul Sözleşmesi ile 6284’ü, 6284 ile TCK’yı bazen karıştırması çok normal. Önemli olan insanların anlamaya, kavramaya, ayrıştırmaya çalışması. Bu tartışmaya kendi anladığı kadarıyla katılması.
Dediğim gibi, bu, normalde “demokrasiden”, “katılımdan”, “sivilleşmeden” dem vuran herkesin “amasız, fakatsız” ayakta alkışlaması gereken bir kıpırdanış, bir uyanıştır.
Ama Türkiye’de halkın bu tartışmaya katılmasından çok ciddi bir şekilde rahatsız olanlar var. Nasıl rahatsız olmasınlar ki! Bugüne kadar otel lobilerinde “hallettikleri” meseleler, “uluorta” itiraza konu oluyor. Nasıl kızmasınlar, nasıl huzursuz olmasınlar ki!
Halk mevzuyu sahiplendikçe onların da öfkeleri artıyor tabii ki. Daha bir kaç gün önce Türkiye’nin çok tanınmış iki profesörü, kendini tutamayıp Twitter’dan paylaşımlarda bulundu. Biri aynen şöyle dedi: “İstanbul Sözleşmesi’ni kabul etmeyen insanlar henüz evrimleşmesini tamamlayamayanlardır.” Diğeri ise, sözleşmenin, “En sert biçimiyle uygulanmasının yollarını aramalıyız” dedi. Görüyorsunuz, Recep Pekervari bir söylem, 2020’de bile hâlâ capcanlı. Milliyet’in kurucusu Ali Naci Karacan da Serbest Cumhuriyet Fırkası olayından sonra, “Biz hürriyet değil, faşizm gibi bir idare istiyoruz. Devlet süngüdür” demişti. Sayın profesörümüz en az Ali Naci Karacan kadar kızmış, halkın bu densizliğine.
Anlıyoruz ki, halkın tartışmalara katılmasından sadece rahatsız değiller, aynı zamanda çok öfkelenmişler. Onların liberallikleri, düşünceye verdikleri değer bu kadar işte. Aynı şey İsveç’te, Belçika’da, Danimarka’da olduğunda, orada katılımcı demokrasi olduğunu, halkın böyle meselelere ilgi gösterdiğini filan anlatırlar.
Bir zamanlar Show TV’deki bir programa katılan Kenan Evren: “Daha bizim bir hayli ihtiyacımız var bu gibi yasalara. Ben demin misal verdim, biz bir Kuzey memleketi değiliz, İsveç-Norveç değiliz (...) Halkımızın kültür seviyesi o mertebelere erişmiş midir? Açık konuşalım. Bugün seçime giden bazı kişiler, ‘Kime oy vereceksin?’ denildiği zaman, ‘5 parmak olan bir şey var oraya vereceğim’ diyor. Yani, Halk Partisi’ne. Hâlâ öyle diyenler var. Acaba İsveç’te, Norveç’te, Danimarka’da var mıdır bunlar? Yoktur.”
Şimdi gelmiş bu halk, Avrupa Konseyi’nin hazırladığı sözleşmeyi tartışıyor. Öyle ya, biz kimiz ki Avrupa’nın önümüze koyduğu metni tartışacak! Kültür seviyemize bakmadan kalkmış, “İstanbul Sözleşmesi iptal edilsin!” diyoruz.
İşte o profesörlerin olaya bakışı bu.
İşin gerçeği ise şu:
Bizler Tanzimat’tan beri hukuk belgeleri ile dönüştürülmüş bir toplumuz. Toplumsal destek bulamayacağını bilen elitler geçmişten bu yana, halka sormadan, halka danışmadan, halkın tartışmasına fırsat vermeden “kanunlarla” işlerini halletmeye çalıştılar ve böyle de alıştılar.
Aslında onları asıl kızdıran, bu konforlarının bozulacak olmasıdır. Hazmedemedikleri bu. Ankara Valisi Nevzat Tandoğan bir zamanlar, “Ulan öküz Anadolulu! Sizin milliyetçilikle, komünizmle ne işiniz var! Komünizm gerekirse onu da biz getiririz” demişti. Aynı kafa! Hiç değişmemiş. Şimdi de demek istedikleri o: “İstanbul Sözleşmesi kaldırılacaksa onu da biz kaldırırız!”
Koç’un, Sabancı’nın ve bilumum patronun rahatsızlığı da bu yüzden. Türkiye halkı kalkmış “kurala” itiraz ediyor, “hukuka” itiraz ediyor; sadece hukuk olsa iyi, uluslararası hukuka bir de! Düpedüz densizlik, hadsizlik. Bazı idari mekanizmalara getirilmemize şükretmemiz gerekirken şimdi bir de kalkmış “kural, kanun, sözleşme” beğenmiyoruz! Gerçekten de tam süngülüğüz!
*
İstanbul Sözleşmesi iptal edilecek mi?
Ben buna yürekten inanıyorum. Bu bir başlangıç, daha fazlası da olacak.
Ama şu kadarıyla bile, çok büyük bir kazanımdır olan bitenler. Bu tartışma tabanda başlamıştır. Dernek salonlarında, ev sohbetlerinde, WhatsApp gruplarında başlamış ve en yukarıya kadar ulaşmıştır.
Toplumsal cinsiyet yasalarının mağdurları boyunlarını büküp oturmamışlar, ses çıkarmışlardır. Bunların içinde “tweet atmasını bilmeyenler” bile vardı başlangıçta, ben buna şahit oldum. Bir kaç yıl önce, kocası hapiste olan genç evlilik mağduru bir kadın, üyesi olduğum bir WhatsApp grubunda “Abla nasıl tweet atacağım?” diye sormuştu. Anlattılar, öğrettiler. O da “Kocamı bırakın, ailemi dağıtmayın!” dedi sosyal medyada.
İşte bu tweet atmasını bilmeyenler, bugün toplumsal cinsiyet yasalarını sallıyor.
*
“Biz istiyoruz ki mustaz’aflara lütfedelim, onları yeryüzünün önderleri ve varisleri kılalım” (Kasas Suresi: 5)
Mustaz’aflara... Yani; zayıf düşürülmüşlere, horlananlara, umursanmayanlara, dışlanmışlara, tweet atamayanlara...
Onlar bugün Avrupa Konseyi Sözleşmesi’ni sallıyor, yarın kendi sözleşmelerini yazacaklar inşaallah...
*
Son olarak, çekimserlere, karasızlara, “ama-fakat” diyenlere seslenmek istiyorum. “Hayır!” diyeceğiniz şey Avrupa’nın bize dayattığı bir belgedir. Amacı şiddeti önlemek değildir. Bu tarihi bir imkandır. Manipülasyonlara aldırmayın. Vehim, şüphe, korku üfleyenlere aldırmayın. “Hayır!” diyeceğiniz şey “şiddetin önlenmesi” değil, toplumsal cinsiyet ideolojisidir.