İSRAİL SİYASETİNİN KRİZİ

Bandırma 17 Eylül Üniversitesi Öğretim Görevlisi Ceyhun ÇİÇEKÇİ’NİN “KONUYA DAİR” ANALİZİ…

İSRAİL SİYASETİNİN KRİZİ

İsrail’de siyasal hayat yine hızlı ve kontrolsüz bir biçimde akıyor. Daha Nisan ayında gerçekleştirilmiş seçimlerin net bir sonuca ulaşamaması ve siyasal istikrarı tesis edecek bir koalisyon hükümetini çıkaramamış olması, ülkeyi yeniden seçim atmosferine soktu ve yine benzer bir tabloyla karşı karşıya bıraktı. İsrailli siyasi aktörlerin önünde birkaç seçenek olduğu gözlemlenebiliyor. Lakin bütün bu çalkantılı sürecin yapısal bir takım sebepleri de olmalı. Salt iç dinamiklerle açıklanamayacak potansiyel bir siyasal dönüşümün arifesinde, İsrail siyasetini ve yerleştiği bağlamı anlayabilmek adına çapraz okumalar yapmak elzem görünüyor.

Öncelikle İsrail’in en uzun süre başbakanlık yapmış siyasi figürü olarak Netanyahu’nun akıbeti, özellikle de İslam toplumları arasında ilgi çekici bir konu başlığı olarak konumlanmış durumda. Hâlbuki İsrail siyasal spektrumu açısından, kat ettiği tarihsel aşamaları itibariyle radikal fraksiyonları da absorbe etmiş bir oluşum olarak Likud, sadece merkez sağı temsil ediyor. Türkiye’ye uyarlarsak bu ancak ANAP-DYP çizgisi olarak okunabilir. Fakat hususiyetle de Filistin ‘davasının’ tarihsel kırılma anlarına sebebiyet vermiş bir yapı olarak Likud’un ve liderinin siyasi akıbeti, elbette İslam toplumları nezdinde mühim bir konu başlığı olarak kabulleniliyor. Ayrıca Netanyahu ve ailesi üzerinden bir süredir yürütülen yolsuzluk soruşturmaları, kendisinin siyasi kariyerinin noktalanmak üzere olduğuna yönelik güçlü bir mesaj da veriyor. Böylece sosyo-psikolojik olarak, Netanyahu’nun olası düşüşü, özellikle de Müslüman toplumlarda olumlu akislere mahal hazırlıyor. Kaldı ki sağ partilerden müteşekkil potansiyel bir koalisyon hükümeti kurmak için de yeterli milletvekili sayısına sahip olmadığı görülüyor. Oldukça dar kitlelere hitap eden, kimlik odaklı ve bu mikro kimliklerin kamu kaynaklarından azami ölçüde faydalanabilmesini şiar edinmiş söz konusu küçük sağ partiler, Netanyahu’nun imdat çekici gibi siyaseten sıkıştığı anlarda tavizler vererek desteklerini sağladığı oluşumlardı. Fakat bugünün siyasi panoraması, söz konusu desteğin anlamlı olmayacağını ve bir hükümet teşkil etmeye imkân vermeyeceğini dikte ediyor. Bu durum da doğal olarak ulusal birlik hükümeti kurma yolunda çağrıların önünü açıyor. Önümüzdeki günlerde iyice berraklaşacağı aşikâr olan bu süreçte çeşitli senaryolar gündemde tutulmaya devam edecek gibi görünüyor. Lakin bu seçim sürecinin belirginleştirdiği İsrail siyasetinin krizini aşabilmenin makro çözüm yolları, kişilerden ve partilerden bağımsız bir düzlemde duruyor.

TARİHİ KIRILMALAR YAŞANIYOR

Netanyahu ve onun liderlik kapasitesine indirgenecek değerlendirmeler, kuşkusuz ki eksik ve yanlış sonuçlar üretmeye zemin oluşturabilir. Nihayetinde bireysel bir düzeyi temsil eden söz konusu kapasitenin koca bir toplumun siyasetini istediği sulara doğru sürükleme imkânına sahip olduğunu kabullenmek, yine aynı toplumun dinamiklerini ve reflekslerini hiçe saymak anlamına gelebilir. Ayrıca bir devletin kapasitesini konjonktürel olarak belirleyecek dışsal/yapısal faktörlerin de görmezden gelinmesine sebep olabilir. Bu sebeplerle, bugün İsrail siyasetinde yaşanan kriz sürecini nedenselleştirmek, bunu yaparken de çeşitli seviyelerden okumalar gerçekleştirmek kaçınılmaz görünüyor. Bu bağlamda, sorulması gereken başat soru ancak şu olabilir:

“Son iki seçimde ve öncesinde ne değişti ki Netanyahu’ya/Likud’a ve kurduğu sağ koalisyon hükümetlerine yönelik teveccüh göreceli olarak azaldı ve kaotik bir siyasal atmosferi doğurdu?”

Perspektifi dar bir ölçekten geniş bir ölçeğe doğru çektiğimizde, karşımıza İsrail siyaseti açısından tarihi kırılmalar çıkıyor.

Geniş bir tarihi perspektifle değerlendirildiğinde, İsrail siyaseti açısından bugünün dünden en bariz farkının Arap monarşileri ve otokrasileriyle olağanüstü bir hız ve içerikle geliştirilen ilişkiler olduğunu görebiliyoruz. Söz konusu dış ve ulusal güvenlik politikası ataklarının bir sonucu olarak değerlendirilebilecek olan bugünün siyasal krizi, aslında İsrail’in kendisine biçtiği siyasal rolle de yakından ilgili. Kendisini ‘bölgenin yegâne demokrasisi’ veya daha da müstehzi bir ifadeyle, ‘demokrasi adacığı’ olarak kodlamış ve bu düzlemde reklamını uzun yıllardır yapagelen bir yapı, ana akım söyleminin bir uzantısı olarak kendisinden beklenebilecek ‘demokrasi promosyonu’ eksenli bir dış ve güvenlik politikasını imkânsız kılarak, enselerinde boza pişirilen Arap kitlelerinin bedduasına mı maruz kaldı dersiniz? Olmaz değil.

BAŞARISIZ GÜVENLİKLEŞTİRME POLİTİKALARI

Ayrıca ‘hukukileştirilmeye’ çalışılan aleni bir işgal-ilhak politikası da belirgin farklardan biri olarak göze batıyor. İsrail, Netanyahu’nun liderlik ettiği sağ koalisyonların bir icraatı olarak, uluslararası hukuka mugayir bir biçimde işgal altında tuttuğu toprakları ilhak etme ve kendi hukuki düzenini buralara da dikte etme eğilimini önceliyor. Bu açıdan, Kudüs’ün başkent ilan edilmesi ve Golan Tepeleri’ndeki İsrail işgalinin ABD tarafından tanınması, tamamıyla yeni bir olguya işaret ediyor. Bu bağlamda, Netanyahu’nun son seçim sürecinde bir vaat olarak dile getirdiği Ürdün Vadisi’nin ve Batı Şeria’daki yasadışı Yahudi yerleşimlerinin ilhakı, sağ siyasetin işgal-ilhak aksında kendisine istisnai bir rol atfettiğini gösteriyor. Kuşkusuz ki İsrail siyasetinin krizi, yapısal bir takım tercihlere ve bu tercihlerin meşrulaştırılma sürecindeki başarısız güvenlikleştirmelere dayanıyor.

Olası senaryolardan belki de en güçlüsü olarak ulusal birlik hükümeti kurulması ihtimali, İsrail siyasetine yabancı olmayan ve fakat uzak bir seçenek olarak duruyor. Yabancı değil çünkü ulusal birlik hükümetinin kurulmuşluğu var. Uzak çünkü en son yaklaşık 30 küsur sene önce kuruldu. Lakin bu ihtimali güçlendiren olgu, kıyaslamalı bir tarih okuması yapıldığında anlaşılabilir. 1980’li yıllarda kurulmuş bulunan ulusal birlik hükümetlerinin içerisinde yaşadığı siyasal evren, Lübnan’ın işgalini ve İran-Irak savaşını kapsıyor. Lübnan’ın işgali, İsrail açısından kısa vadede güvenlik üreten bir sonuca ulaşmışsa da uzun vadede yarattığı tepkisel hareketler İsrail’in ulusal güvenlik ajandasını günümüzde de en çok meşgul eden konu başlıklarından birine, Hizbullah’ın oluşumuna ve kurumsallaşmasına giden yolu açmıştı. Yine aynı dönemde İsrail’in bilinçli/bilinçsiz ‘gönüllü vekilliğini’ üstlenen Irak ise İran’a yönelik başlattığı savaşla İsrail’i bölgede dengeleyebilecek iki önemli gücün bir diğerinin enerjisini sönümleyerek, İsrail dış ve güvenlik politikasını göreceli olarak rahatlatmıştı.

Ulusal birlik hükümetinin kurulabildiği tarihlerdeki bu örnek olayları bugünle kıyasladığımızda yine benzer bir senaryonun hayata geçirildiğini gözlemleyebiliyoruz. Günümüzde de İran’a karşı yürütülen blok siyaseti, İsrail’in zımnen kurgulanma merkezinde olduğu bir söylemi ve pratiği bagajında taşıyor. Bu bağlamda İran’ın çevrelenmesi veya sınırlandırılması olarak görülebilecek süreçler, İsrail dış ve güvenlik politikasının hanesine kocaman bir artı olarak işleniyor. Özellikle de yakın çevresindeki Arap monarşileri ve otokrasileriyle ‘İran tehdidi’ vesilesiyle geliştirdiği ilişkiler, iki seçimdir alarm veren krizin altyapısına dair de fikir vermiş oluyor. Kısacası İsrail’in siyasal krizi, siyaseten yaşadığı kimlik çelişkilerini de kapsayacak ölçülerde, yapısal bir takım sebeplere dayanıyor.