İSRAFIN ÖNLENMESİ İÇİN DÜNYAYA BAKIŞIMIZIN DEĞİŞMESİ GEREKİYOR

Dışımızdaki dünyadan bize dayatılan yaşam tarzı ve tüketim alışkanlıklarından vazgeçebilirsek, ülkemizi ve kendimizi felakete sürükleyen israftan kurtulabiliriz. Evlerimize, ülkemize huzur, bereket, ağız tadı istiyorsak, yaşama kültürümüzü ciddi bir şekil

İSRAFIN ÖNLENMESİ İÇİN DÜNYAYA BAKIŞIMIZIN DEĞİŞMESİ GEREKİYOR

İstanbul Büyükşehir Belediyesi kuruluşu olan Halk Ekmek, ülkemizin en fazla ekmek üreten kurumu. Burası haber olmayabilir. Önemli kısım şöyle: Halk Ekmek, İstanbul´da her gün çöpe atılan ekmeğin yüzde otuzu kadar üretim yapıyor. İsrafın boyutlarını hayal edebiliyor musunuz? Madem atılacaktı, neden alınıyor demeyin. Kapitalizm böyle bir şey.

Sosyologlar, muhafazakar olarak tanımlanan kesim ile ?modern? kesimler arasında, bir de varlıklı kesimlerle alt gelir grupları arasında israf oranı ne ölçüde değişiyor, bunu araştırmalıdır. Gelir darlığının israfı azaltmakta önemli bir etken olmasını bekleyebiliriz. Fakat burada alım gücüne göre bir durum söz konusudur. Gelir azaldıkça ekmek kullanma oranı artabilir. ?Tüketiciler? kolay ulaştıkları ekmek konusunda ölçüsüz davranıyor olabilir. Nihayetinde bu kadar büyük oranlardaki bir israfın ?zengin semtlerinin? işi olamayacağı bellidir. İş ekmeğe gelince, ?zengin? oranımız iyice artıyor sanki.

İnsanların gıdalara daha saygılı davranmasını nasıl bekleyebiliriz?

İnsanın ?tüketici?ye indirgendiği bir çağda, ondan sahip olduğu nimetlere, özellikle gıdalara daha saygılı davranmasını nasıl bekleyebiliriz? Bizde ekmeğe karşı bir hürmet geleneği esasen vardır. Genellikle ?alt ve orta? gelir gruplarına mensup vatandaşların yerde buldukları ekmek parçalarını alarak kenarda yüksek bir yere koyduğuna şahit olursunuz. Kimilerinin, atılmış olan ekmekleri naylon poşetlere doldurup birtakım ağaçlara, duvarlara astığını görürsünüz. Fikir şu; hiç değilse yukarıda duruyor, ihtiyacı olan tavukları için filan alabilir. Birçok yerde ekmekli poşetlerin veya kuşlar için yerlere saçılmış ekmeklerin hiç de hoş olmayan görüntüleri dikkatinizi çekmiştir. Evlerde, lokanta ve kafelerde sürekli ekmek artıyor. İnsanlar onları ne yapacaklarını bilemiyor. Kendilerine göre çözümler arıyor.

Burada iki problem kendini gösteriyor: Birincisi, insanlar ucuz buldukları için ekmeği her zaman gereğinden fazla alıyor. Bununla sofradakilerin gözlerinin doyması hedefleniyor. Ekmeksiz bir sofra, elbette düşünemeyiz. İkincisi, mübarek ekmek, ille de taze olacak. Tıp bayat ekmeği tavsiye ededursun, bizde makbul olan, dumanı tüten ekmektir. Tanıma dikkat edin; ?sıcacık ekmek?. ?Sıcacık? pide veya simit de olabilir. Yaygın olarak üretilen beyaz ekmek zaten dayanıklı değil. Çabuk bayatlıyor, bayatlayınca özellikleri hızla bozuluyor. Hele Ramazan ayının vazgeçilmezi olan pide, bir saat geçince alıcı bulamıyor. İnsanlar oruçlu vaziyette ille de sıcak pide diye fırınların önünde uzun kuyruklar oluşturuyor. Vitrindeki bir saat evvel çıkmış ?soğuk? pidelerden almak isterseniz, kuyruğa girmeden kolayca alır geçersiniz.

Tüketici insan, aslında tüketilen insandır

Özellikle Ramazan ayında ekmek israfının had safhaya çıktığını söylemeye gerek yok. Envai çeşit yiyecek arasında pide veya ekmek kendine yer bulmakta zorlanıyor. Genellikle börek, makarna, pilav gibi unlu menüler ekmek tüketimini azaltıyor. Ama alışkanlık değişmiyor. O ekmek sepeti ille de dolu olacak. Artanlar, bayatlayanlar poşette bir süre bekliyor. Arkasından sessizce mutfaktan uzaklaştırılıyor. Şehir ortamında kim uğraşacak, çoğunluk doğrudan çöpe gidiyor. Biraz hassasiyeti olanlar sağa sola asıyor, yakın olanlar denize atıyor. Kuşları, balıkları beslemek elbette güzel bir şey. Artan ekmek o kadar fazla ki, büyük çoğunluğun macerası, şehir dışındaki büyük çöp yığınlarında bitiyor.

Ekmek israfının, gıda israfının önlenmesi için dünyaya bakışımızın değişmesi gerekiyor. İnsanın boğazından geçen lokma önemlidir. Yiyecek maddelerine karşı hal ve gidişimiz önemlidir. Bir kere besin maddelerine ?tüketim malzemesi? olarak bakarsanız, baştan kaybetmiş oluyorsunuz. Eşref-i mahlukat, yani varlıkların en şereflisi olarak yaratılan insanın yapı taşlarını oluşturan, kanına kan, canına can katan besin maddeleri şüphesiz mübarek nimetlerdir. Nimet şükran ister. Onlara gereğince muamele göstermezsiniz, aslında kendinizi, insanlığınızı tüketmiş olursunuz. Tüketici insan, aslında tüketilen insandır.

Acıkınca ye, doymadan kalk

Bizde yemeğe oturan şahıs önce ellerini yıkar, saygıyla sofraya oturur, Besmele ile başlar. Bu şekilde öncelikle nimeti bağışlayanı hatırlamış olursunuz. Bu sadece maddi bir beslenme ve tüketim faaliyeti değildir. Mübarek bir varlığa (insan) mübarek bir nimet bağışlanmıştır. Ve siz gaflet içinde olmadığınızı, farkında olarak yemeğe başladığınızı ifade etmiş oluyorsunuz. Bu da yaptığınız işi meşru bir hale getiriyor. Ama henüz işin başındayız.

Lokmaları küçük olarak alacak, uzun süre çiğneyecek, yavaş yiyeceksiniz. Önemli bir detay da yemeğin miktarıyla ilgilidir. Midemizin üçte biri kadar yenilecek. Çünkü üçte ikisinin su ve havaya ayrılması gerekiyor. Az yemenin beslenme açısından ne kadar önemli olduğunu sağlık uzmanları her fırsatta söylüyor. Ne var ki yine tüketim alışkanlarımızın bir parçası olarak, bizler yediklerimizi de israf ediyoruz. Çünkü genellikle gereğinden fazla yiyoruz. Hem de birkaç kat fazla.

Çöpe giden yiyecekler bize israf ve çevre felaketi olarak dönüyor. Midemize fazladan giden yemekler ise türlü türlü hastalıklar olarak. Ne kadar hastane yapsak insanlara yetmiyor. Yani paramızla rezil oluyoruz. Reklam dünyası sürekli olarak bu kısır döngüyü teşvik ediyor. Peygamber Efendimiz (sav) devrinde yanılmıyorsam İran taraflarından bir hekim Medine´ye gelmiş. Haftalar geçmiş, hastalık için kendisine başvuran yok. Bir Medineliye sormuş bu nasıl oluyor diye. Cevap şöyle olmuş: ?Biz acıkmadan yemeyiz, doymadan sofradan kalkarız.?

Dışımızdaki dünyadan bize dayatılan yaşam tarzı ve tüketim alışkanlıklarından vazgeçebilirsek, ülkemizi ve kendimizi felakete sürükleyen israftan kurtulabiliriz. Kültürümüzde bu konuda bize ışık tutabilecek örnekler çoktur. Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur: ?İnsanın doldurduğu şeylerin en kötüsü, midesidir.? Yani günümüz insanı yiyerek veya yemeyerek israf etmenin bir yolunu buluyor.

?Sevgimi kattım?

Şimdi konunun başka bir boyutuna bakalım. Hoca Nakşibendi, yârânıyla beraber bir lokantaya gidiyor. Yemek getiriyorlar. Ama yemek istemiyor. Diyor ki, ?aşçı bu yemeği öfkeyle pişirmiş.? Hani evde bir yemeği beğendiğimizde bazen bunun içine ne kattın diye sorarız; cevabı, ?sevgimi kattım? olur. İnsan çok yönlü mübarek bir varlık. Beslenmesini kalori, karbonhidrat hesaplarına indirgemek olmaz. Elbette onlar da olacak. Ama insan daha fazla bir şeydir. Helal et, bu hassasiyetin bir uzantısıdır. Çünkü orada hayvanlar bizim beslenmemiz için kurban ediliyor. Onların vazifesi bu olabilir. Ama bunu anlamına uygun bir şekilde, saygıyla, şefkatle ve onu ve bizi yaratanın adına yapmamız gerekiyor.

İşte o zaman yediğimiz et insana layık bir hale gelmiş oluyor. Bu nedenle temiz bir niyetle muamele görmemiş olan hayvanların etlerini yemek Müslümana helal olmuyor. Kurbanı Allah adına kesmenin sembolik bir anlamı da vardır. Bütün işlerimize bizi yaratanın adını anarak, güzel bir niyetle girişmemiz gerekiyor. Onu unutarak yapılan işlerde, kazanılan paralarda, ürünlerde, mevkilerde, bereket, hayır beklemek doğru olmuyor.

Sevgiyle yapılmayan bir yemek bile, bir kahve bile lezzetli olmazken, et konusunun, gıda konusunun önemini anlamamız gerekiyor. Köyümüzde, kentimizde tanıdık ortamlarda alınan sebze ve meyvelerin lezzeti herkesin malumudur. Bizim kasap, bizim manav. Organik diyoruz, tohum diyoruz, hava diyoruz, su diyoruz. Bunların hepsinin sebebi olan bir şey varsa o da üretim ve satış sürecidir. Ticaret ve kazanç kaygısıyla ürünlerin tabiatı ile oynanıyor. Yerli ve orijinal tohumların yerine uzaklardan getirilmiş ithal tohumlar, suni yemler, mayalar kullanılıyor. Sonuçta domatese, salatalığa, mısıra, buğdaya, tavuğa, yoğurda benzeyen ama lezzet alamadığımız ürünler ortalığı kaplıyor. İnsanların para kazanmaya mahkum olduğu, asalaklar gibi yaşadığı kent ortamlarının ihtiyacını ucuz yollardan karşılamak için marketler, pazarlar sözde ürünlerle doluyor.

Bir de bu ürünlerin pazarlanma sorunları var. En fazla emek harcayan üreticiler, belki en az kazanan oluyor. Çünkü sistem böyle çalışıyor. Tarladan büyükşehirlerdeki satıcılara gelene kadar ürün kim bilir kaç el değiştiriyor. Bu süreçte nice haksızlıklar yaşanabiliyor. Ürünün size ulaşmasını emeğiyle sağlayan insanların hakları birikiyor. Yediğiniz bir elmada, marulda, ekmekte, yapılan haksızlıkların da tadını bulacaksınız. Bunun iyi bir lezzet olmasını bekleyemezsiniz.

Lokanta veya kafelere gittiğinizde de bu durum söz konusu. Orada kullanılan ürünlerin menşei, temizliği, sağlık durumu ayrı bir konu. Bir de sizin için kimler tarafından nasıl hazırlandığı sorunu var. İşini severek yapan bir personelin sunduğu ürünlerin lezzeti farklı olacaktır. Ev yemekleri ile dışarıdaki yemekler işte burada ayrılıyor. Evde anneler, eşler, her kimse kendi ailesi için azami dikkat ederek, ?sevgisini? katarak yapıyor. Sonuçta, ev yemeği gibisi yoktur diyoruz.

Yaşama kültürümüzü ciddi bir şekilde gözden geçirmenin zamanı

Bu hassasiyetlerin bütün işlerimize yayıldığını düşünelim. Kendimizi ihtiyaçlarımıza göre sağlıklı, mütevazı, gösterişten uzak, kanaatkar bir hayata göre ayarlamaya çalıştığımızı. Ne yazık ki bu, içinde bulunduğumuz yaşama kültürüne uygun bir şey değildir. Bu kültürde sürekli bir şeyler satın almaya meyilli olmayan insan makbul değildir. Çünkü insan ?sınırsız? ihtiyaçlarla çevrelenmiş bir varlıktır.

Reklam panolarında, TV´de, cep telefonunda sürekli sunulan ürünlerden bir şeyler almakla adeta yükümlüdür. İşine yarasa da düşük model bir ürün kullanmak aşağılayıcı bir durumdur. Günümüz insanları birbirlerine bakmak yerine vakitlerinin çoğunu kendilerine sürekli telkinlerde bulunun birtakım ışıklı ekranlara bakarak geçiriyor. Dijital dünyanın patronları tarafından sürekli hipnotize edilmiş bir vaziyetteler. Öyle ki bu oyuncağı elinden almak isteseniz, ciddi sorunlar çıkabilir. Bir yakınınız bile olsa, bu böyledir.

Şehir ortamlarında pasifize edilmiş olan insanlar, sunulan seçenekler arasında yaptığı seçimleri büyük bir özgürlük gibi algılıyor. Günlük reel ihtiyaçlarına ilişkin hiçbir şey üretemiyor, sadece para kazanıp onunla neler satın alacağına odaklanıyor. Pazar ekonomisi onlara sahici olmayan oyuncaklar, eşyalar, gıdalar sunuyor. Ve insan türlü zorluklar içinde kazandığı parayı sağlıklı sağlıksız, gerekli gereksiz demeden sürekli harcıyor. Çöplüklerimiz kullanılıp atılmış ev eşyaları, plastik malzemeyle dolu. Gıda atıklarından dev çöp dağları oluşuyor.

Kültürümüzde gıdayla ilgili her şeye ekmek deme alışkanlığı vardır. Babalar ailenin ekmeğini kazanmak için çalışır. Ekmek, aslanın ağzındadır. Bu kadar önemli olan, mübarek olan bir gıdanın bir eşya gibi alınıp, kullanılıp çöpe atılması hayra alamet değildir. Evlerimize, ülkemize huzur, bereket, ağız tadı istiyorsak, yaşama kültürümüzü ciddi bir şekilde gözden geçirmenin zamanıdır.

 

Kemal Kahraman