“İster hukuken ister fiilen Siyah veya Beyaz olsun, her Amerikalı renk çıkmazını miras alır.” Alıntı James Baldwin’ın “Bir Vatan Evladının Notları”ndan. Amerikalı siyah aktivist Baldwin’in Amerika’nın genlerine işleyen ırkçılığa ilişkin tespiti şüphesiz bize de pek makul gelir. Tespiti haklı bulur, onaylamakta da bir beis görmeyiz. Ancak tespitin çekirdeğinde yer alan vurguyu soyutlayarak başka alanlara, başka ilişkilere, başka tarihsel gerçekliklere uyarlama konusunda bu kadar rahat davranmayız. Hele hele bu tespitin bizim gerçekliğimize ilişkin ne tür sevimsiz imalarda bulunduğunu, bulunabileceğini düşünmek istemeyiz. İstemeyiz çünkü kendi gerçekliğimize mesafe almakta, pekçokları gibi, zorlanırız. Bırakın zorlanmayı çoğu zaman düşünmeyiz, düşünemeyiz bile.
Ötekindeki eksiklikleri, yanlışlıkları görmenin, dile getirmenin bir konforu var. Kendinizi güvenceye almış, tartışma dışı kılmışsınızdır. Bunun psikolojik zeminini anlamak zor değil. İnsanın bir takım savunma mekanizmalarıyla kendini korumaya, korunaklı bir alana aldığını zaten biliyoruz. Lakin anladığımız, bildiğimiz bu husus nihayetinde stratejik bir biçimde kendimize tanıdığımız imtiyazlı ilişkiyi temize çıkarmıyor. Her Amerikalı renk çıkmazını miras alıyorsa ve bu mirası Amerikalı olmanın, orada doğmanın, o kültürel ortama yerleşmiş olmanın kaçınılmaz bir sonucu olarak alıyorsa o halde bizim ne tür imtiyaz ilişkilerinin içerisine doğduğumuz, ne tür çıkmazları miras aldığımız hususu önemli ve anlamlı bir hal alıyor. Başkasında gördüğümüz, kabul ettiğimiz bu açmazların, çıkmazların, imtiyaz ilişkilerinin benzerlerinden muaf olduğumuza ilişkin kabulümüz şüphesiz ki hesabı verilmesi gereken bir kabul.
Türkiye’de yerleşik ilişkinin, egemen kodların, bölüşüm mekanizmalarının yer çekimi kanunu gibi doğal, herhangi bir çıkmaza, herhangi bir ikincilleştirmeye, herhangi bir imtiyaz ilişkisine yol vermediğini iddia etmek ya gerçekliği inkâr etmektir veya gerçekliği bile bile çarpıtmaktır veyahut da bahsettiğimiz şeyin ne olduğunu, neye tekabül ettiğini bilmemektir.
İlk bakışta fantastik bir arayışın uzantısı olarak görülebilir mevzu. Ancak acele etmemekte fayda var. Sömürü, baskı ve dışlama düşündüğümüz kadar bizden uzaklarda olmayabilir. Gündelik hayatımızın rutininde, yerleşik düşünme kalıplarımızın içinde pekâlâ bu tarz bir sömürü sistematiği hayat sürüyor olabilir. Bizler kendimizi içinde bulduğumuz, bu haliyle devraldığımız baskıcı, ötekileştirici, sömürücü bir mirasın müntesipleri olabiliriz. Bize doğal gelen yapı, tarz, işleyiş belki de tam da bu yüzden, bize doğal geldiği için bu niteliklerini bizim için görünmez kılabiliyordur.
Burada olası bir yanlış anlamanın önüne geçmek için bir hususun altını çizmek istiyorum. Bu tarz bir okuma genelde devralınan mirasta denklemi bir ezen ezilen karşıtlığında kurar ve verasetin muhafazası ve müdafaasında ezenin aktif olduğunu varsayar. Çünkü doğaldır ki bu düzenden, bu işleyişten kârlı çıkan odur. Oysa ne denklemi bu kadar basit kurmak mümkün ne de ezen-ezilen çelişkisi bu berraklıkta seyrediyor. Zannedildiği gibi ezilenlerin durumu çaresizce katlandıkları bir düzenle sınırlı değil. Miras alınan “renk çıkmazı” (kim bilir bizde ne tür çıkmazlar var acaba?) sadece çaresizce katlandığımız bir durumu getirmiyor aynı zamanda duygu, düşünce dünyamızı çerçeveleyen, ufkumuzun sınırlarını çizen haritaya bizi mahkûm ediyor. Açıkçası çok teferruatlı bir bahis bu ve detaylandırılması yazının sınırlarını hayli zorluyor.
Şimdi tekrar yukarıda değindiğim konformist tavrımıza geri dönelim. İnsanlık durumuna veya tarihsel-toplumsal bir gerçekliğe ilişkin tespite dair anlamamızın, onamamızın iki yüzü var gibime geliyor. İki yüzü birbirinin karşıtı gibi görmekten ziyade mütemmim cüzler şeklinde anlayalım. Neden onayabiliyoruz, nasıl tespitte dile gelen hususu anlayabiliyoruz? Birinci yüzde insan olmak var. Bu payda, biraz tartışmalı bir ifade olacak belki, insanların “kültürelliklerini-yerelliklerini” aşan durumlarıyla ilintili. İkinci yüzde insan olmaklığımızdan gelen eylemlerimizin ortaklığıyla ilgili. Yani tam da bana tanıdık gelen, benim anlamamı, onaylamamı mümkün kılan eylemin bize yakınlığıyla, tanıdık gelmesiyle ilgili. O halde durum böyleyse burada savunma mekanizmalarının karşımıza çıkardığı seti aşarak şu gerçekle yüzleşmek durumundayız: Dile gelen bu tespiti, bu sözü anlıyorsak, bu tespiti, bu sözü buralı birisi olarak anlıyor ve onaylıyorsak o halde bu tespitin, bu sözün buradaki tercümesinin, somut karşılığının ne olduğunu da görmek, bilmek, söylemek durumundayız. Örneğin Aliya diyor ki: “Biz de zalimlerden olursak, zulme karşı savaşmamızın bir anlamı kalmaz.” Ayetler, hadisler veya düşünce, fikir, siyaset, aksiyon insanlarının benzer tespitleri, sözleri bizden ve özellikle de bize yönelik performatif bir boyutla gelmiyorsa o zaman bu durumu nasıl izah edeceğiz? Bu güzel, çarpıcı, vurucu sözleri, tespitleri beğenmek, onaylamak güzel de gerçek dünyamızda bütün bunlar nereye oturuyor? Hayatımızda neye karşılık geliyor bunlar?
Adeta diğer canlılar gibi, miras aldığımıza gömülü olarak yaşıyorsak, şairin ifadesiyle “ısmarlama bir hayat” yaşıyorsak bütün bunları dert etmemek mümkün tabi ki. Zira bu açıdan ortada dert edinilecek bir problem bulunmuyor. Hele hele “ısmarlama bir hayat” yaşadığımızın farkında değilsek hiçbir problem yok demektir. Yerleşik düzen, miras aldığımız “renk çıkmazı” içinde her şey doğal gelir. Şüphesiz bugünden bakıldığında filen insanların köle olarak çalıştırıldığı, ayrımcılığın gözlere battığı iş ve işlemleri yanlış görmekte bir tuhaflık olmaz. O gün onlar yaşanırken bunu gören bizim gibi akıl ruh sağlıkları yerinde insanlar bu mirasın kendisinde ve işleyişinde bir tuhaflık görmediler. Hatta bunun devamında ısrarcı oldular. O çıkmazın çukurlarına yerleştirilen köleler bile akıllarından karşı koymayı geçirmediler çünkü onlarda aynı mirasın varisleriydiler. Bugünde benzer bir durum yok mu? Nelere katlanıyoruz kim bilir? Bize miras kalan “renk çıkmazı” acaba ne tür insandışılıklar karşısında bizi duyarsızlaştırıyor? Hatta bu insandışılıkların sürdürülmesine acaba nasıl alan açıyor, ne tür katkılarda bulunuyoruz?
Baldwin yine aynı kitabında “her yazar doğduğu dünyanın, yeteneklerinin gelişimine karşı kurulmuş bir komplo olduğunu hisseder” der. Bunu hisseden kaç yazar var bilemiyorum. Ancak burası gerçekten de çok kritik bir nokta. Doğduğumuz dünya şüphesiz çok büyük bir imkân ve tam da bu yüzden ve bu yönüyle bize karşı kurulmuş bir komplo aynı zamanda. İmkânın ve komplonun farkında olabilmek ile “renk çıkmazı”ndan kurtulabilmek arasında doğrusal bir orantı var. Ne mutlu farkında olanlara!
Kaynak: farklı bakış