Tarih: 16.11.2019 15:15

İSMAİL DOĞU İLE KİTAP ÇERÇEVESİNDE...

Facebook Twitter Linked-in

S.1) Okuma eylemi üzerinden kitabın insan ve toplumla var olan ‘kadim ilişkisi’ üzerine neler söyleyebilirsiniz?

Okumak ve yazmak aslında birbiriyle çok yakından bağlantılı iki eylemdir. Kelimelerin kökenlerine baktığımızda da bunu görürüz. Okumak fiilinin kökü ok’tur. Yazmak fiilinin kökü ise yay’dır. Türkçemizde y ile z arasında ses değişimi bilinen bir durum. Yay’dan yaz’a gelmiştir ki bununla iki farklı yol açılmış, anlam zenginliği oluşmuştur. Malum olduğu üzre yay ile ok birbirinden asla ayrılmaz. Birbirini tamamlayan iki şeydir bunlar. Ok olmaksızın yay’ın bir fonksiyonu yoktur. Öyle ki, kullanılmayan yayın kirişi çıkarılır. Aynı şekilde yaysız ok’un da anlamı yoktur. Zira ok, ancak yay ile atılır. Tabi bu ilişki bize aynı zamanda okun yay ile atılması hasebiyle bir yönelimi, dahası bir isabet biçimini doğurur. Ok için mutlaka bir hedef vardır. Bu hedefe doğru yönelim, iyi nişan almayı ve isabetli bir atışı gerektirir. Aksi takdirde ok hedefine varmaz ya da yanlış yöne gider. Elmayı vuracakken kişiyi vurur. Tüm bu kök ve anlam zenginliği içinde okumak eylemi, doğal olarak bir kitaba, yazılan bir yazıta işaret eder. Kitap varsa okunacaktır. Başka bir ifadeyle yazı yazılmaktadır ki okunsun. Kişi okuduğunu yazmakta, yazdığını okumaktadır yani. Bu haliyle kitap/yazıt kaçınılmazdır. Lakin burada maalesef bir indirgeme yapılmaktadır. Kitap/yazıt denilince akla illa ki hemen iki kapak arasında sayfalarla ciltlenmiş, içinde satırlar bulunan salt bir nesneye işaret eder olmuştur. Bu da okumayı da yazmayı da daraltmış olur. Bu yüzden de yönelim ve isabet oranı da hayli düşmüştür. Kitap, yazılandır evet ama kâinatta her şey eylemleriyle, sürekli yeniden dirimlerle yazılagelmektedir hep. Bu bağlamda her eylem bir kitaptır, tamamlanmış bir fiil olarak. Eylemle aslında bir çeşit yazımda bulunmuş oluruz. Yaptığımız/yazdığımız bu edimlerimiz, haliyle başkası tarafından da okunur; tıpkı bizim de başkasının edimleri üzerinden okumalar yaptığımız gibi. Bu “başkası” dediğimiz tabiattaki her şeye işaret ettiği gibi, tabiatın bizzat kendisine de işaret eder. Bu açıdan en büyük kitap, tabiatın bizzat kendisidir de; diyelim, her bir tekil eylem, o büyük kitabın fasikülleri gibidir. Kişi edimleriyle kendini yazar ve kendinden okur; ama aynı şekilde başkasını da yazar ve başkasından da okur. Akaid literatüründen hatırlarsak, bizim yapıp-etmelerimiz, sağımızda ve solumuzda bulunan, adına “kiramen katibin” denilen meleklerce yazılır. Bu hoş simgesel ifade, her edimimizin kayır altına tutulduğuna imler ki, ölüm sonrası yeniden diriliş inancı çerçevesinde bize mükafat ve cezayı sağlayacak olan da işte bu kayıtlardır. Herkes kendi kitabını okuyacak, her yaptığı iş ve hatta o işi gerçekleştirdiği eylem kendi lehinde ve aleyhinde şahitlik yapacaktır. O halde yazıyı yazan sadece kalem değil, tüm azalarımızdır. Haliyle kişi bu edimleriyle kendi kitabını oluşturur, dahası kendi bir kitap olur. Kıyamet sonrası okuyacağı gerçek kitap da, işte budur.

Bu bireysel yazmalar ve okumalar, toplu yazışları ve okumaları beraberinde getirir. Eğer olacaksa toplumsal mutabakat, bilinç vs bu şekilde olur. Tabi farkedileceği gibi her kitabın değeri birbirinden farklıdır; zira her edim ve edim sahibi de birbirinden farklıdır. Kitabın kitaba üstünlüğü, edimlerin kıymet derecesi ile ölçülür. Bu da zaten toplumsal yapıda doğal olarak kendini gösterir. Haliyle tedavülden kalkan kitaplar olacak, yeni yazmalara ihtiyaç duyulacaktır. Zira yaratılış devam etmektedir. Yaratılışın bu sürekliliği, devinimin kendisinden kaynaklanmaktadır. Devinim ise değişimi beraberinde getirir kuşkusuz. Bu da sürekli yeniden yazmayı gerektirecektir. Yeni yazmalar yeni okumalara, yeni okumalar yeni yazmalara zemin hazırlayacaktır. Eskiye rağbet eden ve hala onunla iştigal edenler, pek tabi ki bu süreç içinde kendisi de eskiyecek, “parası geçmeyecek”tir. Yeni yazmalar ve okumalar da, elbette her an gözlem üzerinde olan kişilerce gerçekleştirilecektir ki, kişinin feraseti de kitabın azameti de burdan neşet edecektir. Allah’ın elçileri olarak kabul edilen Resullerin/Nebilerin seçkin kişiler olması ve Kitaplarının diğer tüm kitapların içinde ayrıcalıklı bir yerde olmasının nedeni, kendilerinin basiret/feraset ehli olmalarından kaynaklanmaktadır. Bu ise masumiyetin hem neden hem sonuç olmasından kaynaklanmaktadır. Dikkat edilirse bu iki sıfat da, Risaletin olmazsa olmazlarındandır. Tüm bunlar, diğer insanlar Allah’ın adıyla konuşurken, bu seçkin Kişileri Allah’ın adına konuşan kişiler yapar. Başka bir ifadeyle, Onların sözleri, Allah tarafından tasdik ve tashih edilir. Diğer tüm insanların tasdik ve tashih mercii ise birbirleri arasında kendi okumaları ve yazmalarıdır. Dolayısıyla değişken bir hal taşır. Toplumsal bir bilincin oluşması da buna bağlıdır zaten.

S.2) Kitabın dinlerde ve kültürlerde var olan yeri ve medeniyetlerin oluşumuna yönelik etkisi ve katkısı üzerine neler söylenebilir?

Dinler vahyle oluşan bir bütünsel sistemdirler. Yani din denilince akla hemen vahy gelir. Vahy ise fısıltı anlamına gelen Arapça bir kelimedir. Kâinat sürekli fısıltı halindedir aslında. Bu her yerde her şekilde vahyin olduğuna işaret için söylenmiş bir terkiptir. Nitekim Kur’an da bizlere vahyin türlü biçimlerine de değinir, vahyin farklı türlere verilişine de. Bu meyanda vahy hem fiil hem de isim olarak karşımıza çıkar ki, “veri”nin kendisi olduğu kadar “verme” eylemini de içerir. Bu ifadeleri sunmaktaki amacım şudur: din, modernite ile daha çok belirginleşen haliyle, sanıldığı gibi bir dönemi ve bir bölgeyi olduğu kadar, belirli eylemleri içeren bir fenomen değildir. Din hayatın kendisidir. Hayatın her yerinde her zaman vahy vahyedilir. Bu veriler toplamı, kimi dönemlerde adına resul/nebi denilen kişilerin aktarımları sonucunda, onun takipçilerince kayda geçirilir. Bu kayıt biçimi büyük harfli Kitab’ı oluşturur. İnsanların da buna iman etmesi istenir. Aslında bu Kitap, adına Kâinat denilen daha büyük bir Kitab’ın izdüşümü, başka açıdan özetidir. Nitekim Kur’an’da da buna, “Ümmül Kitap” ya da “Kitabı Meknûn” ifadeleriyle işaret edilir. Hatta gelenekte de, Allah Kitab’ı Peygamberin kalbine indirmiştir ilkin. Bu yaklaşıma göre bize ulaşan, Peygamberin kalbinden gelendir. Bu anlatım tarzı, Kitab’ın iki kere inzal edildiğine işaretle, ilkinin diğerinden daha büyük olduğunu da çağrıştırır. Biz bu geleneksel anlatımı, yine tefsir usulü geleneğindeki anekdotla birleştirirsek şu sonuca varabiliriz. Tefsir usulünde bir bölüm olarak geçen bu bahse göre, ayetler “âfak ve enfüs” diye ikiye ayrılır. Bu ayrım biçimi de aslında bizzat Kur’andaki bir ayete, Fussilet suresi 53. Âyete dayandırılır. “Enfüs ve âfak” ayrımı, bazen “kitabi ve kevni” diye de ayrılmıştır. Buna göre Kâinat aslında başlı başına bir kitaptır ve orada bulunan herşey bir âyettir ki, bu “âfak” olana ya da diğer isimle “kevnî” olana atıftır. Bir de bizim daraltarak kullandığımız kitap vardır ki, içindeki cümleler, enfüs ya da kitabi şeklinde ayetler grubunu oluşturur. Bu ibarelerden biz pekâlâ cümlelerin aslında varılanların dizilimi olarak görebiliriz. O halde başta söylediğim her şeyin vahy olması da, bu bağlamda oldukça belirginleşir. Zira vahy veri anlamına geldiğinde, her ayet bir veri olarak karşımıza çıkar. Yani kısaca vahy dediğimiz şey verilerin/ayetlerin kendisidir ve aynı zaman da onların verilişi/indirilişidir. Buradan çıkacak sonucun ilkini yukarda belirttik: Kitap, Kâinatın bir izdüşümü, bir özetidir. İkinci çıkarsamamız ise elbette buna mukabil olmak üzere şöyle olacaktır: Kâinatı anlayamadan Kitab’ı anlayamayız. Başka bir ifadeyle Kitabı’ı anlamanın yolu Kâinatı anlamaktan geçer. Bunun tersi geçerli değildir, zira bu bağlamda ele aldığımız, aslında daraltılmış anlamdaki Kitap, sonuçta bir dizilim, bir yazılımdır. “Kün fe yekûn” ifadesinin karşılığı budur. Zatenkâinat da, kün emrinin sonucu olan bir toplamdır. Kur’an’da da sıkça geçen bu ifade, olayazmaya, yazımın devamlılığına işaret eder.

İman edilmesi istenen “münzel kitap”, Peygamberlere vahy yoluyla bildirilen kitaptır. Ona iman edilmesinin istenmesi, aslında kâinatı, varlığı, hayatı doğru bir biçimde anlama ve kavramaya matuf olduğundandır. İman kelimesinin emniyet içeren kelimelerle aynı kökten geldiğini düşünürsek, Kitab’a iman, aslında bir dayanak, bir tutamak olarak kâinatı asli bir içimde anlamak ve ona göre yaşamak kastını taşır. Aksi takdirde kişi asla güven içinde olamaz. Hz. Muhammed (as)’ın “Bana eşyanın hakikatini göster/bildir, ey Allahım” duasının hikmeti de budur. Çünkü Allah, sufilerin çokça kullandığı kudsi bir hadise göre, “gizli bir hazine” idi ve “tanınmak/bilinmek üzere yarattı, tüm bu kâinatı”.

Bu açıklamalarla dikkat çekmek istediğim nokta, Kitab’ın anlaşılmasındaki usulden ziyade, Kitab’ı kapak arasına sıkıştırılmış sayfalardan ibaret görülmesindeki daralmadır. “Kitap”, “Levha”, “Suhuf” gibi tanımlar, çok özel bir nesneye ifade edebilir, bu doğrudur. Ancak henüz tamamlanmamış ve işki kapak arasına sıkıştırılmamış bir metin yokken, ilk inen ayetlerde dahi kitap kelimesinin geçmesi, bu ifadelerin çok daha geniş bir anlam dağarcığında ele alınmasını zorunlu kılar. Bu bir soyutlama değil, bilakis somut olanı, nesnel olanı çok daha geniş bir perspektiften ele almayı salık verir. Özellikle yazın (kitap) içeren bir kelimenin seçilmesi ise salt bir nesneye aidiyetinden değil, daha çok meselenin muhkemliğinden dolayıdır. Kitaba iman edilmesi ve kitabın tertil edilmesi, muhkem çerçeve içerisinde kâinatın anlaşılması ve ona göre bir yaşam tarzına kavuşulmasını öngörmek içindir. Aksi takdirde salt bir nesneye atıf olarak kullanıldığını farzedersek, bu anlayış, 4 peygamber haricinde hiç bir peygambere vahy gelmediği zehabına kapılmamıza yol açabilir. Bunu farkedenler ise çok da bir dayanak oluşturmadan kimi peygamberlere de “sahifeler” getirildiğinden bahsederek kurtulmaya çalışır. Halbuki “suhuf” kullanımı Hz. Musa için de vardır. O halde Ona hem kitap hem sahife mi verilmiştir? Kur’an, “İbrahim’in sayfaları”ndan bahsediyor diye bunun 100 sayfa olduğu ve bildik kişilere gönderildiğini söyleme telaşesi, sadece bu eksikliğin kapatılmasına yönelik beyhude bir çabadan başkası değildir. Bunun kökeninde de, kitap kelimesinden mülhemle, yazılı bir metne işaret edildiğinin anlaşılması yatar. Oysa Allah, elleriyle tutacakları, gözleriyle görecekleri bir kitap indirmemiştir, indirmeyecektir de. Onların beklentisi “kırtas içinde (ya da kırtas haliyle) bir kitap” idi ki, olsa da zaten böyleleri inanmaz. Onlar ancak kendileri yazar ve kanar.

Eğer meseleyse bu perspektiften bakarsak, öncelikle her peygambere vahyedilmesi hasebiyle bir “Kitab”ın indirildiği muhakkak olur; velev ki o kitap sonradan kaleme alınsın ya da alınmasın, aynı şekilde bize ulaşsın ya da ulaşmasın farketmez. İkinci olarak bahsi geçen bu Kitaplar birbirlerini tasdik edicidir. Kendi içinde çelişmez olduğu gibi, birbirleri için de çelişik durum arzetmez. “Musaddık” sıfatı onların vazgeçilmezidir. “Ellerinizin arasındakini tasdikleyici” ifadesinin hikmeti de budur. Tabi ki Kitaplar kar taneleri kadar birbirine benzese de, sonuçta her biri bir birinden farklı ve özeldir. Bu farklılığı doğuran ise indirildiği topluma has olan özelliklerden kaynaklanır. Bu açıdan indirme fiili, kırtas içinde bir kitap inişini asla kastetmez. Bunun yerine, “bir yağmur gibi ölü toprağa serpilip onu dirilterek nebatlar çıkartma” açısından değerlendirilmeye layıktır. Zaten bu betimlemenin Kur’an’da resulün gelişi için kullanıldığını biliriz. Resul ile vahy ayrılmaz bir bütün olduğuna göre, aynı şeyi tüm resulleri/nebileri şamil kılarak indirilmiş kitap ifadesi için de pekâlâ kullanabiliriz. Kur’an’ın “indiren de bizi koruyan da” ayetinde belirtilen kelimenin “zikir” olması bu meyanda çok manidardır. Bu “zikir” kapsamında adı bilinmeyenler de vardır, Tevrat ya da İncil gibi muharref olduğu iddia edilenler de vardır, Upanişatlar ya da Zend Avesta gibi adı bilinip de “Kutsal Kitaplar (!)” kategorisine alınmayanlar da vardır. Tahrif et/il/me, esasen, kainatla/hayatla bağını koparmaktan neşet eder. Ancak maalesef kitapların daraltılmış olarak ele alınması, adı hiç bilinmeyeni de, bilinip Kur’an’da geçmeyeni de ıskaladığı gibi, bilinen ve adı geçeni de önemsiz hale getirmiştir.

S.3) Kitabın var olan serüveninden hareketle düşündüğümüzde dün ve bugün açısından Batı’da ve Doğu’da (Çin, Hind vb.) kitap ve kitap kültürü nasıl bir seyir çizgisi takip etmiştir, Kitabın sözlü ve yazılı kültür içindeki yeri nedir?

Bu sorunuzun cevabı sözlü bellek ile yazılı kültüre geçiş meselesinin anlaşılmasında yatar. Sümerlerle başlayan yazının icadı her ne kadar en fazla 6000 yıla dayandırılan büyük bir geçmişi olsa da, aslında insanlık tarihi açısından çok küçük bir dilimi ifade eder. Yazının bulunmasından önce sanki ilim irfan yoktu, düşünce henüz neşet etmemişti gibi modernite tarafından oluşturulan ama maalesef bizlerin de içine dahil olduğu bir varsayımdan sözediliyor. İnsanlık tarihi, yazının icadından çok daha eskiye dayanır. Burda varolan sözlü bellektir. Bellek kelimesi bize toprağı işlemek (bellemek) fiilini de çağrıştırır, birilerine dayanmak anlamında deyimi de bel bağlamak (bel bağlamak). Bu açıdan bellek, süreklki işlenerek diri tutulan ve kendisine dayanılan bir olguyu çağrıştırır. Öyle ki ancak bu şekilde kendisinden ürün alınabilmektedir. Evet unutmak bir nimettir ama alzheimerın da sonucu ölüme götüren bir hastalık olduğunu herkes bilir. Yazının bulunması aslında okuma faaliyetine ket vurmaz. Okuma biçimini başka bir edimle perçinmler. Bunu ilk soruda cevaplandırmaya çalıştık. Zaten yazının bulunması, sanıldığı gibi yazılı kültüre geçişi doğurmamıştır. Doğuramaz da, zira yazının bulunması alfabenin bulunması anlamına gelmez. İlk yazılar idogramdır. Şekillerden resimlerden oluşur. Harfleri oluşturan alfabe sistemi yoktur. Alfabenin bulunuşu, yazının bulunuşundan neredeyse 2000 yıl sonradır. Yani insanlar yazıdan önce de konuşuyor, okuyor, düşünüyor anlatıyordu; yazının bulunmasından sonra da. Zaten yazının bulunması her şeye rağmen, herkesin yazıyı kullanması ve yazı yoluyla iletişime geçmesi anlamına asla gelmez. Yazıdan sonra alfabe doğdu dedik. Burada da önemli olan bir nokta daha var. İlk defa Fenikeliler tarafından geliştirilen alfabe, tamamen sessiz harflerden oluşmaktaydı. Sessiz harflerin varlığı, yazının okunuşunu, tıpkı sözlü bellekteki gibi, sürekli doğurmayı ve yeniden yorumlamayı gerekli kılar. Sami kökenli olan bu kabilenin bulduğu harflerden semitik alfabeler doğmuştur ve bu alfabe dizgesi halen sessiz harflerden oluşur. Arapça, İbranca, Aramca gibi dillerde sesli harf halen yoktur. Bu sözlüden yazılıya geçişte önemli ayrıntılardır. Sesli harfler ilk defa, Fenikelilerden devralan Antik Yunan’da, alfabenin icadından neredeyse 500 yıl sonra ortaya çıkmıştır. Sesli harflerin Antik Yunan’da kullanılmaya başlanması da oldukça manidardır. İşte bu şekilde başlayan yazılı kültür, uzun zaman kendini bu şekilde ifade ederken, matbaanın icadıyla doruk noktasına çıkmıştır. Yazılı kültür derken kastettiğim, bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, sesli harflerle yazma ve okumanın kalıplaşmasının sağlanması ve matbaa ile de yaygınlaşmasına olanak sağlanması anlamını taşır. Haliyle yazının ya da alfabenin doğuşu yazılı kültürü doğurdu ve sözlü kültürü öldürdü gibi ifadeler gerçeklikle bağdaşmaz. Tabi Arap dünyasının Antik Yunanla sıkı irtibatı ve ondan etkisi, maalesef kendi sessiz harf sistemini, yine sessiz kılarak ama asla sözlü kalmayarak yapıbozuma uğramasına neden olmuştur. Dilin değişimi, beraberinde zihniyetin değişimini sağlamıştır. Bu durum, aslen Kelâm olan ve yedi harf üzere inen Kur’an’ın, sadece Kureyş Lehçesine indirgenerek okunmasına ve bu sığlıkla anlaşılmasına zemin hazırlamıştır. Başlangıçtan beri varolan ve aslında Varlığın kendisi olan “Söz” (Kün), tıpkı bu akamet içinde olduğu gibi kendini de, kendini işaret eden/kendisiyle işaret edileni de indirgemiştir. Söz kalıplaşmış, varlık durağanlaşmıştır artık. Yazı, okumanın eşgüdümlü bir parçası olmaktan çok, ok’u/söz’ü düşüren bir nesne olmaktan öteye geçememiştir. Sözün yazı karşısında bu denli öne çıkartılma arzusu, bellekleri altüst etmiş, toprak artık işlenmez ve ondan ürün çıkarılmaz bir halde, paketlenmiş ve rafa koyularak hizmete sunulmuş bir nesneye dönüşmüştür. Latinler “verba volant scripta manent” der. Bu, “söz uçar yazı kalır” demektir. Bu meyanda söz uçmaz, belleklerde kalıcıdır. Yazının kalıcılığı donuklaştırmasındandır, statik bir hal aldırır. Başka bir açıdan, evet söz uçar ama bu uçuş, konar-göçer bir uçuştur, doğurganlığı ve sürekliliği çağrıştırır.

Sözlü döneme bellek derken yazılı döneme kültür kelimesini kullanma farklılığımın kaynağı da budur. Kültür, en netameli kelimelerden biri olarak tedavüle sokulmuş bir dağarcığı çağrıştırır. Sonuçta kültür kelimesinin de kökeninde toprağı işlemek ve toprakta ikamet etmek anlamına gelir. Ancak kelimenin özellikle sanayi devrimiyle birlikte tedavüle sokulmasını bilirsek, sanırım ne demek istediğimiz daha da anlaşılır olacaktır. Kültür kelimesinin kökeninde kolonize kelimesinin yattığını düşünürsek, açıklamalarımın ve farkındalık yaratsın için kullanımlarımın maksadı daha iyi anlaşılır sanırım.

Bu girişten sonra meseleye bakarsak, Yunancada anlatı anlamına gelen “mitos”un, yine Yunanca ve yine aynı anlamı kapsayan “logos” ile yer değiştirdiğine şahit oluruz. Logos lehine gelişen bu tutumda anlatı yerini başka bir anlatıya dönüştürmüş, sözlü bellek bu sayede yazılı kültüre adım atmıştır. Tüm Batı düşünce tarihinin logosmerkezci olması da bundandır. Zira logos, dil ve düşünce anlamına gelir. Bu anlam haritası içerisindeki püf nokta, onun bu vesileyle bir düzen kurma sevdasında yatar. Bu düzen de, işte her şeyi ratio çerçevesinde düzenleyen bir yapıdır. Bu ratio, en baştan beridir kendini dikotomik bir yapı içinde kurguladığından dolayı, kendi çerçevesine bağlı kalarak çevresindeki her şeyi de içinde çatışma barındıran ikili bir sistemi öngörmektedir. Tüm bu durum, adına yine bu dikotomi çerçevesinde kutsal diyeceğimiz üst anlatıları, kadim öğretileri ya bertaraf etmiş ya da kendi algı mekanizması içinde değerlendirerek “üçüncü dünya”ya sunmuştur. Hoşamedi olarak karşılanan bu ikinci tavırdan dolayı da aslen her biri birer musaddık olan kitaplar birbirleriyle çatıştırıldığı gibi, kitabın kendisi de hayattan koparılmıştır. Artık o kelamdan ziyade bir yapıt, hayattan ziyade bir anıt olmuştur. Halbuki Kitap sözden, söz gözden asla ayrı düşünülemez.

S.4) Biz ‘iki kapak arası’ nesne olan kitapla birlikte, çoklu okuna biçimlerini (kitabı, hayatı, kainatı) ya unuttuk ya da onlar hayatımıza hiç girmedi. Bunların içerisinde ise, en önemlisi kitabın yalnız bırakılması, ondan uzaklaşmamızdı. Bu konuda neler söylenebilirdi?

Kur’an’ın yazılması denilen tutum, Peygamberimiz tarafından değil Onun vefatından sonra ilk halife döneminde Hz. Ömer’in teklifiyle yapılan bir şeydir. O zamana kadar Kur’an hafızalardaydı. Elbette kendince yazanlar olmuştu. Adına vahy katipleri denilen kişiler boşa değil. Ancak aslolan sözlü bellekti. Çünkü o her şeyden önce Kelam idi. Kelam’dı derken salt sözden bahsetmiyorum. Bizzat yaşanılan bir durumdan bahsediyorum. Bu açıdan hafızalarda derken aynı zamanda yaşamın bizzat içindeydi Kur’an. Bunun da en büyük ve tek mümessili Resulullah’tı. Resulullah’ın hayatı Kur’an’ın izdüşümü idi. Kuran yaşayan Peygamberken, Peygamber de konuşan Kur’an’dı. Zaten tamamen yazılı olsa idi ve çok da gereksinim duyulsa idi, bunu Hz Ömer teklif etmez, ettiğinde de Hz. Ebu Bekir’in itirazına da gerek kalmazdı. Ancak farklı gerekçeler, Kur’an’ın yazılmasına karar verildi. Gerekliydi ya da değildi gibi tartışmaların bu saatten sonra anlamı yoktur. Zira ilerleyen dönemler, yazıya geçirilmesi ve çoğaltılarak dağıtılıp yaygınlaştırılması yönünde gelişti. Bunu konuşmaktan ziyade bahsettiğiniz anlam çokluğu üzerinde durulmalı. Elbette ki bu çokluğun oluşmasında kıraatların varlığı, sonrasındaki tekliğin anlaşılmasında da adına şaz denilenlerin kaldırılması yatsa da, sözlü belleğin her zaman güçlü olduğuna inanan bir kimse olarak, bu tür tanımlamalara, sınıflandırmalara aldırış etmem. Zira en nihayetinde sözde ve yazıda anlam yoktur. Anlam, insanla vardır, onu dillendiren kişiyle. Anlam bir yaratım sürecidir ve tamamen özneldir. Bu açıdan da devingen ve değişkendir. Anlam kelimesinin kökeninde bulunan an, sınır demektir. Kişi kendi zaviyesi içinde bakar ve kavrar. Bu onun kişisel kavrayışıdır. Bu demektir ki anlam, göreceli olması hasebiyle tarihsel olmaktan kaçınamaz. İlk ve esas anlam, Resulullah ileydi. O aramızdan çekilince tüm anlamlar bireysel hal almaya mahkumdur. Bu açıdan da zannidir. Anlamı kati olma biçimi sadece kişinin kendisiyle ve o anla alakalıdır, söylendikten sonra zanniyet alanına girer. Kendisinde değişebileceği gibi, başkasında da değişmesi kaçınılmazdır. Bunu söyledikten sonra konuya tekrar dönersek, Kur’an’ın bana göre zengin bir külliyatını oluşturacak farklı Mushafların yaşaması iyi olurdu. Gerçi bunların kimileri fıkıhta bir ictihad niteliğinde hala yaşıyor. Ancak bu hem az miktarda hem de asli niteliğinin konuşulmasına engel bir biçimdedir. Her şeye rağmen tek tip de olsa biz bu Metne sahibiz ve sadığız. Sorun Metnin çoğulluğu değil, çok daha önemli olan anlamın sağlıklı yürütülmesidir. Hz. Ali’nin Sıffin savaşında, “dün sizinle bu Kur’an’ın indirilişi için savaşıyorduk, bugün ise anlamı için” demesi oldukça manidardır. Nitekim savaşın ilerleyen merhalelerinde Kur’an yapraklarını mızraklarına takıp hakemlik isteme sevdasındaki gaflet de, bu cümlenin anlık tezahürü olmuştur. Anlamı yazıda, sayfada görenler, maalesef derin acıların oluşmasına sebebiyet vermiştir. Evet hadiste de belirtildiği üzere, “Kur’an 7 harf üzere indirilmiştir.” Bu indirilişten dolayı da farklı kıraatların oluşumu sözkonusudur. Bu konuya eğilenlerin 7 harf meselesini es geçmesi ya da öylesine değinmesi, aslında çoklu anlayışın bizatihi metin tarafından elde edilebilir bir imkan sunmasından rahatsız olanlardır. Bu tektipçi biçimler, Kur’anı öne getirirken, aslında kendi anlamlarını öne sürdüklerinden gafildirler. Kuran konuşmaz, konuşturulur. Onu konuşan Kişi, tüm şahitler huzurunda görevini layıkıyla ifa edip bu dünyadan ayrıldı. Artık Onun adına konuşma yetkisi kimsede değil. Onun adına değil Onun adıyla konuşabiliriz ancak. Tüm bu konuşmalarımız da, kendi anlam dağarcığımızdan kaynaklanır. Doğrusunu ve eğrisini ise konuşanlar belirleyecektir. Buradan anlamın çokluğu korkusuyla anlamın buharlaşacağını zannedenler olabilir. Hayır, anlam buharlaşmaz. Buhar simgesinden gitsek bile o buhar gökyüzünde bulut olur ve yağmur olarak tekrar yağar. Anlamın çokluğundan rahatsız olmak, beraberinde anlamı tek tipleştirmeyi getirir ki, bu sonuçta bir kişinin tekeline vermeyi beraberinde getirir. Hayat çoklu iken, varlık sürekli devingen ve değişken iken, anlam nasıl tek tip olur. Kur’an böyle diyor demek, benim anladığım bu demektir. Kimse başkasına kendi anlayışını dayatamaz. Kimsenin anlayışı da kalıplaşamaz. Bunun böyle olması berekettir, hüsran değil. Böylelikle tekelleşme de kırılır, statikleşme de. O yüzden farklı Mushafların kalmaması, anlamın çokluğuna engel değildir. Daraltılmış anlamda kitap, anlamın satırlara dökülmüş halidir. Lakin biliriz ki, usta-çırak, hoca-talebe ilişkisi içinde aslolan görerek duyarak bilgilenmedir. Bir kitaba dökülmesi, ancak o dönem, hatta o kişiler içindir. Başkasını da, başka zamanı ve mekanı da ilgilendirmeyebilir. Elbette ki ortak hafıza adına ortak öğretiler olabilir. Kişiler başkasının kitabını kendi kitabıyla paralel okumalara tabi tutabilir. Kendinden önce yazılanlardan ders, ibret alınabilir. Ancak tüm bunlar hikmetin bir kitaba, dolayısıyla da bir anlama sıkıştırıldığı anlamına gelmez. Herkesin kendi yazdığı kitabını okumak, okuduğundan da sorumlu olmak zorunluluğu da bundandır. Bu durum, her okuyuşun ve buna bağlı yazışın, dikkat ve rikkat içinde yapılmasını salık verir. Yaptıklarımız gibi yazdıklarımızdan da sorumluyuz ki, en baştan beridir dediğimiz gibi yazmak da bir yapmak ya da yapmak da bir yazmaktır zaten.

Kaynak: http://ozgunirade.com/ismail-dogu-ile-kitap-cercevesinde/

 




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —