İslâm'da İç Mimarî
İslâm'da İç Mimarî, toplumsal hafızamızda “tezyinat” ve “tefrişat” kavramlarıyla yer etmiştir. Mekânın bezemeler ve motiflerle süslenmesi tezyinat; mobilya ile donatılmasına ise tefrişat demişiz. Ancak günümüzde bu iki kavramın yerini “mobilya-dekorasyon” almış olsa da tezyinat ve tefrişatın yanında oldukça sığ kalıyor. Çünkü iç mimarî, mobilya-dekorasyondan çok daha derin ve geniştir. Örneğin; hemen hemen tüm dünyada camilerde bulunan kolon ormanı Osmanlı camilerinde yoktur. Bu da iç mimarînin daha en başından mimarîye daha en baştan müdahale ettiği yüksek bir düşüncenin ürünüdür. Osmanlı mimarları, kolonların namaz esnasında safları bölmesini istemediği için merkezi bir kubbe etrafında mekânı tasarlamışlardır. Bu kubbe Mimar Sinan yapılarında oldukça büyük tutulmuştur. Yani sanıldığı gibi iç mimarî yapı tamamlandıktan sonra devreye giren bir mobilya-perde seçiminden ibaret değildir.
İslâm mimarîsinde “iç mimarî” adı altında gelişmemiş olsa da tüm yapıların dışında “sadelik ve mütevazilik” görülmesine karşın “zenginlik ve ihtişam” kapalı kapılar ardına saklanan bir hayat tarzı olmuştur. Çünkü İslâm şehrinde bir mahallenin sokaklarını gezdiğinizde evlerin ve camilerin birbirine oldukça benzer bir sadelikle inşa edildiğini görürsünüz. Yine toplumsal yapıda da adaletli bir dağılım görülür. Ancak şehrin ileri gelenleri, zenginleri evlerin içerisine girdiğinizde anlaşılabilir. “Gösteriş” hiçbir zaman evlerin dışına taşmamış ve evlerin dış görünümü bu anlamda bir belirleyici olmamıştır.
Öncelikle iç mimarî ve mobilya-dekorasyon arasındaki fark şudur ki; bir caminin daha en başından kıble yönünde inşa edildiğini görüyorsak buna iç mimarlık diyoruz. Ancak devşirme bir camî söz konusu olduğunda bu mümkün olmayacağı için bu noktada da tezyinat-tefrişat yani mobilya-dekorasyon devreye giriyor. İlk etapta suret içeren ve namaza engel teşkil eden bezemelerin kapatılıp yeniden tezyin edilmesi, namaz için halıların, ayakkabılıkların gelerek tefriş edilmesi gündeme gelir. Ancak sonuç olarak elinizdeki “devşirme camî” daha kapısından girdiğiniz anda kendisini ele verir. Çünkü halılar ve kolonlar düzenli değildir. Kıbleye bakan seccadeli halılar genellikle çapraz konumlandırılmak durumundadır. Eğer bu kiliseden bozma bir camî ise, binlerce kandil bu camiyi aydınlatmayabilir. Çünkü insanın günahkâr doğduğuna inanan karamsar bir dinin ancak günah çıkartmak için geldiği bir mekân asla İslâm’ın camîleri gibi aydınlık ve ümitvâr olamaz.
Bu nedenle ayette de buyrulduğu gibi “İslâm’ın camîlerini ancak Allah’a iman edenler inşa edebilir” ayetin tecellisinden de görülebileceği gibi, günümüz mimarları geçmişin taklidi olan, bir tepenin başına kondurulan ve ulaşımı zor olan, fonksiyonelliği ihmâl edilen devasa boyutlarda camiler yapabiliyorken bir Süleymaniye ruhunu mekâna aksettiremiyorlar. Oysa bir şehrin İslâm yurdu olduğuna işaret eden selâtin camîleri saymazsak ecdadımız sokak aralarına inşa ettiği küçük, sade ve mütevazî mescitlerle beş vakit namazda kullanılabilecek pratik yapılar ile şehri imar etmişlerdir. Maalesef günümüzde yapay AVM mescitlerinden öteye gidemeyen bir mescit kültürü oluşmuştur. Kapitalizmin mabetleri sayılabilecek alışveriş merkezlerinin içerisinde bin bir mücadeleyle bodrumlarda açılmış veya otoparklara sıkıştırılmış bu mescitler bir ruh taşımadığı gibi, kepenk kapatan mağazalarla birlikte bir gün kaybolup gidecekleri için de hiç bir zaman iç mimarînin kalıcı örnekleri arasında yer alamayacaklardır. Faizle dönen mekânların, faizle yapılan camî ve mescitleri üzerinden bir “İslâm iç mimarîsi” konuşmak mümkün değildir.
Evlerimizde de durum aynıdır. Türk evindeki “mobilya” kavramı ile modern dönemler asla aynı değildir. Mekânla bitişik gömme dolapların, duvarla bir sedir ve peykelerin bugünkü manâda birer mobilya olduklarını söylemek zor. Her alanda olduğu gibi bakım yapılıp onarılan, bir değişiklik-yenilik arzu edildiğinde de örtülerin, nakışların devreye girdiği mobilyalar… Sıkılınca atıp yenisiyle değiştiremeyeceğiniz kadar kıymetlidir bunlar ve ayağınıza takılan eşyalar da değildir. Daha en başında düşünülmüş, mekânla özdeşleşmiş bir tefrişat söz konusudur bu evlerde. Zamanla, bir bir hepsini kaybettik bu değerlerin. İnsanlar eskiden evlerinin bir odasını şark köşesi olarak döşerdi. Doğu’nun bağrında olsa olsa garp köşesi olurdu ama artık iki oda bir salona indirgenen hayat tarzımızda bu şark köşelerine bile yer yok. Tamamen modernizme göre inşa edilen evlerde hayatımızı sürdürüyoruz. Avrupa’daki de Asya’daki de apartman dairesi tercih ediyor artık ve benzer bir hayat tarzı sürüyor.
Bir gün “İslâmî hayat tarzına uygun evler” inşa edebilir miyiz, bilinmez. İnsanın İslâm’ı doyasıya yaşayabileceği, sığınacağı bir liman, İslâm’ın kalesi olan bir ev. Duvarları ebru, hat, tezhip gibi İslâm sanatlarına ait eserlerle süslenmiş, malzemelerin tamamı modern olduğu halde arabesk bir tarzda döşenmiş evlerden bahsetmiyoruz. Çünkü İslâm sanatı bize bunlardan çok somut anlamda ciddi bir mimarî bırakmıştır. Modernizm’in bize yaşattığı en büyük kırılma ibadetlerimizi eve hapsetmemiz olmuştu ancak artık son kalemiz olan evlerimizi kaybetmek üzereyken bu dile getirdiklerimizin düşlerden öteye geçmesini temenni ediyoruz elbette. Ancak Müslümanca evler inşa edebilmek için bir Müslümanın gündelik hayatı nasıl olmalı sorusunun cevabını Kur’an ve sünnette aramalı, bunları hayatımıza tatbik etmeli ve Müslümanca yaşayarak başlamalıyız işe öncelikle. Yalnızca bu şekilde modernizme değil Allah’a teslim olan bir nesil yetiştirebilir ve onların evlerini, mescitlerini inşa edebiliriz.
Aslında hassasiyet sahibi olan hemen herkes evlerinin de İslâmî hayat tarzına uygun olmadığından şikayetçi. Hepimiz bir apartman dairesinde Müslümanca yaşamanın zorluklarını bir şekilde tecrübe ediyoruz. Ancak çevre seçiminde gösterdiğimiz hassasiyeti diğer hususlarda nedense gösteremiyoruz. Ev seçiminde malzemeye, fiyata bakıyoruz ama plan veya kapasiteyi umursamıyoruz. Çünkü yaşadığımız evlere o kadar alıştık ki, modernizmin kıskacında muhafazakâr olarak yaşamaya başladık. Mesela en belirgin sıkıntı haremlik-selamlık uygulamasına yönelik bir prototip oluşmuş olan 3+1 evlerin ve alaturka tuvalete sahip olmanın bir lükse dönüşmesi. Halbuki bahsettiğimiz hayat tarzında bunlar olmazsa olmazlar arasındadır. Hatta belki abdest almaya uygun alçak bir lavaboya da ihtiyaç duyulabilir. Yaşlı, hasta, çocuk veya hamileler de hesaba katılır, çünkü aile değişken bir yapıya sahiptir.
Eski mimarlar; biri onlardan ev istediğinde bir süre aileyle oturup kalkar hatta geceler, hane halkının hayatlarını ve karakterlerini incelerlerdi. Çünkü ev nasıl yaşadığınızla doğrudan ilgilidir. Eviniz planı haremlik-selamlığa olanak vermeli, eşya seçiminiz sade ve israftan uzak olmalı, temizliği doğal ürünlerle yapabileceğiniz, ibadetlerinize ve çocuğunuzun eğitimine ayıracağınız zamana engel olmayacak derecede kolay olmalı değil miydi? Mutfağınız helâle-harama dikkat eden yapıda, hem doğal hem sağlıklı gıdalar üretmenize imkân vermeliydi oysa. Hazır konserve gıda stoklayabileceğiniz ve mikrodalgada ısıtabileceğiniz bir mutfakta temiz beden ve temiz neslin yetişmesi mümkün değildir.
Mahremiyetinizi bozan ve güneşinizi kesen bir konumdaki dairenizde mütesettîr kalmak çok zordur. Veya hastalık gibi hâller dışında alafranga bir tuvalette vesvesesiz bir abdest alabilmek kolay değildir. Kalabalık misafirlerinizi ağırlayacak, çocukların camîlerdeki gibi mutlu mesut koşuşturabileceği, cemaatle namazın mümkün olduğu geniş bir salonunuz yoksa zamanla bunların hepsinden mecburen feragat edersiniz. Bir süre sonra daha az misafir alır veya misafirlerinizi sandalyede oturtur, bayan arkadaşınızı mutfakta ağırlarsınız. Ancak kaçınılmaz olan bir süre sonra hepsinden taviz vermek durumunda kalacağınızdır. Çünkü ev ve hayat tarzı birbirini tetikleyen iki unsur. Ecdadımızın yaptığı Türk evindeki gibi üç kuşak bir arada yaşamayı kaybetmiş olsak da çekirdek aile yapımıza uygun, Müslümanca yaşamayı tetikleyen İslâmî bir ev modeli oluşturulması için tüm çabamız.
Kaynak: milatgazetesi.com