Bayram Ali Çetinkaya yazdı;
'Urduca Bilmediğim İçin Utanıyorum’
İslâm ülkelerinin kendi aralarındaki öğrenci hareketliliğinde bir takım olumsuz ihmaller, sorunlar ve hatalar ortaya çıkmaktadır. Örneğin yurt dışına Pakistan’daki İslam Üniversitesi’ne 1984 yılında lisansüstü eğitim için giden, şimdilerde özel bir üniversitede profesör olan öğretim üyesi bir hocamızın anlattıkları ve tecrübeleri, bizim için önemli ve kıymetli dersler ve sonuçlar barındırmaktadır:
“1984 yılında Pakistan’a lisansüstü eğitimimi tamamlamak üzere giden -benim bildiğim kadarıyla- ‘ilk öğrenciydim. Benden iki ya da üç ay evvel lisans için birkaç arkadaş daha gelmişti.
Okumak istediğim üniversite İslam Konferansı Örgütü’nün kararıyla açılmış olan Uluslararası İslam Üniversitesi’ydi. Üniversitenin eğitim dili Arapça ve İngilizceydi. Fakültesine göre iki dil arasında ağırlıklar değişebiliyordu. Yerel resmi dil olan Urduca’ya hiç yer yoktu.
Üniversite ortamında kullandığımız dil Arapça idi. Eğitim sisteminde İngilizce ise ikinci derecede kullanılan bir dil olarak varlığını korumaktaydı. Urduca, Pakistan öğrencilerinin kendi aralarında konuştukları yerel dil olarak kimsenin itibar ve iltifat etmediği bir lisandı. Ancak çarşı ve pazardaki alışverişte Urduca sayıları bilmek işimizi görüyordu. Urduca öğrenmeyi teşvik edecek ne bir zorunluluk ne de sosyo-psikolojik bir eğilim vardı.
Sonuç itibariyle şahsen ben yüksek lisans ve doktora eğitimi derken koskoca altı yılımı orada geçirdim. 1990 yılında Türkiye’ye döndüğümde bana çok sorular soruluyordu. Ancak bunlar içinde cevap vermekte çok zorlandığım ve utandığım bir soru vardı: ‘Urduca biliyor musun?’
Aslında bu sorunun muhatabı, sadece ben değil, şu anda sayıları 280’ni bulan Pakistan mezunu arkadaşlarımdı. Pakistan mezunlarının yüzde doksanı da, aynı benim hissettiklerimi hissetmektedir. Çünkü onlar da öğrenmemişlerdi.
Ben şahsen önce kendime kızıyordum, sonra da en büyük kırgınlığım millet olduklarının farkında olmayan Pakistan’a. Çünkü millet olma bilincine sahip olsalardı, dillerinin farkında olurlardı. Ve ayetteki “teâruf’ (birbirini tanıma, tanışma) bilincinin dil için gerçekleşmesi gereğini idrak etmiş olurlardı. Ama heyhat!!
2011 yılıydı, Uluslararası Alevilik Sempozyumu dolayısıyla şu an Yargıtay üyesi olan Pakistan yıllarında benim Hint Edebiyatı dersime gelmiş olan hocam Prof. Dr. Muhammed Gazali’yi Sivas’a davet etmiştim. Sohbet esnasında kendisine içimdeki acıyı daha iyi hissettirebilmek için ‘Hocam ben Pakistan’da okudum demeye utanıyorum’ dedim. Hocam Muhammed Gazali, hayret ve şaşkınlıkla nedenini sorduğunda, ‘çünkü bize Urduca öğretmediniz, bunun için utanıyorum’ demiştim. Bunun üzerine o da ‘çok haklısın benim bu konuyu gündeme getirmem gerekir’ demiştir.
Şu halde, yurt dışına öğrenci gönderirken iki yüzyıllık tecrübeyi göz önünde bulundurarak stratejik ve analitik bir yöntem izlemek gerekmektedir. Eğitimi ve uzmanı ülkemizde olmayan, ancak yurt dışında alınabilen sahalarda, ülke dışına talebe göndermemiz yerinde olacaktır. Giden öğrenciyi yurt dışındaki danışmanın yetkisi kadar ülke içindeki rehberine de aynı seviyede sorumluluk verilmelidir. Sadece diploma ve çıkış belgesi istenmemelidir.
Uzun bir eğitimin sonuçları, gerekirse bir komisyon önünde belirli aralıklarla değerlendirilmelidir. Yurt dışından gelen öğrencilere yerinde rehberlik ve danışmanlık hizmeti verilmelidir. Onları sadece hizmet alan ‘müşteri’ gibi görmemek, medeniyet tasavvurumuz açısından çok önem arz etmektedir. Dil, kültür ve medeniyetimizle ilgili bilgi ve malumatla onları donatarak ülkelerine yolcu etmemiz, evrensel iddiaları olan ülkemiz için hayati derecede ehemmiyetli bir husustur.