Büyük soruların ilk büyük problemi, sorunun tespitinde uzlaşmanın güçlüğüdür. Kadim bilginler, “sorunun tespiti, çözümün yarısıdır” demişler. Kriz anlarında çok daha elzemdir bu, çünkü; Mehdi gelene kadar zulüm ve fesatla barışık olan Şia, İslâm’ı sadece ibadetlere ve sınırlı şer’i düzenlemelere indirgeyen ehl-i sünnet, dünyayı kötülüğün ve pisliğin kaynağı olarak niteleyip kurtuluşu içsel (ruhâni) yolculukta arayan tasavvuf zaviyesinden, “dünya sahnesine yeniden çıkmak” diye bir sorun olmadığı açıktır. Onlara göre İslam zaten sahnededir.
Sorun, İslâm’ı bir yaşam biçimi olarak gören az sayıdaki insanın sorunudur ve azlığa rağmen bunlar arasında bile uzlaşım zordur. Zira enerjisi yüksek olan bu kesim, kendilerine müracaat edilse, sözlerine kulak verilse, ortada bir sıkıntı kalmayacağından emin gibidir. Kur’ân ayetlerinden yola çıkarak her biri farklı görüşler ortaya koymakta ve öneriler sunmaktadır. Ne var ki yapılan iş, “bir usûle bağlı olmadan” serbest yorum yapmayı, “Kur’ân’ı konuşturuyorum” derken kendi tercihlerini konuşturmayı aşmamaktadır. Böyle yüzeysel sözler ancak sahibini veya çevresindeki sınırlı sayıda insanı ikna etmekte, kapalı devrenin dışına çıktığında ikna gücünü yitirmektedir. Çünkü Kur’ân kelimelerden oluşan bir kitaptır, kendi kendine konuşmaz. Konulara verdiği öncelik sonralık ve ayetleri sıralamadaki tercihlerle onu yorumcu konuşturmakta, kafasındakini ona söyletmektedir. Bu yorumların ikna edicilik ve tutarlılık yönünden birbirine fazlaca üstünlükleri yoktur ama ikna olan kişi, en doğru ve en güçlü yorumun kendisininki olduğunu zanneder.
Serbest yorumun temelleri kelamda Mu’tezile’ye, fıkıhta ise Ebu Hanife’ye kadar uzatılabilir. Nassın akılcı yorumuna dayanan bu usûl, istihsan ve makâsıd kavramlarını esas alır. İstihsan, hasen (iyi) olana karar verecek özneyi, makâsıd da maksada karar verecek özneyi gerektirir ve böylece görecelilik kaçınılmaz hale gelir. Kadim bilginler, hakikatin sadece bir tane doğru yorumu olabileceğini kabullenmişlerdi ama tarihin de açıkça ortaya koyduğu gibi bu yöntemle tek bir doğru yoruma ulaşmak mümkün olmamıştır.
İslâm tarihinin belirleyici usûlü (akılcı) Hanefi usûlü değil, (nassçı) Şafii usûlü olmuştur. Dinin referanslarını mutlaklaştırarak ilk dönemin yaşam tarzını evrenselleştiren bu usûl, bugün İslâm düşüncesinin karşı karşıya bulunduğu tarihsellik probleminin de başlıca sebeplerindendir. Ayrıca sanayi devrimiyle bambaşka bir hâl alan sosyal yaşam ve hayatımıza giren birçok yeni olgu, referanslarla “kıyas” ilişkisi kurmayı olanaksız hale getirdiği için artık işlemez durumdadır.
Bugünün şartları, dinin referanslarıyla yoruma dayalı ilişkiyi dayatmaktadır. Bu zorunluluk da bizi ister istemez bir epistemoloji tartışmasının önüne getirmektedir.
Her mesele için bir ayet veya bir hadis bulmak, İslâm’ın yeniden varlık sahnesine çıkması için artık yeterli değildir. Varlık sahnesine yeniden çıkmanın yolu yukardaki sorulara verilecek cevaplardan geçmektedir. Yani karşı karşıya bulunduğumuz kriz, çoğu iyi niyetli kimsenin zannettiğinden çok daha büyük ve derin bir krizdir. Sorunun büyüklüğü ve derinliği görülemeyince, tanımında uzlaşmak da mümkün olamamaktadır.
Yukarıda sorulan sorularla ilgili felsefi ve epistemolojik tartışmaların kısa bir makale ölçeğinde yapılamayacağı açıktır. Fakat konumuzla irtibatı bakımından dinin referanslarıyla kurulacak ilişkinin niteliğine dair bazı tespitlerde bulunmak icap eder.
Her ne kadar artık dinî bir olgu halini almışsa da referanslara biçilen rol ve onlarla kurulan ilişkinin biçimi, aslında dönemsel algılarla şekillen(mişt)ir. Eline ferman tutuşturulan bir insan tasavvur edin. Günümüz gerçekliğinde fermanın olgusal bir karşılığı olmadığı için kişi önce onunla nasıl ilişki kuracağını belirlemek zorundadır. Mevcut olasılıklarda bazıları kendilerine şaka yapıldığını zannedip etrafta gizli kamera aramaya kalkabilir. “Bu ne be!” deyip çöpe atanlar çıkabilir. Güzel bulup duvarına asmayı düşünenler olabilir vs. Oysa bu olay bundan 200 sene önce gerçekleşseydi kelleyi koltuğa alıp çöpe atmak ya da öpüp başının üstüne koyarak ne diyorsa yerine getirmek dışında bir seçenek düşünülemezdi. Çünkü öğrenilmiş bilgi zihni formatlar. Başka ilişkiler mümkünken seçenekleri sınırlar ve aklı bir dönemin algısına sıkıştırır.
Vahyin yeri ve rolüne dair tartışmaları da buna benzetebiliriz. Vahyin, hakikati “olduğu gibi” bildiren kutsal bir metin olarak görülmesi, Yeni Eflatunculuk epistemoloji sisteminin bir ürünüdür. Bu epistemolojik miras, tedvin asrında Hıristiyan ve Yahudi kültürü üzerinden Müslümanları etkilemiştir. Hakikati “olduğu gibi” bildiren bir kitap karşısında, dediklerini harfiyen uygulamaktan başka seçenek olamayacağı için dinin referansları mutlaklaşmış, bugün karşı karşıya bulunduğumuz tarihsellik sorunu ve hermenötik problemler ortaya çıkmıştır. Müslümanlar bu alandaki tartışmalara karşı ön yargılıdırlar ve karşıt bir tutum sergilemektedirler. Oysa hermenötik de tarihselcilik de bir gerçekliğe yaslanmaktadır ve karşıtlık üzerinden yaklaşıldığı müddetçe bu alandaki tartışmaların lehe dönmesi mümkün değildir.
Hâlbuki sıkıntı İslâm’ın değil, İslâm zannedilen “bir dönemin algısı”nındır. “Okuyup anlayasınız diye Arapça bir kitap olarak indirdik.” (43/3, 12/2) ayetinde işaret edildiği gibi Kur’ân aşkın bir dille (tabir mazur görülürse Allah’ça) değil Arapça indirilmiştir. Dil insani bir yapıdır ve insanın bütün eksiklerini kusurlarını taşır, ayrıca kültürden bağımsız da değildir. Dolayısıyla Arapça indirdik demek, dilin ve kültürün sınırlılığında indi demektir. Allah dilese hakikati olduğu gibi insanların gönlüne indirebilirdi ama hakikatin apaçık olduğu durumda imtihan geçerliliğini yitirir (bkz. 10/90-92). Ayrıca hakikat, ona ulaştığımızı düşündüğümüz her aşamada bizden biraz daha ileride olmalıdır ki arayışı durmadan devam ederek insanı zinde tutabilsin ve “onun temsilcisiyim.” diyerek kimse yeryüzünün küçük tanrısına dönüşmesin.
Kısacası Hermenötiğin ve tarihselciliğin söylediklerini, vahiy kendisi için zaten söylemektedir. Savunma mantığına ihtiyaç yoktur çünkü kitap zaten fonksiyonunu yüzyıllardır bu şartlarda icra etmiştir-edecektir. Yapılması gereken, kitaba “levhi mahfuz’daki hakikatin yeryüzüne inmiş hali” muamelesi yapmayı bırakmak, tarihsel ve hermenötik şartlarda bize vermeye çalıştığı mesajı kavramak ve o mesaja uygun bir inşa faaliyeti gerçekleştirmektir. Tabii epistemolojik zemin gereği artık kimse kendi inşa faaliyetine “İşte İslâm budur!” diyemeyecek, görüşünü insanların teveccühüne sunacak ve ikna edici olması için insanların sorunlarına, ihtiyaçlarına en iyi cevapları vermeye uğraşacaktır.
Her ne kadar devrimci mantığa duyulan sempatiyle “cahiliyeye ait olan her şey yerle bir edildi, yerine İslâmi bir düzen kuruldu.” dense de bu ifade, varlık sahasına çıkışın Peygamberimiz dönemindeki biçimini doğru ifade etmemektedir.
Dinlerin, felsefelerin düşünsel bir devrim yaptıkları doğrudur, ne de olsa mevcut paradigmayı değiştirmektedirler. Ama varlık sahasına çıkış yaşam biçimi olarak vücut bulmayı ifade eder ve ani değişimin hazmetme güçlüğü, bu alandaki devrimsel dönüşümleri sıkıntılı hale getirir. Varlık sahasına çıkışın niteliğine örnek olarak, Kur’ân’da Hz. İsa’nın dilinden aktarılan şu söz önemlidir: “Benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı olarak ve size haram kılınan bazı şeyleri helal kılmak için gönderildim.“ (3/50) Bu ifade Tevrat ile İncil arasındaki özel bir durumu açıklıyor olsa da aslında bütün peygamberler arasındaki ilişkinin de özetidir. Peygamberler var olan her şeyi yok sayıp yerine bambaşka bir düzen kurmazlar; doğru olan şeyleri tasdik edip sürdürür, yanlış olan şeyleri değiştirirler. Bir hadiste bu duruma işaretle şöyle denmiştir: “Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.” (Muvatta, Hüsnü’l-Hulk, 8; Ahmed b. Hanbel, 2/381)
Demek ki varlık sahasına çıkmak demek, sıfırdan İslâmî bir düzen kurmak değil, var olanı İslâm’a uygun hale getirmek demektir. Peygamberî bakış açısında; (1) “iyi”ler onaylanır ve sürdürülür, (2) “eksik”ler tamamlanır, (3) “yanlış”lar yasaklanır veya yenisi ile değiştirilir. Varlık sahasına çıkışın yöntemiyle ilgili ironik ve çarpıcı bir örnek verebiliriz. Bugün kimi Müslümanlar, Batı üretimi olduğu için demokrasiyi şirk olarak görmektedirler ama istişareye dayalı siyasal sistem (meşvered), eski dönem (önce antik İyonya, sonra da Yunan) site devletlerinde görülen agora meclislerinin Arap toplumundaki uygulamasıdır. Uzun süren savaşlar sonunda iyice yorulunca Araplar, kabile sistemiyle uyuşmayan bu yöntemi çıkar yol olarak benimsemişlerdir. Dâru’n-Nedve adı verilen meclis, Dâru’n-Nedve olarak değil ama istişareye dayalı bir yöntem olarak İslâm tarafından onaylanmış (42/38), siyasal sistemin temel yapısı haline getirilmiştir.
En sonda söylediğimizi başta da ifade edelim: Elbette peygamberî yöntemle!
Ama dost meclislerinde bu konuda muhabbetler yaparken genelde başvurulan bir yol vardır. “Müslümanlar fikir üretemiyor. Düşünce tarzımızdan, ezberlerimizden ve modern dünyayı doğru anlamamaktan kaynaklanan sıkıntılar var” deyince, söyleneni dine saldırı gibi anlayıp; “nasıl üretemiyor! ‘Mal aranızda belli ellerde toplanan bir servet olmasın!’ (59/7) ayeti ekonomik sorunları; ‘İşleri aralarında danışma iledir.’ (42/38) ayeti siyasal sorunları; ‘Adaleti ayakta tutan şahitler olun.’ (5/8) ayeti hukuki sorunları çözmüyor mu?” deyiveriyorlar.
Her eleştirel yaklaşıma dışlayıcı tepki göstermek büyük bir sorundur, sorunlarımızı aşmamızı engellemektedir. Fakat işin duygusal yönü bir kenara esas problem şudur: Eğer bir cümle/slogan sorun çözüyor olsaydı mesela Marks da mülkiyetin ortadan kaldırılması ve malın herkes arasında eşit paylaşılması gerektiğini söylemişti, bu daha sempatik bir çözüm olabilirdi. Ama Marks bu idealin varlık sahasına nasıl çıkacağı sorusuna sadece ütopik belirsiz bir geleceği işaret ederek cevap verebildi. Ardılı olan Lenin ise Marksizm’i varlık sahasına çıkarmayı başardı ama idealin tam zıddı bir sonuç elde etti.
İdeal önemlidir ama tek başına sempatik kelimelerin bir araya gelmesinden başka bir şey değildir. Onu varlık sahasına çıkarmak demek, günün ihtiyaç ve problemlerine denk düşen uygulanabilir bir sistem haline getirmek demektir. Uygulanabilir sistem için önce (1) günün ruhunu ve ihtiyaçlarını bilmek gerekir. “İnsanlar savruluyor, ahlâksızlaşıyor, liberalizme, kapitalizme yöneliyor” diye yargılamadan evvel, yöneldikleri şeyin ne olduğunu doğru bir şekilde anlamak, yönelimin sebeplerini tahlil etmek icap eder. Sonra (2) varlık sahası dediğimiz şey ahlâk, ekonomi, siyaset, hukuk vs. gibi birçok uzmanlık alanıdır; bu alanlarda yetişmiş olmak gerekir. Son olarak da (3) dinin referanslarıyla kurulacak ilişkinin usûl ve epistemolojisiyle ilgili gerekli netliği oluşturmuş olmak gerekir.