Çağdaş İslamcılar, Kur’ân-ı Kerîm’de Müslümanlara Peygamber örneğine bağlı kalmalarının buyrulmasını öncelikle devleti “İslamlaştırma” talimatı olarak anlarlar. Bunun için de Müslümanları, sömürge veya kültür emperyalizmi sonrası kendi ulus devletlerinde Medine devleti modelini yeniden yürürlüğe koymakla yükümlü görürler. Fakat tecrübeler, İslamcıların zihnindeki “İslam devleti”nin, Hz. Peygamber’in dinden gelen kimliği, korunmuşluğu ve saygınlığı sebebiyle sadece Medine döneminde mümkün olduğunu ve gerçekleştiğini göstermektedir. Hz. Peygamber’in ilâhî misyonu ve toplumdaki rolü benzersiz olduğu için bugün Medine devleti modelinin tekrarlanamayacağı açıktır.
Ancak şahsen, “İslâmî devlet” ile “İslamî siyaset”in başka şeyler olduğunu; İslâmî siyasetin, “İslâmî ahlak” ilkelerine uygunluk şartıyla her zaman yapılabileceğini, hatta bunun hem demokratik anayasal devletin yetkinleşmesine hem de toplumun bir İslâmî çağdaşlaşmaya geçmesine katkı vereceğini düşünüyorum. Bütün devletlerin bütün vatandaşları gibi Müslümanlar da tabii ki dinî kaynaklarından siyasal alana dair fikir ve çözümler üretir, devlete önerirler. Devlet de bunlardan yararlanabilir; ama devlet bunlara dinî fetvalar olarak değil, her görüş gibi “sivil akıllar”ın ürünü olarak bakar.
Kanaatimce İslamcıların yanlışı şurada: Onlar dinî/İslâmî siyaseti yeterli görmeyip, devleti dinîleştirme, fetvalarla yönetme ütopyasına kapılırlar. Oysa sadece bir tek İslam olmasına karşılık birçok İslamcılıklar olduğu için “İslâmî devlet” ideolojisi fiilen mümkün değildir. Günümüzde yasalarında “İslam devleti” veya “Şeriat devleti” yazdığı için “İslâmî” denilen devletler, gerçekte bir dine sahip olamayan diğerleri gibi tüzel kurumlardır. Nitekim İran ve Suudi Arabistan’ın İslam devleti oldukları iddiası, bu iki devletin birbirlerini sapkınlık olarak görmesiyle yalanlanıyor. Hakikatte herhangi bir devletin “İslâmî devlet” olduğu iddiası, vatandaşlarının dinî inançları (farklı dinî tercihleri, din özgürlükleri) kale alınmaksızın, yalnızca devlete egemen seçkinlerin, mevcut birçok “İslam görüşleri”nden birini (kendi “İslam” görüşlerini, dolayısıyla kendi İslamcılıklarını) herkese dayatmak için bir güç aygıtı olarak devleti kullandıkları anlamına gelir.
HHH
Aslında Kur’an’da değişik vesilelerle din alanının temelde bireysel, dolayısıyla öznel doğrulama veya yanlışlamaya açık olduğu belirtilir, hatta buna izin verilir. Ayrıca, devletin İslâmî niteliğini sorgulamak ve bu hususta şöyle veya böyle karar vermek için mutabık kalınan (demokratik oylamalarda olduğu gibi toplumun müşterek katkı ve rızasını sağlayacak) bir kriter yoktur. Bir kurumun İslâmî niteliğini belirlemenin yolu, doğası gereği yanılabilir olan insanların siyasi yargıları olamaz. Bu yargılar sadece kutsal olmayan ve yanlışlığının görülmesi veya ihtiyaç duyulması halinde değiştirilebilir olan beşerî sistemler için düşünülebilir. Bu da ilâhî, dolayısıyla değiştirilemez olan İslam’ın, devlet aracı haline getirilmesinin bizatihi İslam’a uymayacağını gösterir.
Özellikle anayasal demokrasi düşüncesi ve uygulamasının yerleştiği çağdaş devletlerde “tüm vatandaşların haklarının korunması” ilkesine bağlılık, aynı zamanda görüş farklılığı ve muhalefet imkânının korunması gerektiği anlamına da gelir. Siyaset bilimciler, tüm siyasi oluşumların kaynağını burada görürler. Bu nedenle çağımızda düşünce ve ifade özgürlüğü kapısının, hatta marjinal sayılan görüşlerin bile ifade edilmesi imkânının sürekli açık tutulması ve bunun için örgütlenme hakkının korunması gerektiği, uluslar arası yasalara ve sözleşmelere girmiş bulunmaktadır.
Düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğü –arkasına resmî veya sivil şiddet araçlarını almadığı sürece- çoğunluğun geleneksel çizgisine meydan okuma eğiliminde olan muhalif görüşler için hayati önemdedir. Çünkü bu tür görüşlerin özgürce ifade edilmesi, gerektiğinde ülkede ve dünyada sosyal ve politik reformların yapılmasına imkân sağlayacaktır. Unutmayalım ki, Hz. Peygamber’in başlattığı hareket dâhil, insanlık tarihinde birçok hayırlı fikirler ve hareketler statüko tarafından sapkınlık sayılmıştı. İslamcıların kurmak istedikleri “İslam devleti” ya bu tür özgürlükleri tanımayacak –ki, günümüz dünyasında bunun olabilirliği ve sürdürülebilirliği hayalden öteye geçmez- veya kurduklarını iddia ettikleri “İslam devleti” tabelada kalmaktan öte bir gerçeklik taşımayacaktır. Nihayetinde her iki ihtimal de İslam ilkeleriyle uyuşmayacaktır.