Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

İslamsız Müslümanlık! (10-13) ve Türkiye için Endişe Verici İstikamet!

Abdulbaki ERDOĞMUŞ'un yazısı;

İslamsız Müslümanlık! (10-13) ve Türkiye için Endişe Verici İstikamet!


X-İslamsız Müslümanlık! (10)

Din’de ve inançta farklı olanla birlikte yaşamayı, tarihte uygulanmış “zimmi” modelinde gören ve bugün için de geçerliliğine inanan geleneksel bir Müslümanlık anlayışının hâkim olduğunu biliyoruz. Çağımızda, din ve vicdan özgürlüğü bağlamında büyük bir sorun oluşturan “zimmilik”, geleneksel ve tarihsel İslam bakımından Müslüman çoğunluk tarafından hala tarihte uygulanan biçimiyle kabul görmektedir. Bugün itibariyle yanlış bir kabul olarak gördüğüm bu sorun ile de yüzleşmek zorunda olduğumuza inanıyorum.

Zimmi, “kendisine güvence verilen, koruma altına alınan” veya ‘bir anlaşma ile birlikte güven içerisinde yaşamak’ demektir. Resul-ü Ekrem (a.s) döneminde, doğrudan İslam’a ve peygambere savaş açmış ve yenilmiş toplulukların, Müslüman olmadan ve köleleştirilmeden, kendilerine esir muamelesi de yapılmadan bir anlaşma ile yurtlarında kalmaya devam etmişlerdir. Bu topluluklara, aynı coğrafyada kendi yurtlarında, mal ve mülklerinin sahibi olarak güven içinde yaşamalarına “zimmilik” ile imkân tanınmış, Cizye (özel vergi) vermeleri karşılığında bir anlaşma ile mal ve canlarının emniyeti güvence altına alınmıştır.

Savaşıp yenilmelerine rağmen zimmiler, yurtlarını, topraklarını, bağ ve bahçelerini, taşınır taşınmaz mallarını koruyarak ‘cizye’ karşılığında güven içinde yaşama devam etmenin tek örneği ve dönemin en büyük devrimlerden biri olarak yerini almıştır. Bu güvence ve model, doğrudan Allah tarafından Peygamberine bildirilmiştir:

“Kendilerine kitap verilenlerden Allah`a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve Peygamber`inin haram kıldığını haram saymayan ve hak dini kendine din edinmeyen kimselerle, boyun büküp (savaşmaktan vazgeçip teslimiyet gösteren ve ) kendi elleriyle cizye verinceye kadar savaşınız.” (9/Tevbe-29)

Bu İlahi emir, Resul-ü Ekrem tarafından uygulanmış ve barış içinde birlikte yaşamaya devam edilmiştir. 14 00 yıl önce karanlık bir çağda farklı din ve inanç kesimlerine tanınan bu hürriyeti küçümsemek hiçbir vicdan sahibi insan için söz konusu olmamalıdır. Ayrıca “Medine vesikası/toplumsal sözleşmesi” ile de aralarında bir savaş söz konusu olmadan, aynı ülkenin/yurdun farklı din ve kültürlere sahip toplumluluklarını eşit koşullarda bir arada yaşatmayı mümkün kıldığını biliyoruz. 

Ne yazık ki bu çözüm modeli de Peygamberden sonra, özellikle Hz. Ömer döneminde başlatılan savaşlarla, Müslümanların hâkimiyet alanları genişledikçe farklı uygulamalarla biçim değiştirmiştir. Savaşanlar için uygulanmış “zimmilik” anlaşması, savaşmadan anlaşma yapmayı kabul edenlere de uygulanmaya başlanmıştır. Kabul etmeyenlerle de savaşılmış ve taşınır malları ganimet olarak alınmıştır. Hz. Ömer ile başlayan bu uygulamalar zaman içerisinde değişime uğrayarak, zimmilerin vergi yükleri ağırlaştırılmış, Müslümanlardan ayrı ve lokal bir yaşama mecbur bırakılmış, kılık kıyafetleri dahi ayrıştırılarak ötekileştirilmişlerdir. Bu uygulamalar, dini bir hüküm olarak fıkıh kitaplarında ve Şeriat sisteminde yer alınca bir “İslam” inancına dönüşmüş ve gelenek içerisinde kurumsallaşmıştır.

İslam iddiasıyla siyaset yapanların veya “İslam devleti” hayalperestlerinin 21. yüzyılda dahi Gayr- Müslimlerle birlikte bir yaşam için inandıkları çözüm modeli bundan farklı değildir. Müslüman coğrafyasının modern hayatta çözemediği ve alternatif yöntemler geliştiremediği, bu nedenle de hala “zimmi” statüsünü çözüm olarak benimseyen gelenekçi bir ulema sınıfının da var ve etkin olduğunu hatırlatmalıyım. Daha ötesi, dinbaz politikacıların ve örgütlerin hâkim olmaları durumunda bununla da yetinebileceklerine inanmıyorum. Tarihimiz, yaşanmış tehcir ve göçler nedeniyle yeterince temiz olmadığı ortadadır.

Günümüzde aynı dinden, aynı tarih ve gelenekten beslenen Müslümanların mezhep, görüş ve etnik farklılıklardan dolayı birbirleriyle savaştıklarını, toplu katliamlar yaptıklarını, birbirlerini tekfir ederek yıkım, yağma ve talana giriştikleri bu kadar açık ortada iken, bu Müslüman unsurların Hristiyanlara, Musevilere, Budist ve Hindulara, Deist veya Ateistlere karşı nasıl bir tutum sergileyeceklerini tahmin etmek hiç de zor değildir.

Bu durum, sadece Müslümanın dinbazına, bağnazına, IŞİD tarzı ideolojilere münhasır bir anlayış değildir. Bugün, Şii ve Sünni güçlerin Irak ve Suriye’de, Vahhabi Suudi’nin Yemen’de, Türkiye’nin Irak Suriye ve Libya’da yaptıkları çok mu farklı?

Modern tarihimiz bile çok kirli. Türkiye örneğinde olduğu gibi kendilerinden olmayan Müslümanlar için kurulan İstiklal mahkemeleri, dikilen idam sehpaları, yargısız infazlar, yapılan katliamlar, baskı ve ayırımcılık, dışlanmışlık ve düşmanlıkların, kimilerinin hala hafızasında, kimileri için de kitap ve dergi sayfalarında yer almaktadır. Yine modernistlerin Ermeni, Rum, Musevi ve bu toprakların kadim sahiplerinden Süryanilere uyguladıkları kıyım politikalarını unutmak mümkün mü? Müslümanların kendi aralarında, birbirlerine olan kin, öfke ve düşmanlıkları, yakın tarihin en utanç verici örneklerinden başörtüsü yasağı ve 15 Temmuz sonrası KHK uygulamalarıyla yeterince ortaya çıkmadı mı? Egemen dine ve sistemlerine uymayan gayr-i Müslimlerin başına gelebilecek mezalimi siz düşünün.!

Tarihimizi ve inandığımız geleneksel dinimizi sorgulamadan, yüzleşmeden, bırakınız Gayr-i Müslümlerin bize güvenmeleri, bizler dahi birbirimize asla güvenemeyiz. Tarihsel İslam’ı din edinmiş ve ancak siyaset ve iktidarla var olacağına inanan Müslümanların İslamcısı, dinbazı, muhafazakarı, sağı, solu, modernisti, gelenekçisi hiçbir kesime, partilerine, örgütlerine, cemaatlerine, iktidarlarına güvenilemeyeceği defalarca tecrübe edilmiştir. Sorun, Müslümanlar olarak kendimizi doğru tanımlamaktan kaçınmamızdır. Resul-ü Ekrem’in tarifiyle “İnsanların, elinden ve dilinden emin/güvende oldukları” Müslümanlardan olmadığımız çok açıktır. Peki, yüzleşmemiz gerekmiyor mu?

İtiraf etmeliyiz ki, siyasallaşan İslam, Allah’ın dini olmaktan çıkmış, egemenlerin ve statüko yanlılarının dini olmuştur.

…devam edecek…

XI-İslamsız Müslümanlık! (11)

“Din ve Vicdan Hürriyeti”, Müslümanların altında ezildiği en önemli insan hakları sorunlarından biridir. Bunun nedenleri de tarihimizin derinliklerinde mevcuttut. “Kul hakkı” hassasiyetine rağmen kurumsal veya sistematik bir yapıya kavuşturulamadığı, tersine ihlal edilen en önemli haklardan biri olarak asırlardır görmezden geldiğimiz sırtımızda bir kambur olarak taşımaya devam ediyoruz. 

İslam’ın siyasallaşan ve gelenekselleşen yönleri başta olmak üzere bütün boyutlarıyla doğru anlaşılması için yüzleşmek zorunda olduğumuzun altını bir kez daha çizmek istiyorum. İslam ile aydınlanmak için sorgulanamaz ve dokunulamaz hiçbir anlayışımızın olmaması gereğine inanıyorum.

Bunlardan biri de din ve vicdan hürriyetini gölgeleyen “İRTİDAD” olayıdır. Hz. Ömer başta olmak üzere seçkin sahabe grubunun muhalefetine rağmen Hz. Ebubekir, Müslüman bir kabileye “irtidad” gerekçesiyle savaş açmıştır. Tamamıyla siyasi kaygılardan kaynaklandığını düşündüğüm bu olayın sorgulanarak açıklığa kavuşması gerekir. Halifeye itaatsizliğin veya biati ret etmenin “irtidad” (dinden dönme) olarak değerlendirilmesi İslam açısından kabulü mümkün olmadığı gibi, din değiştirmenin dünyevi bir cezayı gerektirmesi de söz konusu değildir.

“Muhammed sadece bir peygamberdir ve ondan önce de (nice) peygamberler gelip geçmiştir. Eğer o ölür veya öldürülürse topuklarınız üzerinde geriye mi döneceksiniz? Kim topukları üzerinde geriye dönerse (bilsin ki) o Allah’a hiç bir zarar veremez! Muhakkak Allah şükredenlerin mükâfatını verecektir!” ( 3/Al-i İmran-144)

“Din değiştirme” tercihi tamamıyla vicdani ve iradi olup cezası Allah’a aittir. “irtidat” nedeniyle bir insanın öldürülmesi hükmü Kur’an’ın hiçbir ayetinde geçmemektedir ve bu konuda Peygamber’in hiçbir uygulaması da olmamıştır. Bu durumda Hz. Ebubekir’in uygulaması tamamıyla siyasi ve konjonktürel bir karar olarak değerlendirilebilir. Ne yazık ki 14 asırdır Hz. Ebubekir’in bu kararı siyasi ve dönemsel değil, İslam’ın bir hükmü olarak “mürted’in/irtidad edenin (dinden dönenin) katli vaciptir” inanç ve uygulamalarıyla geçerliliğini korumaktadır. Benzer anlayışın ve uygulamaların tarih boyunca ve günümüze kadar devam etmesinin tek referansı da Hz. Ebubekir’in söz konusu savaş kararıdır.

Söz konusu referansla tarih boyunca egemenlere itaat-biat etmediği için “irtidad” gerekçesiyle idam edilen, derisi yüzülen, katledilen sayısız âlim, bilgin ve filozof olmuştur. Günümüzde aynı gerekçelerle yani “tekfir” veya “irtidad” gerekçesiyle binlerce Müslüman katledilmektedir. Ülkemizde dahi milyonlarca insanı tekfir eden ve “mürted” gören bir Müslümanlık anlayışının siyasete, cemaatlere, bürokrasiye, medyaya hâkim olduğunu dehşet içerisinde izliyoruz. Müslümanlara egemen olan bu zihniyet, geleneksel diniyle ve insanın bir özgürlük hakkı olan “irtidad” gibi uygulamalarla yüzleşmedikçe “din ve vicdan hürriyetini” içselleştirdiğinden nasıl emin olabiliriz?

Bu anlayışın siyasal boyutu bir tarafa, İslam’ın bir hükmü olması düşünülebilir mi? Sahabe tarafından da yapılsa, siyasi kararların ve uygulamaların 14 asır boyunca sorgulanmamasının tarihsel ve geleneksel Müslümanlık anlayışımız dışında akli, ilmi, ahlaki ve İslami bir izahı mümkün mü? 

 Rahmet Peygamberi döneminde defalarca ve çok sayıda benzer “irtidad” olayları olmasına rağmen bir ceza söz konusu olmamışken, bu anlayışın bugüne kadar devam etmesinin “egemen sömürü düzeni” ve yandaş ulema sınıfının “ortak çıkarları” dışında makul bir gerekçeyle izah etmenin mümkün olmadığını düşünüyorum.

Henüz bu olayla dahi bir yüzleşme cesaretimiz yokken nasıl olur da İslam için “din ve vicdan özgürlüğü” iddiamızda samimi olabiliriz? İnanmayana veya inancını/dinini değiştirene tahammül dahi etmeyip öldürülmesi gerektiğine inanan bir anlayışın “özgürlük-bir arada eşit ve güven içinde yaşamak-adalet ve barış tesis etmek” gibi iddialarını nasıl gerçekçi ve inandırıcı bulabiliriz?

“Dinde zorlama yoktur. Artık doğru ile yanlış, birbirinden ayrılmıştır: O halde, şeytani güçlere ve düzenlere (uymayı) reddedenler ve Allah’a inananlar, hiçbir zaman kopmayacak en sağlam mesnede tutunmuşlardır: Zira Allah her şeyi işitendir, her şeyi bilendir.” (2/Bakara- 256)

İslam düşüncesinde hiç kimse inancını, dinini, tercihlerini değiştirdiği için öldürülemez, hapse dahi atılamaz, dünyevi olarak hiçbir şekilde cezalandırılamaz. Onun hakkındaki hükmü Allah vermiştir:

“…sizden biri imanından döner ve hakikati inkâr eden biri olarak ölürse, böyle birinin yapıp ettikleri bu dünyada da, öteki dünyada da boşa gidecektir; işte böyleleri içinde yaşayıp kalacakları ateşe mahkûm kimselerdir.” (2/Bakara- 217)

Hakkın, hakikatin sahibi Allah olduğuna göre bunun hükmü de yalnız Allah’a aittir. “din ve vicdan hürriyet” konusunda akıl-ilim-vahiy-hikmet-marifet dini olan İslam’ın hükmü çok açıktır, siyaset başta olmak üzere hiçbir gerekçe ile ve hiç kimse tarafından değiştirilemez ve ihlal edilemez:

"(Bu) hak, Rabbinizden (gelmiş)tir: Artık ona dileyen inansın, dileyen reddetsin" (18/Kehf- 29) 

…devam edecek..

XII-İslamsız Müslümanlık! (12

Resul-ü Ekrem’den (a.s) sonra gelişen yeni olaylarla İslam anlayışında farklılıklar oluşmaya başlandığı görülmektedir. Tartışmaların daha çok “hilafet/siyaset” merkezli, yani siyasal alanda başlaması büyük kargaşalara olduğu kadar kabile ve aile taassuplarına da yol açmıştır. Hz. Ebubekir’in seçilmesiyle başlayan tartışma süreci Arap kabileleri arasında geçmişte var olan asabiyet duygularını yeniden kabartmış ve aleyhte birçok ittifak da bu merkezde gerçekleşmiştir.

Bu gelişmeler, Müslümanların kurdukları yeni siyasal düzeni ve hilafet sistemini tehdit ediyordu. Birlik ve beraberliği sağlamak, dağılmaları önlemek ve eskiye, yani kabile geleneğine geri dönmeyi engellemek gerekçeleriyle halife olması tercih edilen Hz. Ebubekir (r.a) için bu gelişmeler önemli birer sınav oluyordu. Birliğin sağlanmaması durumunda, Medine dışında da yeni yönetimlerin oluşması kaçınılmaz olacaktı.

Bu kaygıların oluşturduğu hassasiyet sonucudur ki, bazı gelişmeler ve itirazlar doğrudan İslam’a karşı bir direniş olarak değerlendirilmiştir. Bunlardan bir tanesi de “Zekât” vermeyi reddeden kabilelerin durumuyla alakalıdır. Bu itiraz, zekât vermeye mi yoksa siyasi otoriteyi tanımamak mı veya her ikisini de mi içeriyordu? Ancak biliyoruz ki, sahabelerden ileri gelenlerinin itirazlarına rağmen Hz. Ebubekir, “Rasûlullah’a vermeyi kabul ettikleri şeyi bana vermezlerse onlarla savaşırım!” diyerek savaş kararlılığı göstermiştir. Resulüllah’a verdikleri ise ayette şöyle geçmektedir:

“Onların mallarından sadaka al (onların mallarından Allah için sundukları şeyleri kabul et) ki; bununla onları günahlardan temizlersin, onları arındırıp yüceltirsin. Onlar için dua et! Çünkü senin duan onlar için sükûnettir, onları yatıştırır. Allah her şeyi işitendir; bilendir.” (9/Tevbe-103)

Peygamber’e, yoksullara dağıtmak üzere verilen sadakayı “otoriteye itaat” biçiminde yorumlanması sorunlu bir yaklaşımdır. Hz. Ebubekir’in kararının ve tutumunun siyasi ve konjonktürel olarak değerlendirilmesinin daha doğru olacağı kanaatindeyim. Çünkü hilafet tartışmaları ve bunların neden olacağı otorite boşluğu kabilelerin dağılmasına veya birbirleriyle savaşmasına çok daha erken sebep olabilirdi. Muhtemelen bu tür siyasi mülahazalarla alınmış bir karar, otoriterlerce tarihi süreç içerisinde fıkhın/şeriatın bir kuralı haline getirilmiştir. 

Ne yazık ki benzer olaylar üzerinden siyasi otoriteye itirazı da “isyan-irtidat” kabul edip savaş kararını İslam’ın bir hükmü olarak sayan genel bir kanaat oluşmuştur. Bu durumda Hz. Ebubekir, siyasi otoriteye kaşı gelenlerle savaşmıştır ki bunu İslami bir hüküm olarak görmek büyük bir yanılgıdır. Daha vahim olanı, Hz. Ebubekir’in bu uygulaması, Emevilerden başlayarak günümüze kadar bütün yönetimler için referans yapılmıştır.

Esas itibariyle karşı kabilelerin zekâtı neden reddettikleri konusunda sahih bilgilere rastlamak da mümkün olmuyor. Çünkü Hz. Ebubekir’in tavrı siyasi olarak değil de, bir sahabe uygulaması olarak dini bir hüküm kabul edilmesi, konuyu dokunulmaz ve sorgulanmaz kılmıştır. Oysa araştırmalar olayın farklı bir boyutunun daha olabilme ihtimalini göstermektedir. O da Kabilelerin irtidat etmedikleri ve zekât vermeyi de ret etmedikleri ancak Hz. Ebubekir’e biat etmeyi ve onun memurlarına zekât vermeyi ret ettikleri yönündedir. Bu durumda otoriteye karşı çıkanları zekâtı inkâr etmekle eş tutmak vahim sonuçlar doğurmaktadır.

Kuşkusuz Zekât, yerine getirilmesi gereken en önemli ibadetlerden biridir, çoğu ayetlerde Namaz ile birlikte ifade edilmektedir. Ancak zekât da dâhil ibadetlerin hiçbirisi için bir zorlama, dayatma veya bir şiddet uygulama söz konusu değildir. Çünkü ibadetlerde esas olan ihlastır. Riyasız, gösterişsiz ve dahi baskısız yapılır. Cezası da, mükâfatı da yalnız Allah’a aittir.

Sahabe dönemi konuşulmaz ve sorgulanmaz olunca, siyasi ve dini kararlar iç içe girerek kafa karışıklığı oluşturmakta, sahih bilgiye ulaşmak zorlaşınca hangisinin dini, hangisinin de siyasi olduğu anlaşılamamaktadır. Bu gibi olayların biz Müslümanlar açısından sorgulanıp, hiçbir şüpheye mahal vermeyecek şekilde açıklığa ve netliğe kavuşturulmadıkça Müslümanlığımızın inanılırlığı ve güvenirliği olmayacaktır. Bu anlayışın kaynağı da ne yazık ki Müslümanların siyasallaşma sürecine dayanmaktadır. 

Bu ve benzer olayların gerçek yüzünü ortaya çıkarmak için Sahabe düşmanlığı veya Sahabe dokunulmazlığı gerekmiyor, adil ve objektif olmak yeterlidir, sanırım. Biliyoruz ki, İslam adına dini anlayışımızı şekillendiren Asr-ı Saadet dönemi değil, sonrasında ve siyaset ortamında gelişerek gelenekselleşmiş bir ecdat mirasıdır. İslam, Yahudilik gibi soy bağıyla devam etmediğine göre ecdat mirasını din olarak benimsemek İslam ve Kur’an ruhuna aykırıdır. Siyaset ile şekillenmiş bir dinin adıdır İslamsız Müslümanlık!

..devam edecek…

XIII-İslamsız Müslümanlık! (13)

Hz. Ebubekir’in seçilme yöntemi, Hz. Ömer’i atama yoluyla tayin etmesi ve Hz. Osman’ın yönetimde akraba ve yakınlarını tercih etmesi tarih boyunca referans olarak görüldüğü, farklı imparatorluk ve devletlerde aynı gerekçelerle tezahür ettiği ve günümüzde de “İslam” iddiasıyla siyaset yapanların referanslarını oluşturduğunu biliyoruz. 

Devlet ve siyasal sistem modeli olarak Muaviye’nin isyan ve savaşlarla kan dökerek yönetimi ele geçirmesi dâhil, nice zulümlerin, Ehl-i Beyt soykırımı gibi vahşetlerin işlendiği, hak-hukuk-adaletin gözetilmediği ve buna rağmen Müslümanların kurdukları imparatorlukların ve devletlerin tamamı “meşru ve itaat edilmesi din açısından vacip” olarak kabul gördüğünü de biliyoruz.

Yakın tarihimizde Libya, Pakistan, Sudan’da “Şeriat devleti” iddiasıyla gerçekleşen askeri darbelerin Müslümanlar tarafından coşkuyla alkışlanması hafızalarımızda canlı olarak yerini korumaktadır. Yine Türkiye örneğinde olduğu gibi 12 Eylül Askeri darbesiyle oluşan cunta yönetimini ”dini bakımdan itaati vacip” sayan cemaatler, gruplar, ilahiyatçılar ve iktidardan beslenen bir ulema sınıfı olduğu gibi diğer ülkelerde iş başına gelen despotların da “dini gerekçelerle” desteklenmesi utanç duyduğumuz örneklerden sadece birkaçıdır. 

Yine Türkiye örneğinde de olduğu gibi aynı gerekçelerle İslam iddiasıyla kurulan partilerin, İslamcı iktidarların otoriter anlayışlarına bakılmaksızın desteklendiğini, hatta şiddet ve terörü yöntem olarak seçen bazı örgütlerin dahi eylemlerine, işledikleri katliamlara aldırmaksızın destek verildiğine tanıklık ediyoruz. Bunun nedenlerini “İslam” diye gelenekselleşen din anlayışımızda ve sorgulama yapmayan donmuş beyinlerimizde aramamız gerekmez mi? Bu anlayışta olanların tümünün referanslarını mezhep görüşlerinde veya diğer fıkıh kitaplarında bulmak mümkündür.!

Biliyoruz ki, otoriter yönetimler sadece yöneticilerin ve yandaş ulemanın değil, toplumun da ahlakını bozar. Kanaatime göre Müslüman dünyasındaki ahlaki çöküntünün ve dini hayattaki bozulmaların en önemli nedenlerinden biri otoriter siyaset anlayışının egemenliğidir. Bu anlayış, yandaş bir ulema sınıfı, bugün itibariyle bir din adamı sınıfı oluşturarak İslam’ı özünden saptırdığı gibi toplumu da ilim, iman, ahlak, adalet ve İslam’dan saptırmıştır. Bu gerçeği kabul etmeden, sorgulamadan çöküşten, kaos ve ahlaksızlıktan bir çıkış yolu bulacağımızı düşünmüyorum.

Kabul etmemiz gerekir ki, Sahabe döneminde başlayan söz konusu siyasi olaylarla ortaya çıkan farklı görüşlerin, fikri ayrılıkların, siyasi gelişmelerin dinde referans olarak kabul edilmesi ve Müslümanlar arasında yaşanan siyasi kavgaların İctihad farkına bağlanması, İslam anlayışının evrenselliğini, saflığını, sadeliğini, saydamlığını, berraklığını, ilahiliğini bozmuştur, ahlakı, adaleti, bilgiyi, irfanı, hikmeti, akletmeyi adım adım ortadan kaldırmıştır. 

Yine kabul etmek zorundayız ki, İslam’ın akıl ve ilim/bilim ile irtibatı kesilip kültür ve geleneğin ‘din’ haline gelmesi durumunda, kaçınılmaz olarak din hayattan uzaklaşır ve yabancılaşır. Artık yaşanan din, Allah’ın dini olmaktan çıkar ve sadece müntesiplerinin dini olur. Biz Müslümanlar da 14 asır boyunca Müslüman toplumların farklı coğrafyalardan veya İslam öncesi dinlerinden taşıdıkları kültürü “İslam” olarak kabullendik ve İslam’ın sırtına ağır bir yük yükledik. Kültürü, geleneği, yereli, konjonktürel uygulamaları “İslam” diye konuştuk. Adeta İslam’a musallat olduk ve İslam bezirgânlar elinde Kur’an’sız bir dine dönüştürüldü. Çünkü politikacıların, egemenlerin, din adamlarının dini duyguları sömürmek ve sömürü düzenlerini sürdürmek için Kur’an’sız, İslamsız bir Müslümanlığa ihtiyaçları vardı. Esas itibariyle sahabeyi de istismar eden bunlardır.

Gerçek şu ki, Hz Peygamberden sonra Müslümanlar, tarih boyunca kendilerine özgü veya İslam gereği evrensel bir yönetim modeli ve siyasal sistem oluşturamadılar. Muaviye’nin Bizans, İran, Uzak Doğu’da uygulanan “tek adam” yönetim modelini (monarşi) İslam ve Arap kültürüyle sentezleyerek kurumsallaştırdılar. Aynı yönetim modeli, Fars-İslam, Türk-İslam gibi sentezlerle devam etti. Milli devletler inşasıyla da “ulus devlet” modeli aynı sentezle sürdürüldü. İslamcıların yeni bir model olarak sundukları “İslam devleti” tezi de ulus devlete giydirilen ve üzerine “İslam” yazan gömlekten başkası değildir. Zorlandıklarında ve tıkandıklarında zihinlerini ve anlayışlarını değiştirmek, yenilemek yerine gömlek değiştirerek iktidar iddialarını sürdürmektedirler.

Bu anlayış sadece bize, ülkemize ait değildir. Genel olarak Müslümanları siyaset üzerinden sarmış zihinsel, ruhsal, siyasal ve dinsel bir hastalıktır. Asırlardır tedavi edilemediği için ölümcül etkisi hep devam etmiştir.

Esas itibariyle Muaviye ile başlayıp günümüze kadar devam eden yönetim modellerinin hiç birisinde, hiçbir cemaat, oluşum ve partide, İslam ilkeleri yani adalet, ehliyet, emanet, bilgi, akıl, eleştirel düşünce, ahlak, eşitlik, hürriyet, insan hakları, hukukun üstünlüğü, doğa ve çevreyi koruma ve ortak akıl gibi yönetim sisteminin olmazsa olmaz değerleri hayata geçirilmemiş, öncelenmemiş, siyaset ve devlet için bir sisteme dönüşmemiştir.

Çağımızda dahi insan hakları, din ve vicdan hürriyeti, çoğulculuk ve hukukun üstünlüğü gibi İslami ve insani ilkeleri esas alan bir adalet sistemini ve bunları içselleştirmiş bir Müslüman toplumunu örnek veremediğimize göre yüzleşmekten başka çare var mı? Hakikati aramak; geçmişi, özellikle de sahabeyi yargılamak, suçlamak, itham etmek veya zan altında bırakmak anlamına asla gelmemelidir. Ben de bundan Allah’a sığınırım.!

İtirazım ve çabam, bu mirasın bizden sonrakilere devredilmemesi yönünde bir katkı vermeye yöneliktir. Sahabe muhabbeti ve saygısı itibariyle anlayış ve duruşum açıktır. Onların-Allah hepsinden razı olsun- Resul-ü Ekrem (a.s) önderliğinde büyük fedakârlıklarla oluşturdukları Asr-ı Saadet, yani peygamber dönemi, bizim için Kıyamete kadar bir örnek ve model olacaktır. Kendi adıma ifade etmeliyim ki, onlara sadece muhabbet ve hürmet değil, minnet ve şükran borçluyum. Fitne ve nefret oluşturulmak için konuşulmasını, müzakere edilmesini ve sorgulanmasını doğru bulmadığımı, aksine “qalu-qil” yapılmasını günah sayanlarla hemfikir olduğumu belirtmeliyim. 

Çok zor ve mayınlı bir alanda fikir yürüttüğümün farkındayım. Sahip olduğum İslam düşüncesi ve yaşadığım siyasi tecrübe açısından bunu yapmayı, kendi adıma bir sorumluluk ve zorunluluk görüyorum. Konuşulmayan, müzakere edilmeyen, sorgulanmayan her olay ve görüşün gizem oluşturması kaçınılmazdır. Hiçbir gizem de hakikati göstermez. Bu bağlamda hakikat diye gizemlere inandığımızı ve bunlar içinde boğulduğumuzu düşünüyorum. Yeniden nefes almak için okyanusta bir damla kadar olumlu bir katkımın olması durumunda kendimi bahtiyar göreceğimi de ifade etmeliyim. 

-SON-

Türkiye için Endişe Verici İstikamet! / (13. 07. 2020)

İnsanlık küresel krizler, ülkeler de bu krizlerin oluşturduğu bir istikrarsızlık yaşıyor. Ülkemiz ise bu istikrarsızlığın yanı sıra hepsinden ayrı ve farklı bir belirsizlik ve öngörülemez içinde; bir kaosun eşiğinde. Gel-gitler içinde istikametini kaybetmiş, şaşkın, yorgun, tedirgin, endişeli; politikacıların hamasi ve hayali hedefleriyle zamanını, enerjisini ve kaynaklarını tüketmekte.

Yine ülkemizin eğitimden ekonomiye, yargıdan savunmaya kadar kurumsal yapıların tamamı anayasal sınırların dışına çıkarılmış ve kurumların yasal bağlayıcılığı fiili olarak ortadan kaldırılmıştır. Dışarda ise neredeyse bütün dünya ile sorunlar yaşamakta, komşuları, bölge ülkeleri ve müttefikleri için bir tehdit unsuru haline gelmiştir. Siyasal yönetim otoriteryenizme dönüşmüş, muhalefet partileri ve muhalif toplumsal kesimler susturulmuştur. Doksan küsur gazeteci, onlarca aydın, yazar, akademisyen, parti genel başkanları, milletvekilleri, Belediye Başkanları seçilmişler, siyasetçi ve iş insanları cezaevlerinde tutuklu bulunmaktadır.

Farklı olan ve farklı düşünenler ötekileştirmekle kalmamış, “devlet-vatan düşmanları” olarak damgalanıp dışlanmaktadırlar. Bütün bu yaşananların sadece küresel krizlerle ve küresel istikrarsızlıkla izahının mümkün olamayacağını düşünüyorum. Türkiye’ye özel ve diğer ülkelerden farklı gibi görünen bu manzara karşısında kaygılanmamak, endişe duymamak mümkün müdür?

Türkiye’nin yaklaşık yüz yıllık demokrasi, hukuk ve çağdaşlaşma serüveni; bütün yetkilerin tek merkezde toplandığı ve tek adam ile temsil edildiği “otokratik” bir düzen ile sonuçlanmıştır..! Yüzyılı aşkın bu süreçte defalarca askeri darbe ve müdahalelere rağmen demokrasi ve hukuk devleti istikametinden vazgeçmeyen Türkiye toplumu, ne yazık ki yürürlükte olan siyasal düzene boyun eğmek durumunda kalmıştır.

Daha vahim olanı ise; siyasete, hukuka ve anayasal bir düzene müdahale demek olan bu gelişmelerin toplumun çoğunluğu tarafından “milli ruh ve milli gururla, dua ve tekbirler eşliğinde din-vatan-millet-ümmet-bayrak-cami-ezan-ibadet” aşkıyla destekleniyor olmasıdır. İktidar yanlısı çoğunluk, Türkiye adeta yeniden fethedilmiş gibi milli ve dini hamasetin büyüleyici etkisinde kalmış, Çanakkale savunmasından ve İstiklal harbinden daha büyük bir zafer sarhoşluğu içine girmiştir.

Ne yazık ki toplum, dünyadan soyutlanmış olmanın, Irak-Suriye ve Libya’ya asker göndermenin, Ortadoğu bataklığında debelenmenin ve fitne ateşinin tam ortasında yer almanın ve derin ekonomik krizin tehlikeli sonuçlarını anlayamayacak kadar duyarsızlık sergilemektedir. Bu durumun, Türkiye’nin içinde bulunduğu endişe verici ortamı tanımlamaya yeterli olduğunu düşünüyorum. 

İktidar ve müttefiklerinin bilinçli, planlı olarak oluşturdukları kaos ve istikrarsızlık nedeniyledir ki Türkiye, öngörülemez bir ülke konumuna düşürülmüştür. Uluslararası toplum nezdinde yaşanan itibar ve güven kaybı yanında öngörülemez olması da ülkemiz ile ilgili kaygılarımızı daha da artırmaktadır. Hiç kuşkusuz bu duruma, öncelikle demokrasi, adalet ve hukuk ilkeleri değersizleştirilerek, yasalar ve Anayasa yok sayılarak gelinmiştir. 

Bu endişelerimin abartılı olduğunu düşünenler olabilir ancak adalet, hukuk ve demokrasi gibi değerlerin hiç dikkate alınmadığı Ortadoğu coğrafyasının bir parçası olunca, sanıyorum ki Türkiye’nin istikametinden endişe duymam anlaşılır bir durumdur. Bugün en çok da yozlaşan, tefessüh eden, çökmüş-çürümüş-kokuşmuş olanlar ne yazık ki bu değerlerdir.

Mevcut karanlık tabloya rağmen ülkemizin geleceği için yine de umutsuz değilim. Yapılması gereken; siyaset marifetiyle ülkemizi bu anlayışın tasallutundan kurtarmaktır. Siyasal sistem değişimi gerçekleşmeden içine düştüğümüz karanlıktan, içinde debelendiğimiz bataklıktan, öngörülemez ve belirsiz olan bu ortamdan kurtulmamız mümkün görünmüyor. Bu nedenle siyasal değişim için demokrasi ve hukuka duyarlı bütün kesimlerin farklılıklarıyla birlikte yan yana durması gerekmektedir. Bunu başaracak sağduyuya sahip olduğumuzu düşünüyorum

SİVİL SİYASET HAREKETİ



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

HABERLER