Bildiğiniz gibi bu röportajı “deprem teolojisi” ekseninde irdelemeye çalışıyoruz. Bu eksende bir de depremi ceza ve azap şeklinde değil de ilahi adalet, ilahi hikmet ve ilahi rahmetin bir tezahürü olarak gören yaklaşımlar da oldu. Şu tür sorular gündeme geldi: Afetleri ilahi hikmete mebni kılan şey nedir? İlahi hikmet ve ilahi adaletse; deprem, sel, tsunami gibi afetlerde masum çocukların ölmesi veya dini mabetlerin yıkıma uğraması (Lizbon ve Maraş depremlerinde olduğu gibi) ilahi adalete uygun mu? Suçu ve kabahati olmayan, günahsız ve hiçbir şeyden haberi olmayan masum insanların, engellilerin enkaz altında can vermesi ilahi adalete sığar mı şeklinde tartışmalar da yapıldı, sorular soruldu. Ne dersiniz bu hususta?
Hikmet ehli eskilerin şöyle bir sözü var: “Gökten geleni yer kabul eder.” Sudur yerin altından veya yerin üstünden olsa dahi rahmetin de afetin de menşei göktür. Çünkü yerin hareketi ve düzeni göğün kanunlarına bağlıdır.
Hukuki yasaların kaynağı bir üst norm olan anayasa olması gibi mülk âleminin yasalarının kaynağı da melekût âleminin normlarıdır. Ve bu yasları vaz’eden de en yüce irade, en yüce kudret yani Vacibü’l Vücud olan Allah’tır.
Biz Allah’a, Allah’ın takdir ve kaderine iman eden insanlar bütün kâinatın olduğu gibi, hayatımızın da Allah’ın kudret eli altında olduğunu biliyoruz. O halde fizik planda tabiatın çeşitli hadiselerine karşı tedbirler alırken, hakikatte ve nihayetinde bizimle at başı giden kadere karşı bir tutum ve tavır içinde değiliz, sadece Hz. Ömer’in dediği gibi “Allah’ın bir kaderinden Allah’ın bir (başka) kaderine kaçıp” sığınma ya çalışıyoruz.
Varlık dünyasında vuku bulan her olaya İlahi hikmet gözüyle baktığımızda sadece sebepleri bulup çıkarmak ve sebeplerin yol açtığı sonuçları bulmakla yetinmenin mümkün olmadığını anlıyoruz. Elbette her şey belli bir sebep dairesi içinde cereyan eder ve cereyanda hükümferma olan bir düzen ve yasalar bütünü (Sünen-i İlahi) vardır. Düzen ve yasaları bilmek önemli bir başarıdır. Ancak bu zihni ve ilmi ameliye bize sadece fizik ve sosyal olayların nasıl vuku buldukları konusunda fikir verir.
Modern bilim de ilk formüle edildiği günden bu yana sadece olayların nasıllığı üzerinde durmakla yetinmekte, böylelikle varlığı açıklayabildiği iddiasını öne sürmektedir. Eşyada tezahür zahirle ilgilidir sadece, her şeyin zahiriyle yetinmek hamakatı bir zihni tutum haline getirmek olur.
Şeylerin ve hadiselerin aşkın, batın ve öte boyutları vardır ki zahir bu boyutların tezahürüdür. Tezahürde saklı olanı araştırıp öğrenmedikçe nasıl sahiden ilim (ve bilgi) sahibi olunabilir! O halde sebepler dünyasına ilişkin “nasıl” sorusu yanında asıl sorulması gereken “niçin” sorusu olmalıdır.
“Niçin” sorusunun cevabı irfan ve hikmetin konusudur. Ve bu saha hiçbir zaman kâinatın tekvinini ve tedbirini elinde bulunduran Allah’ın niyet ve maksatlarını araştırıp bulmakla ilgili değildir. Fıkhi hükümlerin hikmet ve maksatlarını araştırmaktan ayrı olarak tekvinde ve müteal olanda maksatlar sır içinde sırdır ve bunların bir kısmına muttali olanların sayısı pek azdır.
“Niçin” sorusunu araştırmak tamamen bizim niyet ve maksatlarımızla ilgili olup, amellerimizin mahiyeti meşruluğu ve İlahi hükümlere olan muvafakati üzerinde tefekkür ve muhasebeyi gerektirir. Çünkü yerin düzeninde ve kargaşasında söz konusu olan bizim kast ve kusurumuzdur. Afetler bizim amellerimizin bumerangıdır, ektiğimizi biçiyoruz; mercimek ekenin buğday hasat ettiği görülmemiştir.
Derin bir boşluk içindeyiz. Fikir dünyamız gibi ahlaki hayatımız da giderek çölleşmekte. Bazı insan topluluklarına tedricen mühlet veriliyor bazılarına ise zamanında ikaz. Eğer depreme irfan ve hikmet gözüyle bakabilirsek, belki de göğün bizim üzerinde yaşadığımız yeri ikazla salladığını düşünebilir ve gerekli sonuçları çıkarabiliriz.
Deprem dönemleri, ilahi rahmete, dayanışmaya ve ilahi adalete yönelttiği zamanlardır aynı zamanda. Musibet zamanlarında bizi harekete geçiren ilk duygu afetzedenin yardımına koşmak olur. Acırız, merhamet ederiz.
Afetin vukuunda din, inanç, mezhep, etnisite/kavim, renk, laik-anti laik, sınıf, politik ideoloji, bölge farkı ortadan kalkar, doğulu batılı, kuzeyli güneyli, kadın erkek hepimiz için söz konusu olan “Âdemden ve Havva’dan kardeşlerimiz” için üzülmek, acılarını paylaşmak olur. Gücü ve imkânı olanlar deprem bölgesine koşup ortak çabalarla arama-kurtarma, yardımda bulunma seferberliğine katılır. Bu dayanışmadır, rahmettir ve ilahi adalete uygun davranmaktır.
Varlık âleminde ve kucağında yaşadığımız tabiatta her şey kendinde bir anlam ve amaç taşır. İlahi hikmet/kalp gözüyle baktığımızda hayatın kendisinin bir mucize ve öğretici ders olduğunu görürüz.
Hatırlayalım, bundan iki sene önce Pandemi’de aylarca evlerimizden dışarı çıkamadık, çıkmak istemedik. Evimiz bizim korunak alanımızdı; bugün ise evlerimizde kalmaya korkuyoruz. Her iki afet (pandemi ve deprem) evimizle ilgili algılarımızı tersine çevirdi.
Fotoğraf: AA
“Müslümanlar afetlere daha çok ‘kötülük’ gözüyle değil, ‘musibet’ gözüyle bakarlar”
Cafer Sadık Yaran’ın “Kötülük ve Theodise” isimli kitabı var. Ahlak felsefesinin en önemli tartışmalarından kötülük problemi üzerinde durur. Deprem vesilesiyle kötülük ve şer problemi de gündeme geldi ve şu sorular soruldu kamuoyunda bildiğiniz gibi: Deprem veya afetler hayır mıdır şer mi? Hayır ve şerrin mahiyeti nedir? İyilik ve kötülüğün kaynağı Tanrı mı, insan mı? “Hayır da şer de Allah’tandır” anlayışı İslam dünyasında yaygın bir kanaattir. Sizin din-felsefe vahiy-akıl üzerine kaleme aldığınız oldukça derinlikli bir eseriniz de var. Buradan yola çıkarak bize afetleri hayır ve şer ekseninde, felsefedeki kötülük problemi üzerinde nasıl okuyorsunuz?
İslam söz konusu olduğunda kötülük problemine dair temel kural şudur: “İyilik (hasene) Allah’tan, kötülük (seyyie) senden”dir (4/Nisa, 79). Müslümanlar tabiat olaylarına maruz kaldıkları zaman, afetlere genellikle “kötülük” gözüyle bakmazlar; Müslümanların zihninde kötülük insan tarafından meydana getirilen zarar ve acı verici ahlaki bozukluk ve sapmadır.
Tabiat kaynaklı afetler daha çok “musibet” kabul edilir ve bir musibet dokunduğunda insandan istenen yardımlaşma, sabır, metanet, ilahi yardım ve rahmete sığınmaktır. Dolayısıyla musibetten hem nasihat hem de hayır sadır olur diyebiliriz.
Tabiat olayları sebeplerin bir araya gelmesiyle vuku bulur. Bu, gerekli bir sebeptir, ama yeterli bir sebep değildir. Yeter sebep Allah’ın murat etmesi ve yasasını işletmesidir. Allah’ın muradı kötülük değildir, kuluna kötülüğü murat etmez. Trafik kazaları gibi deprem de sebeplerin bir araya gelmesiyle vuku bulur.
Şu halde: “Kötülük insandan, iyilik Allah’tan” (4/Nisa, 79.) ilkesi baz alınması gereken temel ilkedir. Kötülüğün ve iyiliğin kaynağı epistemik açıdan Allah’tandır, tıpkı bilginin kaynağının Allah’tan olması gibi ama istemesi ve eyleme geçirmesi yani dünyevi olanda vuku bulması insanın elindendir.
Başımıza gelenleri mevhum güçlerde, yanlış telakki ettiğimiz kaderde, felekte, şanssızlıkta, tesadüfi tabiat olaylarında değil, kendi yapıp ettiklerimizde, amellerimizde aramamız gerekir.
"nsanların kendi ellerinin kazandığı dolayısıyla, karada ve denizde fesat ortaya çıktı. Umulur ki, dönerler diye (Allah) onlara yaptıklarının bir kısmını kendilerine tattırmaktadır. (30/Rum, 41)
Yaşadığımız felaket ve afetlerde yayıp ettiklerimizin payı büyüktür, bizden önce başlarına bu türden büyük felaketler gelip de yeryüzünden silinen kavimler de işledikleri büyük cürümlerin bedelini ödemişlerdir (30/Rum, 42).
Cürümleri yani kötülükleri işleyen, yapan ve kaynağından arza yayan insandır. Depremler bu yönüyle insanın kendi ellerinin yapıp eylemesiyle karada ve denizde vuku bulur, şer gibi görünür ama içinde hayır da sadır olabilir. Bu insanın depreme bakışı ve sorumluluğunun ifasıyla orantılıdır. Hayır gibi görünen bir olgu insanın meseleye bakışı ve sorumsuzluğu sebebiyle şerre dönüşebilir.
Bunun yönünü tayin eden, iradesiyle harekete geçirecek olan insandır. Allah ise insana belki akıllanırlar, gerçeğe veya özlerine dönerler diye karada ve denizde çıkan fesadı konumuz itibariyle depremi insanlara tattırır, yaşatır.
Bu yaşatma kötülük değil, umulur ki dönerler yani gerçeği anlarlar veya özlerine dönerler diyedir. Yani iyiliğin kaynağına rücu içindir. Ayette geçen “İyilik Allah’tandır”dan kasıt da bu olsa gerek diye düşünüyorum.
“İslam’ı referans alan filozoflar, İslam ile bilim arasında çatışma görmemişlerdir”
Bilim-din tartışmalarında bir de madalyonun şu yüzü görüldü: Depremi dini eksende okuyan perspektif yerilirken, bilim eksenli perspektif meşru, çağdaş ve tek gerçek yolmuş gibi sunulması, kimi âlim ve hocaların sığ ve eksik deprem konuşmalarının da eklenmesiyle özelde gençlerde genelde kamuoyunda deizme, ateizme veya agnostizme giden yolu artırdı, dinden insanları uzaklaştırdı şeklinde gözlemleri olanlar oldu. Depremin deizm-ateizm-agnostizm üçlemesi ekseninde yol açtığı eğilimi siz de müşahede ettiniz mi? Bunlar tekil örnekler mi yoksa kitlesel mi? Deizme-ateizme-agnostizme bir kayış var ise sizin deprem dolayımındın bunlara ilişkin karşı argümanınız nedir?
Din-bilim çatışmasının bizimle ilgisi olmayan iki boyutu var: İlki Aydınlanma aklın rehberliğinde tabiattan elde edilen ve kendisinin vaz’ettiği yöntemle elde edilen bilgiyi bilimsel yani gerçek bilgi kabul etti.
Bu bir ön kabuldür. Bilimsel bilgi mümkün bilgi türlerinden ve bilgiye ulaşma yollarından sadece biridir, dolayısıyla ne hakikati veya hakikatin tezahür ve yanısamları gerçeklerin tümünü ihata ve ifade edemez; diğeri “din de bilim de” gayrişahsi kavramlardır.
Dolayısıyla konuşan, önerme vaz’eden, açıklayan ve yargıya giden insandır. Bir insan eğer belli bir dinin kaynaklarını referans alıp konuşuyorsa o kendi adına konuşuyordur, bilim yapan insan da bilim adına konuşamaz kendi adına konuşur.
Bu bizi çatışmanın din adına konuşan ile bilim adına konuşanlar arasındaki çatışmaya götürmektedir. İslam dinini referans alan filozoflar, kelamcılar dinleri/İslam ile bilim arasında çatışma görmemişlerdir.
Hıristiyanlık içinden konuşan teologlar veya kilise mensupları akıl ve bilim arasında çatışmalar, tenakuzlar farz etmiş ve bu batı Aydınlanmasının ana gündem maddesini oluşturmuştur.
Diğer önemli bir nokta batı Hıristiyan evreninde ortaya çıkmış olan bu çatışmada akli olan bilimsel olanla özdeşleştirilmiştir ki, bu şu demektir: Bir şey bilimsel yani deneysel olarak hatta laboratuvarda araştırılmıyorsa ve matematiğin diliyle ifade edilemiyorsa akli değildir, dolayısıyla gerçeklik değeri yoktur.
Bu Aydınlanmanın öncüllerinden biridir ve biz bu öncülü kabul ederek din bilim veya iman akıl çatışması içinde yer aldığımızda, geleceğimiz nokta ya dini ya aklı ve bilimi seçmek olmalıdır. O zaman da biri çıkar aklın varsa dine ihtiyacın yoktur diye saçmalar.
Deistlerin varsayımlarını çok ciddiye almamak lazım, zira sonuç itibariyle ilham kaynakları çoktan geride kalmış. Aristoculuk ve pozitivizmin çöküşüyle de çökmüş bulunan tabiattaki determinizmdir. Varlığa müdahale etmeyen bir Tanrı tasavvurunun yanlışlığını ortaya koyduğunuzda deisterin söyleyebilecekleri şey kalmaz, zaten postmodern zamanda ne Aristoculuğun ne determinizmin herhangi bir değeri kalmamıştır.
Fotoğraf: AA
“Afetler birer tabiat olayı olmaları yanında bize verilmiş ilahi mesajdır da. Bu iki temel arasında herhangi bir çelişki yoktur”
Afetleri özelde ise depremi musibet, imtihan ve ayet şeklinde okuyan yaklaşımlar da söz konusu oldu bildiğiniz gibi. Kahramanmaraş merkezli bu musibet eğer Allah’ın bir imtihanı ise bu imtihan ne içindi? Kimeydi? Allah ne demek istedi? Musibet ise Türkiye’ye veya insanlığa isabet eden bu musibetten çıkarılacak dersler nedir? Allah bu depremde bizlere rahmet etti diyenler oldu, bundan ne anlaşılmalı sizce? Mehmet Görmez’in “Millet olarak 6 Şubat’tan büyük rahmet çıkardık” şeklinde bir açıklaması oldu. Bu hususlarda ne dersiniz?
2009’da Muğla’da, ‘Toplum Liderlerini Teşkilatlandırma’ projesi kapsamında imamlara ve kadın din görevlilerine deprem ve zararlarının nasıl azaltılacağı konusunda seminer verilmişti (Radikal Gazetesi, 6 Mayıs 2009).
İlçe müftüleriyle birlikte 15’i kadın 60’ı erkek toplam 75 din görevlisinin izlediği seminerde konuşan Diyanet İşleri Başkanlığı İç Denetçisi İsmail Karagöz, depremin “Allah’ın insanların sabrını sınadığı bir imtihan olduğu”nu söyleyince, Ahmet Mete Işıkara, bu görüşe anında tepki göstererek depremin “Allah’ın bir imtihanı olmadığını, yeryüzü hareketi olduğunu” kaydetmişti.
Karagöz’ün ne dediğine bir bakalım:
“Allah insanları sürekli imtihan eder. Bu imtihan sonucunda sabredenler Allah katında yücelir. Allah onların günahlarını siler. Hayır ve şer Allah’tan geliyor. Allah bazı toplumları doğal afetlerle imtihan eder. Deprem de Allah’ın insanların sabrını sınadığı bir imtihandır. Olağanüstü hallerde insani boyut değil ilahi boyut ön planda tutulmalı. İnsanlara sabretmeyi öğretmeliyiz. Deprem sonrasında sabrederek zararlarından kurtuluruz. Doğal afet geçiren birine neden bu hatayı yaptığını sormak yerine Allah’a yönlendirmeliyiz.”
Depremin bir imtihan olmadığını belirten Ahmet Mete Işıkara ise şunları söylüyordu:
“Deprem Allah’ın takdiri, gazabı ve imtihanı değil. Bu yeryüzü hareketidir. Tektonik hareketlerin ve kırılmaların bir nedenidir. Allah çok merhamet edicidir, çok bağışlayıcıdır. Bu ayetlerde açıkça belirtilmiştir. Depremler kesinlikle bir imtihan değildir. Fakat depremleri bir ders olarak görüyorum. Önce tedbirini al sonra tevekkül getir. Biz önce topluma depremden korunma bilinci vermeliyiz. Bu konuda toplumun büyük kesimiyle iç içe olan din görevlilerimize büyük görev düşüyor. ”
Doğru bakış açısından, kişinin karşı karşıya kaldığı zorluk, musibet ve sıkıntıların tamamı bir imtihan aracıdır. Hastalık dahi insanın zorluklar karşısında nasıl bir tutum takınacağını ortaya koymaya yarayan bir musibettir.
Allah hastalığı yaratmış, tedavisini de halk etmiştir; ama elbette kimse hastalığa yakalanmak istemez, yüce Allah da kuluna “Hadi seni imtihan edeceğim, bilerek git bir hastalığa yakalan!” demez. Ancak insan, bir hastalığa yakalandığında, sabreder ve gerekli tedbirleri aldıktan sonra –öncelikle tabii ki uzman bir hekime gider- Allah’tan şifa niyaz eder. Dua, şifa beklentisinin en etkili araçlarından biridir.
İnsanın bireysel musibeti olan hastalık gibi, toplumların da uğradıkları birtakım musibetler vardır. Biz bunlara genel anlamda ‘afet’ adını veriyoruz. Nasıl çeşitli hastalıklara yol açan birtakım sebepler varsa –mesela tifo hastalığı veya kolera hastalığının mikroba bağlı ortaya çıkması gibi- afetlere de yol açan maddi sebepler vardır.
Bunlar ya iradi veya gayr-ı iradidir. Mesela biri evini bir dere yatağında inşa etmişse, birkaç saat yağacak sağanak yağmurdan sonra evini sel basabilir. Bu ilahi sünnettir. İradi olmayan afetlerin başında da depremler gelir. Yer hareketleri sonucunda meydana gelen depremler büyüklüğüne göre can ve mala zarar verirler.
İnsanın deprem karşısında alabileceği yegâne maddi tedbir fay hattı üzerinde ev yapmaması ve nerede yapmış olursa olsun, arazinin yapısına göre evini dayanıklı ve dirençli inşa etmesidir. Buna rağmen vuku bulacak bir depremde zarara uğrarsa, isyan etmeyecek, Rabbi’nden bunu günahlarının kefareti olmasını dileyip hayata tutunmaya çalışacak.
Mete Işıkara’nın bakışındaki temel hata şu ki, varlığın bütünüyle Allah’ın kudret elinde olduğunu unutup “Deprem Allah’ın takdiri, gazabı ve imtihanı değildir. Bu yeryüzü hareketidir. Tektonik hareketlerin ve kırılmaların bir nedenidir” demesidir.
Gerçi konuşmasının devamında “Allah’ın merhameti”nden bahsediyor, ama Aristoculuk’tan bu yana süren katı bir determinizmden hareketle, Işıkara da yer hareketlerini, dolayısıyla yeryüzünü ve maddi tabiatı Allah’ın müdahalesine karşı özerkleştiriyor.
Işıkara’yı yanılgıya sevk eden sebep sadece maddi kadercilik olan determinizm değil, bilimsel olarak tabiat olaylarının “nasıl” cereyan ettiğini açıklarken, olayların arkasındaki “neden” sorusunu önemsiz sayması, başka bir deyişle “nedensellik ilişkisi”ni kaale almamasıdır.
Hâlbuki her ikisi telif edilebilir, yani bir yandan olayların “nasıl” vuku buldukları açıklanırken –bu tedbir alanını teşkil eder ve bu alanda insan çok sayıda maddi tedbir almakla yükümlüdür-, diğer yandan olayların “neden/niçin” vuku bulduğu üzerinde düşünür, hikmetlerini araştırır ki, bu onun kendi yapıp ettikleri dolayısıyla hangi günah ve kusura denk düştüğü konusuna yöneltir.
Bunu yaparken de hem ders çıkarır, nefsini ve hayat tarzını ıslah eder, hem ilahi takdire boyun eğip tevekkül eder, isyan etmez imtihanı kazanır. Yani musibetten, ders çıkarır.
İslam dini dünya hayatının bir imtihan, sınama alanı ve süresi olduğunu telkin eder. Çeşitli olumlu ve olumsuz olay ve olgularla imtihan oluruz. (2/Bakara, 155-157.) İmtihan kelimesi, bazen bela, bazen fitne kelimeleriyle ifade edilir.
Mü’min de açlık, kuraklık, deprem, sel, çığ ve daha birçok olayla denendiğinde metanet ve sabır sahibi olacak; yıkılmayacak, isyan etmeyecek ve kim hangi yetkili onun musibetinden sorumlu ise ona hesap soracaktır. Bir nevi musibetin ve imtihanın dünya ayağına dair sorumluluğu ve hesap sorma boyutu vardır.
İmtihan ilahi bir ceza değil, hayatın olağan akışında vuku bulan sıkıntılar, zorluklar karşısında dayanma ve mücadele gücünü gösterip hayata tutunmaya çalışmaktır. Depremlerin birer imtihan olmasının yanı sıra, topluma, devlete ve insana aynı zamanda birer mesajdır.
“Aydınlanma’dan bu yana insanın tabiata hükmetme arzusu; kibirdir, müstağniliktir ve boş bir aldatmadan ibarettir”
Âlem ve dünya tasavvurumuza göre tabiatta cereyan eden olaylar ve elbette bunların bir türü ve türevi olan tabii afetlere ilişkin algılarımız değişir. Afetler birer tabiat olayı olmaları yanında bize verilmiş ilahi mesajdır da. Bir nevi ayettirler bizlere. Bu her iki temel kabul arasında herhangi bir çelişki yoktur.
Bir tabiat olayı kendi ölçeğinde diğerlerinden özerk ve sebepsiz olmadığı gibi vuku bulan ve artık zaman zaman fırtınalara dönüşmekte olan afetler de diğer kozmik ve tabii olaylardan bağımsız değildir.
"Andolsun, biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele. Onlara bir musibet isabet ettiğinde, derler ki:
‘Biz Allah’a ait (kullar)ız ve şüphesiz O’na dönücüleriz.’
Rablerinden bağışlanma (salat) ve rahmeti bunların üzerinedir ve hidayete erenler de bunlardır. (2/Bakara, 155-157.)
Korku, açlık, ölüm, ekilen tarladan beklenen ürünün elde edilmemesi, yapılan bir yatırımın hedeflenen kazancı sağlayamaması vb. zarar ve ziyanlar kişilere isabet eder.
Kuraklık kıtlığa, kıtlık açlığa yol açabilir. Kuraklık bir tabiat olayıdır. Ancak insan suların akış yönünü değiştirip veya yeni su kaynakları oluşturup buna çare bulabilir. Kuraklık sonucu açlık tabiat olayı, sömürü ve gelir adaletsizliği sonucu açlık ahlaki kötülüktür.
Böylesi durumlarda insan tabiattan kaynaklanan zararları önleyebiliyorsa önlemeye çalışmalı, insandan kaynaklanan kötülüklere karşı da mücadele etmeli. Deprem ve diğer tabii afetler, bize aczimizi-sınırlarımızı bildiren ilahi mesajlardır. Allah, bize hem sınırlarımızı hem kendisini hatırlatıyor. Bu yönüyle depremler insana, topluma ve devlete birer ayettir, hatırlatmadır, mesajdır denilebilir.
Hikmet gözüyle bakabildiğimizde depremler bize aczimizi hatırlatır. Aydınlanma’dan bu yana insan tabiatı denetimi altına alabileceğini, dilediği gibi üzerinde tasarrufta bulunabileceğini düşünüyor. Bilim ve teknolojinin yöneldiği hedef tabiatüstünde tahakküm ve tabiatın potansiyellerinden destursuz istifade etmektir. Ama yer kabuğu kırılır, böylece kibrin ve Allah’a karşı müstağni davranmanın ne kadar boş ve aldatıcı olduğunu öğrenmiş oluruz.
Yine de afetler büsbütün zarar vermekle kalmaz, bize bazı şeyler öğretir. Tıpkı ayetlerin bizlere bir şeyleri öğrettiği gibi. Depremin en öğretici hasletlerinden biri bize insanlığımızı hatırlatması oluyor. Ben “insan”ın zatının mahza iyiliğe referans alınmasını doğru bulmuyorum; insan özünde Allah’ın muradıdır ama aynı zamanda amorftur; iyiliğe ve kötülüğe de meyyaldır.
Kötülüğü huy ve meslek edindiğinde en vahşi hayvanlardan daha vahşileşebilir. Depremin bunca yıkıcı etkiler yapmasının bir sebebi “vahşi kapitalizm”in laik veya sahte dindarın ruhunu esir almasının sonucu değil midir?
Fotoğraf: AA
“Kader; ölçü/yasa/prosedür demektir. İhlal edildiğinde ceza gelir bu da ilahi takdirdir”
Depremin kader ile ilgili boyutuna dair ayrı bir parantez açma gerekir zira yerbilimcilerden siyasi elitlere kadar bu tartışıldı memlekette. Siz bir yazınızda “Kader, takdir edilmiş yasanın/hükmün ihlal edilmesi durumunda maruz kalınan durumdur” diyorsunuz. Deprem-kader ilişkisini nasıl sağlıklı bir zemine oturtabiliriz? Zira depremi kader olarak görenler de Kur’an’daki şu ayete dayandırıyorlar: “Hiç şüphesiz, biz her şeyi bir kader ile yarattık.” Depremi kaderle ilişkilendirmeyi tercih etmeyenler de “Size isabet eden her musibet, (ancak) ellerinizin kazandığı dolayısıyladır” şeklinde yaklaşıyorlar. Bu iki ayeti nasıl oturtmalıyız sizce? İslam dünyasındaki afet-deprem-kader bakışına dair hâkim olan dil ve söylemde hangi söylemin, din bilginlerinin ve mezheplerin belirleyici olduğunu düşünüyorsunuz? Maturidiliğin mi Eşariliğin mi Cebriyenin mi Mutezilenin mi, yoksa genel olarak Ehl-i Sünnet anlayışındaki kader paradigmasının mı İmam Gazali’nin mi İbn Rüştün mü İmam Şafii’nin mi Ebu Hanefi’nin mi belirleyici olduğunu düşünüyorsunuz?
Öncelikle kader ve takdir kelimesinin etimolojisine ve ıstılahi manasına dair bir şeyler söylemek isterim. Yaygın dil örfünde kader, önceden takdir edilmiş bir olayın zamanı gelince ve tam yerinde vuku bulmasıdır. Bazen kader yerine “kaza” da kullanılır.
Daha mecazi ifadesiyle buna “alın yazısı” denir. “Felek, şans, talih” gibi kelimeler de kader inancını destekler. Yerleşik inançlara göre başımıza gelen bir felaket, aynı kökten türediği “felek”le, gök cisimlerinin üzerimizdeki derin etkisiyle ilgilidir. Astrologlar (münnecimler), haftalık, aylık, yıllık “kaderimizi okudukları”nı iddia ederler. Hakikatte müneccim okumasının hiçbir gerçeklik değeri yoktur.
İster kader ve kazada ister alın yazısı ve feleğin icrasında olsun, aşkın-gaybi (metafizik) bir gücün kişi veya kişiler hakkında önceden bir belirlemede bulunduğuna inanılır. Bundan kaçış olmaz. Böyle durumda kadere boyun eğmekten başka çare yoktur. “Mine’l mektup ma-fi mehrub!”
Takdir ise, üstün bir güç (Tanrı), otorite veya yetkili kişilerin/meclisler vaz’ettiği yasa, takdir ettikleri teamüller/kurallar mecmuası. Takdiri deprem olayına uygulamaya çalıştığımızda şu olgu ortaya çıkar:
Deprem yer küresini sallayan fiziki bir olgu olup bundan kırılan fay hattının üzerindeki yapı (ev, işyeri vs.) etkilenir. Zemin, donanım (yapı malzemesi) ve kat yüksekliği bilimsel verilere uygunsa yapı ya hasar görmez veya hasarı az olur. Şu halde kader, takdir edilmiş yasanın/hükmün ihlal edilmesi durumunda maruz kalınan durumdur.
Aristo, bıçağın erdeminin kesmek, atın erdeminin koşmak olduğunu düşünüyordu. Yasa, adam öldürmeyi yasaklar; bıçakla adam öldüren, katil olup yargılanır ve hüküm giyer. Burada bıçak, erdemiyle iş görmüş ama fail/özne onu suç eyleminde kullanmıştır. Öyleyse suçu bıçağı imal edende veya bıçakta değil, onu suç unsuru olarak kullanan katilde aramak gerekir.
Buradan “kader mahkumları”na bir referans verdiğimizde, eğer ustası tarafından üretilen bıçağı katil bir suç aleti olarak kullanıp adam öldürmüşse ve bu hem katilin hem maktulün alın yazısı- ise, -ki buna “kader mahkumları veya kader kurbanları” denir, bu durumda katilin suçu yoktur, yargılanmaması ve cezalandırılmaması gerekir. Cebriyeciler, katilin de maktulün de kendi fiillerinin yaratıcıları olmadıklarını, katilin ve maktulün “bir kader üzere” bu olayı yaptığını iddia ediyorlardı.
Eğer olay ve olgular önceden belirlenmiş ise ve bizim olayların ve olgunun cereyanında iradi bir dahlimiz söz konusu değilse, bu durumda, suçu, mahiyeti hakkında tam bilgi sahibi olamadığımız bir güçte –ki genellikle Allah’ta veya talihsizliğimizde, feleğin sillesinde- arayacağız. İşte bu, genel geçer kader anlayışının özet ifadesidir.Cebriyenin ve Ehl-i Sünnet’in genel olarak böyle düşündüğünü söyleyebiliriz.
Tabii ki kader inancının, insanın iyi veya kötü eylemlerinin önceden Allah tarafından bilinip bilinmemesi konusuyla da yakın ilgisi var. Biliyorsa, bildiği kaderdir şeklinde bir inanç var; bilmiyorsa bu da Allah’ın kemal sıfatlarına aykırıdır.
Bilmeyen bir Tanrı evrene, olup bitene tam hâkim olamaz; ilminde dolayısıyla iradesinde ve kudretinde noksanlık var demektir. Oysa bu konu problem olacak mahiyette değildir. Allah elbette el Alîmdir, Allamü’l guyub’tur.
Ancak “bilmek” ile “yapmak” ayrı şeylerdir. Güneşin veya Ay’ın ne zaman ve hangi saatte tutulacaklarını bilen bilim insanı, güneşi ve Ay’ı kendisi tutmuyorsa, yüce Allah’ın insanın karar ve eylemlerini bilmesi, kendisinin insana eylem yaptırması demek değildir.
Cebriye insanın Tanrı ve kader karşısında rüzgârın önünde savrulan bir güz yaprağı gibi olduğunu iddia ederken, Mutezile, insan kendi eylemlerinin yaratıcısıdır, dolayısıyla yapıp ettiklerinden sorumludur tezini savunuyordu.
Bu konuda Eş’ari kelamcıların geliştirdiği formül gayet açıklayıcı oldu. Eş’ariler derler ki “olayları ve olguları yaratan Allah, olaylardan ve olgulardan kendi yararına (kesb) veya zararına (iktisab) sonuç elde eden insandır.”
“İnsan zahirde muhtar, hakikatte mecburdur.” Cebriyecilerin hatası ontolojik olan zorunluluğu sosyo-politik ve ahlaki alana taşımalarıdır. Kaderiye ve Mutezile’nin hatası da sosyo-politik ve ahlaki özgürlüğü ontolojik alanı içine alacak kadar teşmil etmeleridir. İslam dünyasında Mutezile’nin bakışı genel geçer bir yaklaşım olmadı. Baskın olan Ehli-sünnet özelde ise kimi yerde Eşariye çoğu yerde de cebriye oldu denilebilir.
Deprem yerküresinin alt tabakalarında vuku bulan fiziki hareketlilik ise, hareket ilahi yasalara/kadere (ölçü ve prosedüre) göre işlemektedir, bu tabiatta geçerli adetullahtır, yerküresine hayli büyük faydaları vardır. Nasıl işlediğini bilip ona göre yerleşim modelleri geliştiren insan bundan yararlanır, tedbirsiz/cahil ve muhteris davranan insan bundan zarar görür.
“Hiç şüphesiz, biz her şeyi bir kader ile yarattık” ayetinde geçen kader; ölçü, yasa, prosedür demektir. İhlal edildiğinde ceza gelir bu da ilahi takdirdir. Ama rahmetli Sezai Karakoç’un dediği gibi “kaderin üstünde bir kader vardır.”
22 senedir İngiltere’de yaşayıp oturum alamadığı için annesini babasını görmeyen bir Antepli tam deprem günü ailesini ziyarete geliyor ve o gece depreme yakalanıp vefat ediyor. Bu mülk âleminde işleyen kaderin üstünde onun ecelini tayin eden melekût âleminin kaderinin kazası değil mi? Ya da Maraş’ta görevli olan oğlunu ziyarete giden Manisalı bir babanın o gece depremde vefat etmesi!
Fotoğraf: AA
“Deprem Allah’ın ilahi cezasıdır deyip, insanın sorumluluğunu, iradesini, kusuru görmezden gelinemez”
Mehmet Görmez şöyle bir tespiti var: “Kur’an-ı Kerim, afetleri ayet üzerinden anlatır. Ayetleri ise ibret üzerinden okumak gerekir. Doğal afetleri, ilahi ceza olarak nitelemek İlahî adaleti sorgulamaya açar ve insanın özgür iradesi ile yapıp ettiklerini sorgulamaktan uzaklaştırır.” Afetlerin vuku bulmasında ve yaşanılan ölüm ve yıkımda insanın iradesi, dahli, suçu, kusuru ve sorumluluğu var mı? Varsa nedir? Direkt Allah’ın bir cezası ve azabıdır demek; insanın kusurunu, dahlini, suçunu ve sorumluluğunu örtmez mi?
Mehmet Görmez Hoca’nın afetleri ilahi ceza olarak niteleyen bakışının, insanın özgür iradesi ile yapıp ettiklerini sorgulamaktan uzaklaştıracağına yol açacağı endişesinin, ben insanın dahlinin, suçunun, kusurunun ve sorumluluğunun bir tür perdeleyeceğine dikkat çekiyor olması açısından önemli buluyorum.
Depremdeki yıkım ve ölümlerde kusurun, suçlunun ve sorumluluğun kimde olduğunu ararken bu sorunuzu maddeler halinde şöyle açıklamaya çalışayım.
a. Tanrı suçlu olamaz, çünkü koyduğu yasaya karşı hangi yasa ile kendimizi koruyabileceğimizi bize göstermiştir. Elini ateşe sokma, kor ateşi maşa ile al. Ateşin içine giren elin yakması Sünnetüllah, Kor ateşin maşa ile alınması da Sünnetüllah’tır. “Allah’ım elimi ateşe sokacağım, yanmasın” diye dua etmenin hiçbir faydası yoktur. Tıpkı hırsız müteahhitlerin yaptığı binada oturup “Allah’ım bizi depremin yıkıntılarından koru” diye dua etmenin faydası olmadığı gibi.
b. Tabiat suçlu olamaz, çünkü o varoluşunu bu türden tabiat olayları ve olgularıyla sürdürmektedir.
c. İnsan suçludur. Depremde vuku bulan ölüm, yaralama, maddi ve mali hasarın her biri birer hukuki meseledir. Suçta ya kasıt ve ihmal veya kusur vardır.
Fay hattı üzerinde, çürük malzeme ve normalinden yüksek kat çıkan kişilerin binalarının yıkılması, tabiatta işler haldeki yasa icabınca yıkılır. Eğer müteahhit fay üzerinde, çürük malzeme ile yüksek kat çıkmışsa müteahhit, denetlemeyen yapı denetim sorumluları, ruhsat ve iskan veren belediye ve elbette sıkça imar affı çıkaran merkezi yönetim kasten sorumludur. Deprem bazen toplu cinayetlere (katliam) dönüşmektedir. Burada Tanrıya veya tabiata suçu atamayız.
Ev alan kişi; kimden, hangi özellikte ve yapıda ev aldığını soruşturup araştırmaması hasebiyle de kusuren sorumludurlar. Kasıt ve kusur suçlarında “bana bir şey olmaz” diye tabiat yasasına ve elbette Tanrı’ya meydan okuyanlar, “N’apayım kaderim buymuş!” diyenler, tedbir almadan “Allah’a tevekkül ettim diyenler” Allah’a iftira atmış olurlar.
Çünkü bu insanlar kendi kaderlerini kendileri tercih etmiş, seçim ve eylemleri sonucunda mukadder olana maruz kalmışlardır. Dolayısıyla deprem, Allah’ın ilahi cezasıdır deyip, insanın sorumluluğunu ve iradesini ya da kusurunu burada görmezden gelemeyiz. Gelirsek bu insanın özgür iradesini sorgulamamıza son kertede hukuki hesap sormamaya bizleri itebilir.
MÖ. 1275 yılında meşhur Asur Kralı Hammurabi “Bir adamın evi yıkılmışsa, suç evi yapan ustada bulunduğunda usta öldürülür” diye bir yasa vaz’etmiştir.
Bir depremden çıkarılması farz olan ders, A’den Z’ye sorumlular zincirinde yer alan görevli ve yetkililerin tespit ve teşhis edilmesi, teşhir edilmesi ve yargılanıp cezalandırılmasıdır. Bu yapılmadıkça yeni depremlerde benzer veya daha büyük zarar ve yıkımların olması mukadderdir/kaderdir.
Deprem kapsamına giren yerleşim birimleri, onlar için adeta küçük bir kıyamettir. Depremin afete dönüşmesine sebep olanlar, iş ve yetki mevkiindeki kimselerin “ehil ve liyakat sahibi olmamaları”dır.
“Şüphesiz Allah, emanetleri ehline (sahiplerine) teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emrediyor. Bununla Allah, size ne güzel öğüt veriyor!.. Doğrusu Allah, işitendir, görendir.” (4/Nisa, 58.)
Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurur: “Emanet zayi edildiğinde kıyameti bekleyin!” Ona sorarlar “Emanet ne zaman zayi olur?” Şu cevabı verir: “Yetki ve görev ehlinden başkasına verildiğinde.” (Buhari, İlim, 2).
Tüm bu uyarılar, bizleri emaneti yani sorumluluğu/yetkiyi verdiğimiz kişilerin ehil olmasını, yapıp ettiklerinden dolayı da takdiri veya kusuru görmemizi gerekli kılar. Aksi halde depreme salt ve edilgen bir şekilde ilahi ceza olarak bakmak, insanın ve toplumların suçunu, iradesiyle yapıp ettiklerini yani dahlini ve sorumluluğunu perdelemeye iter.
Fotoğraf: Reuters
Depremi tevekkül ile karşılayan veya bu şekilde yorumlayan yaklaşımlarda oldu. Depremin vuku bulması ve sonrasındaki yıkıma, ölüme ve acıya dair tevekkül İslam’a göre nereye kadar takınılması gereken bir tutum? İslam’a göre, nereye kadar tevekkül değil de tedbir takınılması gereken bir tutum? Bir yazınızda “tevekkül ederek, bir kaderden başka bir kadere sığınmak” tespitinden bulunmuşsunuz. Ne demek istiyorsunuz?
Fiziki ve toplumsal olayları algılamada yanlış bir semantiğe sahip olarak kültüre girmiş bulunan anahtar kavramlardan biri de “tevekkül”dür. “Vekil”le aynı aileden olan bu kelime aslında birine itimat etmek; onu kendi yerine yetkili, koruyucu, sorumlu kılmak gibi anlamlara gelir.
Yaygın kültürde tevekkül, insanın aşkın (müteal) ve mutlak kudret sahibi Allah’a olan sonsuz itimadından dolayı işlerini O’na havale etmesi, hatta kendisine ait sorumlulukları ve görevleri Allah’a yüklemesidir.
Bir bedevi Allah’ın Resulü (s.a)’ne gelir ve devesini dışarıda bırakıp Allah’a tevekkül ettiğini söyler. Allah’ın Resulü ona şöyle der: “Önce deveni bağla, sonra Allah’a tevekkül et!” (Tirmizi, Kıyamet, 60.)
İki aşırı ucun birinde deveyi kendi başına bırakıp onun koruyuculuğunu Allah’a bırakmak, diğer ucunda Allah’ı hiç hesaba katmadan deveyi bağlamakla yetinmek söz konusudur. Hz. Peygamber (sa.), iki aşırı uç (ifrat ve tefrit) arasında maddi tedbiri (deveyi bağlamayı) öncelemekte, arkasından Allah’a tevekkülü ihmal etmemektedir.
Burada sorunuzda yer alan, nereye kadar tevekkülü kuşanmak nereye kadar tevekkül değil de tedbiri kuşanmak gerektiğine dair veciz bir cevap vardır bu Hadis-i Şerif’te kanımca.
Burada yapmamız gereken “tedbirsiz tevekkül” değil, Hz. Ömer’in “yeşil ve kurak iki vadi” örneğinde olduğu gibi “Allah’ın kaderinden (yine) Allah’ın kaderine kaçıp sığınmak” olmalıdır.
Afetlere karşı tedbir almak kadere karşı gelmek değildir. Fay hattının kırılması, Allah’ın takdiri (ve kaderi)dir. Hattın üstündeki zemin üzerinde bina inşa etmekten kaçınmak; binayı sağlam malzeme ve kurallara göre yapmak da Adetullah’a riayet etmek, yani takdir (ve kader) içinde hareket etmektir.
İki thttps://farklibakis.net/alinti/ali-bulac-islami-referans-alan-filozoflar-islam-ile-bilim-arasinda-catisma-gormemislerdir/akdir arasında çatışma yoktur. Bittabi hastalanır ve bittabi tedavi oluruz. Çünkü hadiste buyrulduğu üzere “Her hastalığın bir tedavisi vardır.” Tevekkül ile ilgili şair Mehmet Akif’in çarpıcı mısralarından da bahsetmek yerinde olacaktır:
‘Kadermiş!’ Öyle mi? Hâşâ, bu söz değil doğru:
Belânı istedin, Allah da verdi… doğrusu bu.
Talep nasılsa, tabîî, netîce öyle çıkar,
Meşiyyetin sana zulmetmek ihtimâli mi var?
‘Çalış!’ dedikçe şeriat, çalışmadın, durdun,
Onun hesâbına birçok hurâfe uydurdun!
Sonunda bir de ‘tevekkül’ sokuşturup araya,
Zavallı dîni çevirdin onunla maskaraya!
Bazıları da çaresizlikten kadere sığınır. Zar zor bir ev edinmiştir, binası hayli eskidir ve ondan evini boşaltması istenir, gidecek yeri olmayan bu çaresiz insan bilmecburiye kader der. Böylesinin Hz. Ömer’in dediği gibi “bir kaderden başka kadere” gitmesini sağlamak en başta yerel ve merkezi yönetimler, hali vakti yerinde olan zenginler üzerinde vecibedir.
Bir depremde enkaz altında kalırsa sorumlu kendisi veya kader değil, yerel ve merkezi iktidar ile ona karşı duyarsız kalan servet sahipleridir.
Tevekkül ederek, kaderden bir başka kadere sığınmaya dair tespiti ise Hz. Ömer ile Ubeyd b. Cerrah arasında geçen şu konuşmaya binaen ifade etmiştim.
Şam’da salgın hastalık olduğunu öğrenen Hz. Ömer, şehre girişi ve çıkışı yasaklayınca Ubeyd bin Cerrah ona “Sen Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” diye sorar. Halife şöyle cevap verir: “Evet, Allah’ın kaderinden Allah’ın bir başka kaderine kaçıyorum!”
Aslında burada Sezai Karakoç’un hem “kaderin üstünde bir kader vardır” sözüyle paralellik arz eden bir bakış söz konusu hem de takdiri/kaderi tedbir ile içi çe tutan, benimseyen bir bakış da söz konusudur. Sahabilerdeki bu dengeli ve vasat tutum, biz bugünün Müslümanları içinde referans kaynağı olmalıdır.
Deprem, yangın, sel, tsunami, heyelan, hortum vb gibi afetlere karşı bu referansı kuşanarak afetleri karşılamalıyız. Röportaj boyunca sunduğumuz kimi ayet ve hadisler, bir tür afet teolojisinin temel kriterleri olarak görülebilir.
Kaynak: Farklı Bakış