Metafizik tokuşturmak mı erdemleri yaygınlaştırmak mı?
Yakın dönemlere kadar İslami mücadele, ispatlanamaz metafizik konuların dayatılması ve birbiriyle çatıştırılması şeklindeydi. Herkes İslam´ın en doğru yorumunun (hakikatin) kendisinde olduğuna inanıyor ve insanlığın selameti için gerekirse zorla bu hakikati tüm yeryüzüne hâkim kılmak istiyordu.
Hakikati elde ettiğini düşünenler -ister istemez- onun sahibi gibi davranırlar. Kendilerini, ?insanlığın kurtuluş ve selameti bana bağlı!? şeklinde düşünmekten alıkoyamazlar. Sahip oldukları hakikati diğer insanlarla da paylaşmak, hatta ?onların selameti için? gerekirse zor kullanarak, dayatarak kabul ettirmek isterler. Kendilerine biçtikleri tarihi rol her şeyi mübahlaştırır; yaptıklarını, insanlığı bir an önce kurtarabilmek için başvurulmuş mecburi faaliyetler olarak görürler.
Oysa hakikat soyuttur, kendisini anlatamaz. Ona ulaşan (ulaştığını zanneden), onu anlatmak ve tanımlamak zorundadır. Böylece hakikat, o kişinin avuçları arasındaki bir nesneye dönüşür. O kişiyle özdeşleşir ve o kişiye göre şekil almaya başlar. Hakikat adına o konuşur, hakikate dair soruları o cevaplar, farklı fikirlerin meşruiyetini o belirler. Hakikati o temsil ettiğine göre ondan farklı olanlar ya eksik ya da kusurlu olmalıdırlar. Ona karşı çıkanlar hakikatin inkârcıları, ona rakip olanlar ise gerçeğe ulaşılmasını engelleyen bir fitne durumuna düşerler. Büyük hedef tüm insanlığın hakikat sancağı altında toplanmasıdır. Bunun yolu ise herkesin onun zihniyetine uygun birer nefer olmasından geçer.
Elbette hakikat aşkıyla yanıp tutuşan hiçbir insan, ?hakikate ben hükmedeceğim!? gibi Tanrısal bir iddia ile ortaya çıkmaz. Ancak evrendeki tüm olguları açıklayan tek bir hakikat olduğunu ve bunun bilinebileceğini ileri süren paradigma kaçınılmaz olarak bu sonuca yol açar. Kişinin çok samimi ve çok iman sahibi olması sonucu değiştirmez. Samimiyet ve iman sadece bir emniyet supabıdır ve bir insaf sınırı oluşturur.
Hakikate konu olan meseleler metafizik alandadır ve sınanamazlar. Duyularla şahit olunamadığı için ispata konu olamazlar. Herkes kendi kabullerinin doğruluğuna dair türlü deliller ileri sürebilir, bununla kendisini ikna edebilir ama tersinin ispatı da aynı derecede mümkündür. Bu durumda inanca konu olan şeyler üzerine yapılan tartışmalar, metafizik tokuşturmaktan öte bir anlam taşımazlar.
* * *
Hakkını teslim edelim! İslam coğrafyası esaret altındayken, ?İslam Devrimi´´ ne odaklanan mücadele anlayışı önemli bir boşluğu doldurmuştu. Sömürgecinin veya diktatörün saldırılarıyla başa çıkmak başka türlü mümkün olmazdı. Böyle bir durumda niteliği yeterince tartışılamamış devrimci mücadele anlayışı, savunma açısından olumlu bir rol oynamıştı.
Fakat İslam coğrafyasının her tarafında farklı çizgilerden İslamcı iktidarların ortaya çıktığı bugün, bu durumun daha fazla sürdürülemeyeceği de açıktır. Artık şunu herkesin kabullenmesi gerekiyor ki, İslam´ın farklı farklı yorumları vardır ve bu durum neredeyse peygamberimizden beri böyle idi. Bugün gelinen noktada farklılıklar daha da derinleşmiş ve sistemleşmiştir. Üstelik epistemolojik veriler, farklılıkları ortadan kaldırmanın mümkün olmadığını göstermekte; hatta metafizik kabuller yönünden birbirlerine üstünlüklerini belirleyecek bir kriter bile bulunmadığını ortaya koymaktadır.
Kendisini Kur´an ile refere eden her samimi arayışı İslam dairesi içerisinde görmek zorundayız. Nihilist bir yaklaşım önerdiğimiz düşünülmesin! Elbette herkesin kendisinden hareket ettiği bir sabite, bir hakikat yorumu olmalı. Bunu gerektiği yerlerde tartışıp zenginleşmesi ve gelişmesi için çalışmalı. Hatta yaygınlaşması için elinden gelen çabayı da göstermeli. Ancak sözümüz, farklı fikirlere ve bu fikirlerin sahibi olan insanlara karşı tutum noktasındadır. Günümüz epistemolojik verilerine göre metafizik tokuşturarak nihayetsiz tartışmalar içerisinde birbirimizi düşmanlaştırmanın temeli de meşruiyeti de bulunmamaktadır.
Onun yerine çabalarımızı ve mücadelemizi, daha faydalı ve sorun çözen bir alana yönlendirmek zorundayız.
* * *
Tartıştığımızda neticeye varabileceğimiz, çatışmanın faydalı sonuçlar üretebileceği ve rekabetin işe yarayabileceği alan, hayatın kendisidir. Metafizik kabuller bu alanda somut öneri haline gelir, bu alanda uygulamalara dönüşürler. Somut öneri ve uygulamalara döndükleri anda ise duyuların konusu haline gelir; ispat veya reddin konusu olurlar.
Dolayısıyla mesele nasıl bir İslam yorumuna sahip olduğumuz değil, yorumlarımızın ne doğurduğu, nasıl bir yaşam tasavvuru vadettiği, ihtiyaç ve problemlere ne gibi çözümler ürettiğidir. Hayata dair yorumumuz ne olursa olsun, maddi âlemin içinde yaşamaktayız. Mutluluğun kendisinde arandığı farklı dünyaların yolu da buradan geçmektedir, başka yerden değil. Dolayısıyla her yorumun gerçek etkisi, aslında bu dünyada kendisini gösterir. İmkânsızı istemiyorsa, vaat edilen gelecek önemsiz değildir mutlaka! Ama imtihan dünyası burasıdır ve vaatlere, burada yapılanlarla ulaşılacaktır.
Metafizik çatıştırmaktan vazgeçtiğimiz an, zıtlaşmayıp konuşabileceğimiz bir alana geçmiş oluruz. Metafizik alandaki çatışma nihayetlendirilmesi mümkün bir çatışma olmadığı için kavgaya ve belki de savaşa dönüşmesi kaçınılmazken, bu alandaki çatışma verimli bir rekabet doğurur. Hedef, hayatın sorunlarına en güzel ve ikna edici çözümü bulmak olduğundan, bunu başarabilen görüş ve yorumlar daha fazla yaygınlaşma imkânı bulurlar. Teveccüh görmeyen diğer yorumlar, varlıklarını sürdürebilmek için kendilerini geliştirmek zorunda kalırlar. Yarın daha güzel çözümlerle ortaya çıktıklarında bu defa ilgi onlara yönelir. Böylece farklı yorumlar arasında, faydası tüm Müslümanlara dokunacak güzel bir rekabet ortaya çıkar.
İslami mücadelenin yeni alanı
İslam´ın yeryüzündeki muhatabı insandır, yani tek tek bireyler. Toplum ve toplumsallık bireylerin oluşturduğu yapılar olduğu için, bireye dair yaklaşımlarla hüviyet kazanırlar.
İslam ? İnsan ilişkisi çerçevesinde tüm insanların erdemli bir yaşam kaygısı içerisinde olmasını ve bu kaygıya uygun şekilde yaşamasını arzulayabiliriz. Hatta tüm insanların erdemlilik kaygısı taşıması için çabalayabiliriz. Böyle bir arzu da çaba da gayet doğal ve anlaşılabilir bir nitelik taşır. Ancak ?erdemlilik budur? diyerek belli bir hayat tasavvurunu ve belli bir ideolojiyi dayatmaya kalktığımızda meşruiyet zemini ortadan kalkar. İdeolojisinin (İslam yorumunun) tek doğru olduğunu düşünen kimseler, kendi çabaları hakkında elbette böyle düşünmeyeceklerdir. Ama hangisinin doğru olduğunu mutlak manada bilemeyeceğimiz farklı yorumları ?herkesin uyması gereken hakikat? haline getirmeye her çabaladığımızda, kısır bir çatışmayı da körüklemiş oluruz. Oysa İslam´ın yaygınlaştırmaya çalıştığı erdemleri, ideolojileri (yorumları) aşan bir üst kriteri, bir hakem haline getirirsek, o zaman bunlar çatışma zemini olmaktan çıkarlar. Erdemlilik kaygısı taşıyan tüm insanlarla ortak bir payda yakalamış, aynı hedefe yönelme imkânı bulmuş oluruz. Çatışma alanı artık bir birleşme alanı haline gelir. Ve zulmün olabildiğince ortadan kalktığı, adaletin olabildiğince yaygınlaştırıldığı, velhasıl ?Allah´ın rolüne soyunan zalimlerin varlığına olabildiğince son verilmiş? ortamlarda, herkes kendi inancını yaşama imkânı elde eder.
Arap Baharı olarak tarihe geçen olayların ardından Tunus´a yaptığımız bir ziyaret esnasında, devrim sonrası sürecin önemli figürlerinden, düşünür Raşid el-Gannuşi ile konuşma imkânı bulmuştuk. O zamanlar Tunus anayasası yazılmaya çalışılıyordu ve toplum, yüzde 30 Sosyalistler, yüzde 20 Selefiler, yüzde 40 Nahda şeklinde üç ana eğilime bölünmüş durumdaydı. Sosyalistler ve Selefiler anayasaya kendi renklerini vermek için uğraşıyorlardı ancak hiçbir toplum kesimi tek başına bunu yapabilecek durumda değildi. Gannuşi´nin anlatımına göre Selefiler, anayasanın ilk maddesinin, ?Bu anayasanın referansları Kur´an ve sünnettir? şeklinde olmasını talep ediyor ve zorluyorlardı. Gannuşi ise bu talebe şöyle cevap verdiğini söyledi: ?Size anayasanın birinci maddesinin bu olacağı konusunda söz veremem, ancak anayasada Kur´an ve sünnete aykırı bir şey olmayacağına dair söz verebilirim. Hatta bunu sizinle birlikte denetleyebiliriz.?
İfade etmeye çalıştığımız şey aslında budur.
>Hangi yorum veya ideolojinin mutlak doğruya uygun olduğunu bilemeyiz ama neyin zulüm neyin adalet olduğunda uzlaşabiliriz.
>Kimseyi inancında zorlama imkânımız yok, ancak zulmü engellemek için zalimlere karşı gerekirse zor kullanabiliriz.
>Kimseye kendi görüşümüzü dayatamayız ama erdemli bir hayatın mümkün olması için her türlü mücadeleye girişebiliriz.
?Allah´ın rolüne soyunan zalimlerin varlığına olabildiğince son verilmiş ortam? dan kasıt, aslında uluhiyet ilkesinin hâkim olduğu ortamdır. ?Allah´tan başka ilah yoktur? ilkesini bir siyaset felsefesi olarak okuduğumuzda, bu cümleyle Allah´ın ?tek otorite? olma kudretini tamamen kendi üzerine aldığını, insanoğluna ise; ?hiçbiriniz tek otorite olmaya güç yetiremezsiniz; yardımlaşın ve paylaşın ? dediğini görürüz. Zulüm, otoriterleşmenin ve otoriteyi belli bir toplum kesiminin lehine kullanmanın sonucunda ortaya çıkar. Otoritenin paylaşıldığı bir toplum ise ilkenin uygulanması ölçüsünde ortak aklın hâkim olduğu bir toplumdur. Böylece amel-imtihan ekseninde hiç kimse, hesabını veremeyeceği bir işe kalkışamaz.
Bu çerçeveden bakınca erdemler mücadelesi, kendi ideolojimizi dayatmadığımız her durumda, adı konmamış bir İslami mücadeleden başka bir şey değildir aslında. İslam´ın yaygınlaştırmaya çalıştığı erdemleri bir üst kriter ve bir hakem haline getirip, toplumsal olgu ve olayları bu kritere uygun hale getirmeye ve bu hakemin filtresinden geçirmeye çalıştığımızda, adını bile zikretmeden İslam´ın mücadelesini vermiş oluruz.
* * *
Hakikatin kendisinde olduğuna inanan Müslümanlar için vazgeçilmez hedef; yönetim mekanizmasının (başka bir ifadeyle toplumsal iktidarın) ele geçirilmesi idi. İslam´ın ancak bir İslam toplumunda mükemmel bir şekilde yaşanabileceğine inanılmaktaydı ve İslam toplumunun kaçınılmaz ön şartı İslami bir iktidardı.
Ancak ?İslami değerlerin üst kriter haline gelmesi? olarak belirlenen hedef, iktidar yoluyla gerçekleştirilebilecek bir iş değildir. İki önemli sebepten dolayı:1.Epistemolojik sebep: Günümüz epistemolojik verileri, ?hakikatle özdeş yorum? anlayışını yıkmış ve bir fikrin kendisini dayatmasıyla ortaya çıkan mutlakçılığın meşruiyetine son vermiştir. Artık bilinmektedir ki, hakikatin birebir tekabül eden yorumu, yorumların (değerlerin) ise birebir tekabül eden uygulamaları olamaz.
Bu tespitler, İslam ve yorumları için de geçerlidir. Kur´an´ı (İslam´ı) anlamaya ve anladığını uygulamaya dönük her çaba bir yandan samimi bir arayışı ifade eder, bu yüzden değerlidir ama diğer yandan da kaçınılmaz bir tahrifattır, bu yüzden hakikatin kendisi yerine geçemez ve kendisini dayatamaz.
2.Siyasal sebep: Günümüz epistemolojisinin ortaya çıkardığı ve bugün de geçerli olan siyaset felsefesinde iktidar, yıpranma makamıdır. Değerler (başka bir ifadeyle hakikat), herhangi bir iktidar ile özdeş hale geldiği zaman, onunla birlikte yükselir, yaygınlaşır ama onunla birlikte yıpranır ve gözden düşer. Bu ise değerlere yapılacak en büyük kötülüktür.
Herhangi bir fikir grubu kendi içerisinden iktidar çıkarabilir; bunda bir beis yoktur. Ancak bu bireyleri yönetim kademelerine gönderdiği andan itibaren fikir gruplarının onlarla özdeş, onlarla yan yana olmaktan çıkıp; bir denetçi, bir hakem konumuna geçmeleri icap eder. Böylece fikir iktidarla özdeşleşmemiş ve hakem konumunu daima sürdürmüş olur. İktidar koltuğuna oturan bireyler, içinden geldikleri değerleri temsil etmekte başarılı veya başarısız olabilirler. Başarılı olmaları halinde elde edilecek teveccühten, temsil ettikleri değerlerin de faydalanması kaçınılmazdır. Ancak toplum onlardan sıkıldığında veya iyi bir uygulama pratiği ortaya çıkaramadıklarında, değerler yaşanan olumsuzluktan etkilenmezler. Ayrıca günümüz siyaset felsefesinde iktidarın yanında durmak, iktidar nimetlerinden yararlanmaya imkân verir ama iktidarın kusurlarını görmeyi engeller. Fikirlerin iktidar nimetlerine ihtiyacı yoktur. Haddizatında bu tür ilişkiler fikir gruplarını yozlaştırır.
Ontolojik olarak fikirlerin yeri iktidarın ?yanı? değil, onları rahatça görebileceği ?karşısı? dır. İnsan yanını görmekte zorlanır. Oysa denetlemek, önerilerde bulunmak ve hakemlik yapmak için görmek gerekir. İktidara yönünü döndükten sonra, yani onu karşısına aldıktan sonra mesafenin uzaklığı veya yakınlığı çok önemli olmayabilir. Yakın durmak katkı yapmak için, uzak durmak ise denetlemek için daha elverişlidir. İnsanlar kendilerine yakın hissettikleriyle katkı yapmaya dönük, uzak gördükleriyle ise daha çok denetlemeye dönük ilişki kurmayı isteyebilirler. Lakin sağlıklı katkı için de sağlıklı denetim için de en uygun konum ?karşı?sıdır. ?Karşı? da durdukları müddetçe değerler, hem ideal olma konumlarını daima sürdürürler hem de hakem ve denetçi konumlarını asla kaybetmezler.
?Karşı? deyince müzmin muhalif bir duruşu kastediyor değiliz, elbette. Salt muhalefet, tamamlanmamış veya alternatif sözü bulunmayan fikirlerin işidir. Müzmin muhalefetin de kendince faydalı olduğu durumlar bulunsa da fikirlere yakışan ön açmaktır.
Söyleyecek sözü olan, eleştiriyle başlasa bile, öneriyle tamamlar cümlesini. Yüzeysel düşünen ve yüzeysel bakan öneri üretemez ama sahip olduğu düşüncenin nasıl bir hayat tasavvuru ortaya çıkardığını bilen ve bu tasavvurun hayatın farklı alanlarında nasıl bir felsefeyle kendisini gösterebileceğini belirlemiş kimseler, öneri üretirken de denetçilik ve hakemlik yaparken de sıkıntı yaşamazlar. Bu açıdan bakınca İslami mücadele, sahip olduğumuz metafizik kabulleri hâkim kılma/dayatma mücadelesi değil, bunların nasıl bir hayat tasavvuru ortaya çıkardığını belirleme mücadelesidir.
Başlıktaki soruyu tekrar hatırlarsak;
İslami mücadele aslında nedir, ne olmalıdır?
İslami mücadele; İslam diyerek kendi ideolojimizi dayatma mücadelesi değil,
1.İslam´ın da hedeflediği erdemleri yaygınlaştırma mücadelesi olmalıdır.
2.Motivasyon kaynağı da iktidarı ele geçirmek değil, iktidarlar üzerinde bile denetim ve hakemlik yapmaya imkân veren değerler mücadelesi olmalıdır.
Kaynak: Özgün İrade Dergisi, Mart 2019 Sayısı