Türkiye’de İslamcılık, sosyolojik düşünce için ne anlam ifade etmektedir? Bu soru, akademik çevrelerde pek sorulmaya değer görülmez. Oysa Almanya’da Frankfurt Okulu olarak bilinen entelektüel çevre, çoktan sosyoloji tarihi ve sosyoloji teorilerinde yerini almıştır. Bu okul, “Eleştirel Sosyoloji” olarak da bilinir. Peki, İslamcılık da bir fikir akımı olarak Türkiye sosyolojisinde bir yere oturtulamaz mı?
2000’li yıllara kadar sosyolojiye mal etmek bir yana, bunu konuşmak bile düşünülemezdi. Ben 2000’li yılların başında yazdığım “İslam Sosyolojisi” adlı çalışmamda bir öneride bulunmuş ve üçlü bir kavramsal çerçeve sunmuştum:
- İslam Sosyolojisi;
- İslamcı Sosyoloji;
- İslami Sosyoloji.
Eğer sosyolojide İslamcılığa bir yer vermek gerekirse, Batıda ve bizde yapılan İslam Sosyolojisi’nden farklı bir konum vermeliyiz. İslam Sosyolojisi, bir nevi din sosyolojisi olarak çalışılmaktadır. Modern toplumda dinin işlev ve tezahürlerini ele almak İslam Sosyolojisi olarak adlandırılmaktadır. Nitekim Batı dünyasında üniversitelerde “İslam Sosyolojisi” olarak konulan derslerde İslam toplumlarının incelemesi yapılmakta ve bu toplumlarda İslam’ın oynadığı rol araştırılmaktadır. Oryantalizmin aksine, bu çalışmalar empirik saha araştırmalarına dayandırılmakta ve İslam’ın siyaset, sosyal ve kültürel hayat üzerindeki etkilerinin ne olduğu ele alınmaktadır.
İslamcı Sosyoloji, bana göre Avrupa’da Frankfurt Okulu kadar olmasa da ona benzer bir rol oynamaktadır. İslamcılık, sadece siyasal ve sosyal bir sistem sunmakla kalmıyor, aynı zamanda bir toplum eleştirisi de yapmaktadır. Batı dünyası Müslüman toplumları etkilemeye başladığı günden bu yana İslamcılar, Batıcılık politikalarına ve modernleşme projelerine karşı direnmişler ve bunların yerine İslam’dan ilham alan çözümler önermişlerdir. 20. yüzyılın başında, Osmanlı İmparatorluğu’nun çökmesinden sonra, Batıcılık dominant bir siyaset ve toplum projesi olarak kendini kabul ettirmişse de, İslamcılar her dönemde dergiler, gazeteler, telif ve tercüme kitaplarla hep seslerini duyurmaya çalışmışlar ve bugüne kadar da gelmişlerdir.
Osmanlı’da Meşrutiyet döneminde entelektüel bir hareket olarak doğan İslamcılık ilk fikirlerini Sırât-ı Müstakîm ve Sebilürreşad dergilerinde dile getirmiştir. Bu dergilerde Mehmet Akif, Eşref Edib, Bediüzzaman Said Nursi, Said Halim Paşa, Ahmet Hamdi Akseki, Ömer Rıza Doğrul, Şemseddin Günaltay, Ahmet Naim Babanzade gibi isimler Batıcılık ve Türkçülük karşısında İslamcı tezleri formüle etmişlerdir. Cumhuriyetin kurulmasıyla Türkiye’de İslamcılık bir kesintiye uğramıştır. Arap dünyasında İhvan-ı Müslimin’in ortaya çıkması, daha sonra da Türkiye’de Milli Görüş hareketinin siyasete girmesiyle, İslamcılık iki yönlü bir gelişim içine girmiştir. Politik İslamcılık, siyasette sesini duyurmaya çalışırken, Sivil İslamcılık dergi, gazete, yayınevi ve sivil toplum örgütleri üzerinden kendini ifade etmeye başlamıştır. Elbette bu arada zaman zaman bu iki çizgi örtüşmüş ve bazen de gizli veya açık ihtilaflar içine girmiştir. Ama İslamcılık, her iki formuyla hep egemen siyaset ve izmlerin eleştirisi kadar yerleşik toplum eleştirilerini de yapagelmiştir.
Yetmişli yıllarda İran’da aydınlar arasında yerli sosyoloji tartışmaları başlamış ve bu tartışmalarda sivrilen bir isim olarak sosyolog Ali Şeriati yerli sosyolojinin “İslami” bir sosyoloji olacağını/olması gerektiğini savunmuştur. O günden bu güne İslam Sosyolojisi ve İslamcı Sosyoloji yanında üçüncü bir sosyoloji versiyonu olarak İslami Sosyoloji de doğmuştur. Peki, bunun öncekilerden farkı nedir? İslam Sosyolojisi, Batılı sosyolojinin kavram, kuram ve metotlarıyla Müslüman toplumları analiz ederken, İslami Sosyoloji yeni bir sosyoloji kurma girişimi olarak ortaya çıkmıştır. Yine İslamcı Sosyoloji statükonun bir eleştirisini yaparken, İslami Sosyoloji bir adım daha ileri atarak, yerleşik sosyolojinin bir eleştirisine girişmiştir. İslami Sosyoloji, daha geniş bağlamda Amerika’daki Müslüman entellektüellerin ve sosyal bilimcilerin başlattığı “Bilginin İslamileştirilmesi” projesiyle bütünleşmiş ve tümüyle yeni bilimsel bir paradigma oluşturma yoluna koyulmuştur.
Bugün özellikle İslamcı Sosyoloji ile İslami Sosyoloji, sosyolojik düşüncenin Türkiye’de ve Müslüman dünyada gelişimi açısından incelenmeyi beklemektedir. Böyle bir inceleme, sadece İslamcıların modern topluma yönelik eleştirilerini değil, modern dünyaya ve bilime alternatif olarak neler sunduğunu da ortaya koymalıdır. Yine böyle bir inceleme, İslamcıların güçlü yanları kadar zayıf yanlarının da ne olduğunu bize açıklamalıdır.
Tartışılması gereken ikinci önemli konu, Batıcıların toplumu Modernleştirme girişimlerine karşı İslamcıların toplumu İslamileştirme çabalarının nasıl bir seyir izlediği ve nasıl bir netice verdiği meselesidir. Bu bağlamda İslamcılık-Sosyoloji ilişkisi, bir paradigma kurma değil bir toplum kurma veya kurtarma biçimi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu noktada Politik İslamcılık ile Sivil İslamcılık arasında bir ayrım yapılmalıdır. İslamcılığın başından beri, toplumun yeniden yapılandırılması konusunda iki farklı görüşü olagelmiştir. Bu görüş ayrılığını daha ilk kuşak İslamcılarda Efgani ile Abduh arasında görüyoruz. İlki Müslüman toplumların siyaset yoluyla inşa edilmesini savunurken, ikincisi toplumun eğitim ve irşad yoluyla uyandırılmasını savunmuştur. Bu tartışmada sözgelimi Mehmet Akif, “Bir inkılap istiyorum ben de, fakat Abduh gibi” diyerek kendi konumunu belirlemiştir.
Said Halim Paşa, “İslamlaşma” risalesiyle iki şeyin altını çizmiştir. İlk olarak ona göre İslamlaşma İslam’ı bütüncül bir sistem olarak algılama meselesidir. İslam sadece itikat ve ibadetlerden ibaret bir din değildir, tıpkı modern ideolojiler gibi toplumsal, siyasal ve iktisadi bir sistem de sunmaktadır. Daha sonra anlaşılacağı üzere İslamcılık, İslam’ı daha çok bu yönüyle ele almış ve yazdıkları kitaplarla İslamcılar İslam’ı modern sistemlerle karşılaştırmalı olarak incelemişlerdir. İkinci olarak Said Halim Paşa, dünyanın kapsamlı bir değişme geçirdiğinin çok farkındaydı ve İslam’ı modern şartlara uygularken, zaman ve muhitin ihtiyaçlarına en uygun bir şekilde tefsir edilmesi gerektiğini savunuyordu. Bu husus M. Akif, “Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhamı, Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâmı” diye ifade etmiştir.
Sezai Karakoç, Devrim kelimesini kullanmamak için Diriliş kavramını icat etmiştir. Üstada göre “devrim” kelimesi sevimsiz ve anlamsızdı. Her şeyi yıkmak ve yeni bir şeyi, sil baştan kurmak imkânsızdı. Nitekim Fransız ve Bolşevik devrimcileri bunu yapmaya çalışmışlardı ama başaramamışlardı. Türkiye’nin Batılılaşma macerası da eskiyi karşısına alıp yepyeni şeyler kurmayı amaçlamıştır ancak bunda da başarılı olunamamıştır. Ona göre yapılması gereken şey diriliştir! Pekiyi diriliş neydi ve devrimden farkı nasıldı? Üstada göre diriliş, geçmişin araştırılması ve geçmişin birikiminin yeniden ihya edilmesiydi. Gazali, ilim alanında sözgelimi böyle bir şeyi yapmıştı. “İhya-yı Ulumuddin”, din ilimlerinin ihyası demekti. İhya, her alanda olmalıydı: Önce düşünce alanında, sonra da hayatın tüm alanlarında… Anlaşılan üstat diriliş kavramını ihya kavramıyla özdeş kabul ediyordu.
Cevdet Said, seksenli yıllarda “Bireysel ve Toplumsal Değişmenin Yasaları” adlı kitabıyla ufkumuza başka bir şey ekledi. O, “Bir toplum kendi özünü değiştirmedikçe, Allah o toplumun durumunu değiştirmez” ayetini yorumlayarak, değişimin toplumdan başlatılması gerektiği tezini ortaya attı. Sonraki yıllarda da bu tez çokça tekrarlanacaktır. Doksanlı yıllarda sosyolog Nilüfer Göle, Müslüman aydınlar arasında iki eğilim olduğunu vurguladı ve toplumu “yukarıdan aşağıya İslamileştirmek” isteyenlerle, toplumu “aşağıdan yukarıya İslamileştirmek” isteyenler olduğu şeklinde bir formülasyon yaptı. İlki Politik İslamı, İkincisi ise Sivil İslamı ifade ediyordu.
Bugün gelinen noktada Politik İslamı’n başarılı olmadığı ve birçok ülkede netice vermediği genel kabul görmektedir. İran ve Afganistan deneyimlerini ele alan Olivier Roy “Siyasal İslamın İflası”nı doksanlarda yazdı. Bu kitaptaki tezler önce çok eleştiri aldıysa da, arkadan pek çok kişinin katıldığı bir görüşe dönüştü. Daha sonra bilindiği üzere Mümtazer Türköne Türkiye’de AKP tecrübesi üzerinden “İslamcılığın Sonunu” ilan etti. Gerçekte sonunu ilan ettiği şey, İslamcılık değildi, İslamcılığın bir türevi olan Politik İslamcılıktı. Kaldı ki bu bile tartışmalı bir konuydu, çünkü AKP liderleri kendilerini İslamcı görmüyorlardı. Olsa olsa sonu ilan edilen şey, Muhafazakârlıktı!
Arkada bıraktığımız günlerde Politik İslamcılık, Afganistan’da Taliban’ın iktidara gelmesiyle yeniden tartışmaya açıldı. Ali Bulaç, Talibanı değerlendiren ve eleştiren birçok yazı kaleme aldı. Tarihselci ve oryantalist yaklaşımları reddetmekle birlikte, Taliban’a karşı eleştirilerini bir bir sıraladı. Yukardan aşağıya İslamileştirme, her şeyden önce yöntem olarak yanlıştır. İslam bir dindir ve bir bireyin, grubun ve toplumun içine sinmişse yaşama şansına sahiptir. İslam, yukarıdan aşağı buyrukçu yöntemlerle uygulanarak yaşatılamaz. Bu yöntemle sadece münafık bir toplum yaratılır.
İkincisi, yukarıdan aşağıya İslamileştirme projesine sahip Taliban, İslam hukukunun tarihsel formlarını bizatihi İslam zannedip, ne değişen muhit ve zamanı dikkate almakta ne de İslam’ın tarihsel formlarıyla tümel ve aşkın değerleri arasında bir ayrım yapmaktadır. Yöntemi yanlış olduğu gibi İslam algısı da oldukça problemlidir. 20. yüzyıl boyunca yaşanan tecrübeleri ve üretilmiş İslami birikimi hiç hesaba katmadan, geleneksel dünyanın inşa ettiği bir hukuku modern dünyaya İslam adına uygulamaya kalkmaktadır. Geleneksel İslam hukuku, birçok bakımdan modern dünyanın ihtiyaçlarına cevap vermemektedir. Bu başka bir yazının konusu olacak kadar önemli ve geniş bir meseledir, buna girmek istemiyoruz.
Netice olarak İslamcılık-sosyoloji ilişkisi, hem teorik-bilimsel düzeyde hem de pratik düzeyde çokça tartışılması gereken bir konudur. Biz şimdilik bu kadarıyla iktifa ediyoruz.
Kaynak: Farklı Bakış