Amaçlar konusunda mutabık kalındığında, geriye sadece araçlarla ilgili sorunlar kalır ve bunlar da politik değil tekniktir. Siyasal teorilerin kökeni görüş ayrılıklarına dayanır ve gelişmelerde bu temel farklılıklar üzerinden şekillenir. Ortak amaçların ya da ortak kültür ve değer yargıların olması görüş farklılıkların görmezlikten gelinmesini gerektirmez. Bunun içindir ki insanlar; azami hukuki normlar, ahlaki değerler ve siyasi çıkarlar konusunda ortaklıklar kurar. Bu ortaklığı ise siyasal bir yönetim altında politik bir organizasyona dönüştürür. Ancak bu bile görüş farklılıklarını ortadan kaldırmaz. Haliyle bir felsefi disiplin olarak insanın “ne olduğu” sorusu önemini korur. Yani insanın nasıl bir varlık olduğunu belirlemeden siyaset veya onun ahlaki, fiili davranışlarının ne olduğunu bilmeden konuşamayız.
Epikuros Kanon-ölçüt kavramını felsefenin en temel bilimi olan mantık için kullanır (Diogenes Laertios X 30). Eleştirel felsefenin amacı, daha özgür ve insanların kendilerini gerçekleştirecekleri daha eşitlikçi bir topluma geçişin teorik olarak mümkün olduğunu ve gelişim/dönüşüm açısından toplumun değiştirilmesi gerektiğini göstermektir. Ancak söz konusu özgürleştirici eylemin gerçekleşmesi için bir yol göstericiye yani özbilince ihtiyaç var. Özbilinç, sosyal ve siyasal alanda kendini ortak bir irade olarak ortaya koyar ve topluma ilişkin birçok mecrada somutlaşır. Özbilinç, insanın, toplumun veya bireyin kendi iradesi, istemi ve aklıyla kendi hayatını belirlemesi anlamına gelir.
Kant “Aydınlanma Nedir?” sorusunu şöyle yanıtlar: “Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır”. Ergin olmama durumunu “insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışı”yla ilişkilendirir ve “ergin olmayışa insanın kendi suçuyla düştüğünü” söyler. Kant, “bunun nedenini de aklın kendisinde değil, aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insan”a bağlar ve “ Sapare Aude! Aklını kullanma cesaretini göster!”, “Sözü şimdi Aydınlanmanın parolası olmaktadır” ifadesiyle akla, düşünmeye ve aklın kullanımına önemli bir rol biçer. “Doğa, insanları yabancı bir yönlendirilmeye bağlı kalmaktan çoktan kurtarmış olmasına karşın, tembellik ve korkaklık nedeniyledir ki, insanların çoğu bütün yaşamları boyunca kendi rızalarıyla erginleşmemiş olarak kalırlar ve aynı nedenlerledir ki, bu insanların başına gözetici ya da yönetici olarak gelmek başkaları için de çok kolay olmaktadır. Ergin olmama durumu çok rahattır çünkü” (Kant 1)
Şaşırtıcı olan, toplumun bu cesareti kaybederek bağnaz siyasi doktrinlere bağımlı hale gelerek özbilinci yitirmesidir. Fikirler eleştirel düşünceye açıktır, rasyonel eleştiriye kapalı fikirler ve siyasal iktidarlar ölçülemeyecek kadar bağnaz, siyasi doktrinlerce tehlikeli ve karşı konulamaz bir güç kazanarak yıkıcı otokratik baskı aracına dönüşürler. Batı’da siyaset her zaman felsefi araştırmanın, hukuk ve toplumsal sorumluluklarla iç içedir. Bir düşüncenin/fikrin somut karşılığı toplumsal faaliyet alanıdır; hak ve özgürlükler bu faaliyet alanı içinde gerçekleşir ve ortaklık ya da farklılıklar bu sahada gerçeklik kazanır. Gariptir ki, Doğu toplumlarında hak ve özgürlükler iktidarlar ile sınırlı, hukuktan kopuk ve devletin inisiyatifine bırakılır. Bir başka deyişle özgürlük varsa yoksa bir siyasi organizma olarak devletin, siyasi bir partinin, dini motiflerle ikonik kült bir büyücüye dönüştürülmüş liderin tekelinde ve onunla sınırlıdır.
Isaiah Berlin iki özgürlükten bahseder: Negatif özgürlük ve pozitif özgürlük. Negatif özgürlük hakkında Berlin, eylemlerimize müdahale edilmediği ölçüde özgür olduğumuzu söyler. Bu bakımdan siyasi özgürlük, bir kimsenin başkaları tarafından engellenmeden içinde hareket edebildiği alandan ibarettir. Kişi kendi alanı içerisinde başkası tarafından engellenip alıkonulursa, o ölçüde özgür olamama durumunun hâsıl olduğu sonucu çıkar. Özgürlük alanının daraltılması halinde ise cebre maruz kalma ve köleleştirilme eylemi gerçekleştirilmiş olur. Cebri tanımlarken Berlin, kişinin içinde başka türlü hareket edebilecek olduğu alanda, başkalarının müdahalesi sonucunda haklarının kasıtlı ya da bilinçli olarak kısıtlanması tanımını yapar. İnsanların amaçlarına ulaşmasının engellenmesi siyasi özgürlükten yoksunluk olarak belirginlik kazanır (Liberal Düşünce 62).
Berlin, özgürlük kavramının pozitif anlamını bireyin kendisinin efendisi olma isteğinden kaynaklandığını söyler ve kişinin/bireyin hayatına ilişkin kararların harici faktörlerle değil de kendisine bağlı olmasını istemesi sonucu gerçekleşeceğine vurgu yapar. Yani insan bir nesne değil, bir özne olarak kendi eylemlerinin aracısı olmak ister. İnsan kendisi için karar verilen değil karar veren, kendi amaçlarını, politik eylemlerini tasarlayabilen ve onları gerçekleştirebilen bir varlık olarak yer alır evrende (Liberal Düşünce 69).
Bireyler/kişiler gibi uluslar da kendileri için karar verilen değil karar veren, kendi amaçlarını, politik eylemlerini tasarlayabilen ve onları gerçekleştirebilen birer varlık olarak var olmak isterler. Bu bakımdan uluslar kendi geleceklerini kurarken başka ulusların egemenliğinde nesne olmak değil, kendi iradelerini kullanarak özne olmayı amaçlarlar. Uluslar iddia edildiği gibi çöküşe değil, hak ve özgürlükler çerçevesinde var olmak ve büyüyen hoşnutsuzlukların karşısında demokratik değerlerle, çoklu anayasalarla anılmak isterler. Bu açıdan bakıldığında içinde bulunduğumuz toplumda hiç de iç açıcı şeylerin yaşanmadığını söyleyebiliriz. Köktenci militarizmin yükselişi, faşizmin dini ve etnik kimlikler üzerinden yeniden örgütlenmesi, nüfusun geniş kesimlerinin giderek radikalleşmesi çok açık bir biçimde farklı ulusal kimlikler açısında artçı tehlikeler oluşturuyor.
Siyaseti din, devleti kutsal formlarla, Tanrı’yı ise kral ve kralın yeryüzündeki egemenliği ile özdeşleştiren günümüz politik evren, Tanrı adının siyasal amaçlar adına kötüye kullanılmasına kapı aralamış oldu. Carl Schmitt, Siyasal Teoloji’de ‘modern devlet teorisinin bütün önemli kavramlarının, sekülerleşmiş teolojik kavramlar olduğunu’ açıklar (Siyasi İlahiyat 41). Schmitt’e göre modern siyaset olarak görülen şey, teolojinin sekülerleşmesi, teolojik kavram ve formların dini olmayan amaçlar için dönüştürülmesidir. Dolayısıyla bu bir kopuş olmamakla berber yeni türde bir meşruiyet biçimi ortaya çıkarmaz. Devletin iradesini toplumsal iradenin fevkinde ve tüm toplumsal faaliyeti mevcut iradeye zorunlu itaate çağıran bir düşüncenin hakîm olduğu zaman ve mekânda özgür iradeden, eşitlikten bahsetmek olası bile değil. Bütün bunlar gerçekleştirilirken Kürtlerin kendi öznelliğinden mahrum bırakılması bir yana ulusal kimliklerinden söz edilemeyeceğini kabullenmek doğru olmaz. Bizatihi kendini düşünerek ve bilmek suretiyle var olma eylemi ve aynı anda kendi kendinin öznesi olma istemi/bilinci, insan doğasında var.
İşaret edildiği gibi Kemalizm’den sonra İslamcılığın krizi, demokrasi ve özgürlük karşıtı meydan okumlar ve daha birçok konuda yetersizlik, sorunları çözme iradesinden yoksun bırakıyor. Kendine özgü yapısıyla “Türk demokrasisi”, “Kürt sorunu” başta olmak üzere hak ve özgürlükler alanında yaşanan onlarca sorunu çözme basireti gösteremedi; özgürlük, eşitlik ve adalet ilkeleriyle siyaset sahnesine müdahil olan İslamcılık toplumsal sorunlar karşısında tökezleyerek siyasal bir toplum biçimi olarak ya da siyasi bir ideoloji olarak yerini otokrasiye bıraktı.
Dolayısıyla İslamcılık tıpkı Komünizm gibi liberal demokrasi, demokratik özgürlükler karşısında varlık nedenini yitirerek çöküşe sürüklendi. İslamcılık çok açık bir şekilde toplumsal ortak aklı ortaya çıkaracağı varsayılan fikirlerin varlık nedenini oluşturan kamusal müzakereyi, çok uluslu bir anayasayı, çoklu ulusal kimlikleri ve olmazsa olmaz ulusların ve bireylerin eşitliği ilkesini görmezden gelerek monoblok bir hale gelmiş oldu. Bir zamanlar, İslamcılığın iktidarı halinde adalet, özgürlük ve eşitliğin geri döneceği, çoğulcu/çoklu demokrasinin gerçekleşeceği ve tüm kesimlerin hukukunu savunan siyasal bir yönetimin ortaya çıkacağına ilişkin bir kanı vardı. Oysa demokrasiye geçişi sağlamış olmaktan ziyade çoğu zaman ulusçuluğun yükselişine, monolitik/homojenleştirici bir toplum tasavvuruna ve yeni antagonizmaların ortaya çıkmasına yol açan bir dizi gelişmelere tanık olundu/olunuyor. Bu noktada ortaya çıkan bu yeni durum, Kürtlere yönelik teolojik tehditler eşliğinde baskın ve otoriter bir iradeye teslimiyeti zorunlu hale getirdi.
Oysa ulusal bir kimlik olarak Kürtlük ve bu kavramla ilişkilendiren “Kürt sorunu” tartışmaları, araya giren onca olaydan sonra güncelliğini yitirdi algısı ya da ilgi ve değerini kaybettiği sorusu kuşkusuz yanıtlanması gereken bir sorudur. Bunun temel nedeni ise anayasal hiçbir değişim olmaksızın yapılan birkaç farklı adım ile “Kürt sorunu yoktur” denmesi arasında kurulan ilişkidir. “Kürt sorunu” günümüzde bir kavram olarak tartışma konusuna indirgenmesinin çok daha dışında bir ulusal sorun olarak ele alındığında çokça şeylerin gündeme gelmesini zorunlu hale getiriyor. Bu büyük çapta Türk siyasetinde Kürtler ve ulus gibi iki ifadenin yan yana getirilmelerinin bir oksimoron teşkil ettiği kanaatine sahip algıdan kaynaklanmaktadır. Bu yaklaşımın fikri arka planında ise uzun dönemdir İslamcı siyasetin “din” ile kurduğu ilişki vardır. Bunun temel tezi ulus ile din gibi iç içe geçmiş iki kavramın bir arada olamayacağı yargısıdır. Diğer bir ifadeyle bu dönemin senaryosunu temsil eden egemen tartışması “ulus”un kendi özbilinç ve tarihten gelen kimliğiyle “din” ile ilişkilendirilemeyeceği savdır. İslamcılık bunun yerine kendine özgü dini yorumuyla ulusun egemenliği yerine “millettin egemenliği” söylemini koyarak aştığına kendini inandırır.
Gündemdeki Kürtler tartışmasının en ilginç noktalarından birisi bu kavramın siyasi, anayasal ve ulusal boyutu yerine kültürel çoğulculuk vurgusudur. Konunun altını çizmek gerekirse, anayasada kurucu çokluk yerine kültürel çoğulculuk ifadesi, Kürtlerin bir ulus olarak, “Kürt sorunu”nun anayasal hak ve özgürlük temelli olduğu gerçeğinin devre dışı bırakılması anlamına gelir. Bu yaklaşımın temel sorunu düşünsel arka planında Kürtlerin, Türklüğün egemenliği altında kimliksiz olarak kabul edilmesidir. Bu genel kanı Türkiye’de İslamcılar olmak üzere diğer siyasi ve ideolojik akımların ortaklaşa paylaştıkları bir ön kabuldür. Kürtlerin geleceği, kurucu egemen güç ile ilişkisi çerçevesinde açıklanmaya çalışılmaktadır.
“Kürt sorunu”na dini cevap arayışı başlangıçtan itibaren İslamcıların bir algı oyunuydu. Soruna bu şekilde cevap verme elbette sadece Türkiye’de değil, aynı şekilde İran’da da aynı oyun sergileniyordu. İslamcılığın hegemonik gücü ve İslam dünyasındaki ulusçu üniterliğin yükselen yayılmacılığı karşısında Kürtler çaresiz şekilde “emperyalizm karşıtı” söylemin radikalist havasını solurken, dindarlık kimliği çerçevesinde kalarak “Batı karşıtı” olmakla övünüp durdular. İslamcılar güçlenirken Kürtlerin bu zeminin payandaları olması unutulacak bir şey değil elbette. Ancak bu hareketin basit bir iktidar mücadelesinin oldukça ötesinde Kürt karşıtı siyasi eğilimleri olan bir “milli bir birlik” projesi olduğunu görebilmek zor değildir. Bu nedenle İslamcılığın iktidara geldiği varsayımıyla “Kürt sorunu”nun çözümü beklentisi üzerinden kurulan ilişkiyi anlamlandırma sağlıklı olmaz. İslami söylem kullanan siyasi aktivizm ile entelektüel kimlik taşıyan İslamcılık arasındaki uzlaşım, “Kürt sorunu” karşısında istediği sonucu alarak Kürtleri tarihin dışına itmede kısmen başarılı oldular. Buna rağmen “Kürt sorunu” yoktur ifadesi, bir dizi sloganlar manzumesinin ötesine geçemedi. Buna karşılık olarak bir ulusal sorun olarak Kürt sorunu varlığından zamanın dışında hiçbir şey kaybetmedi denilebilir.
Ancak Kürtlerin de bu süreçte siyasi olarak hiçbir engeli aşamadıkları ve politik düzeyde herhangi bir sıçrama kat edemediklerini söylemeyi de gözden kaçırmamak lazım. Buna göre İslamcılık “Türkiye’nin milli birliğini muhafaza etmek”, bir ulusal sorun olarak “Kürt sorunu”na giden yolu engelleyen ulusal proje olarak tarihi sahnede iyi rol oynadı demekten kendimizi alıkoyamıyoruz. Kürtlerin İslamcılığın gölgesinde kalmasıyla Kürtlüğün, “Kürt sorunu”nun biteceği önermesi bir hüküm olarak işlevini kısmen de yitirmiş oldu.
Öte yandan Türkiye’nin demokratikleşmesi ile “Kürt sorunu”nun çözümü arasında örülmeye çalışılan ilişki bir ihtimal mümkün olabilse de, temel sorun demokratikleşme/modern demokrasi ile resmi ideoloji arasındaki yarığın bağdaştırılamayacak kadar derin olmasıdır. Bu nedenle yüz yıla yakın bir süredir gerçekleştirilen reformlar ve demokratikleşme paketlerine karşın ideokrasi (İdeokrasi, bir devletin belirli bir ideolojinin ilkelerine göre yönetilmesidir; bu şekilde yönetilen bir devlet veya ülke. Güçlü bir merkezi güç ve sınırlı siyasi özgürlüklerle karakterize edilen otoriter bir devletten farklı olarak, monist ideolojiye dayanan bir hükümettir-Wikipedia) Türkiye’de demokrasiye dönüştürülememiştir. Dolayısıyla Türkiye’de sorun monist bu ideolojinin demokrasi ile bağdaşamama sorunudur. “Kürt sorunu”nun bu ideolojik perspektif bağlamında gündeme getirilemeyeceği gayet açık, getirilse bile bu paradigma çerçevesinde hiç de akıllıca sonuçlar elde edilemeyecektir. Bir diğer önemli konu ise yapısal olarak bir kan uyuşmazlığı konusudur. Yani “Cumhuriyetçilik” ve İslamcılık Türk politik kültürde demokrasinin karşı tezi olarak çatışmacı arkaik figür olarak yer alır. Cumhuriyet-demokrasi çatışmasında devletin ideolojik aktörleri olarak öne çıkan, Türk milli kimliğin “üç hali” diğer bir ifadeyle “Türk sağı”nın bir nevi “grameri” olan “milliyetçilik, muhafazakârlık” ve “İslamcılık” bu veçheyle “Türkiye’nin demokratikleşmesi” savıyla ideolojik temelde ayrışır (Bora 10). Bu şekilde, devlet ile çoklu demokrasi, özgürlük ve haklar arasındaki birbirine uyarlık ideali, özgürlüklerin toplumsal bünye içerisinde serbestçe dolaşmasına, hakların genişlemesi ve toplumun yaşam tarzlarının ve hukuki normların yerleşmesi vurgusu entelektüel temenninin ötesine gitmez, zira devlet ile demokrasi/demokratik değişim arasında uyuşum arzusu ya da konsensüs, doğal bir şekilde eski makamına geri döner ve böylelikle akıntının önünü tıkayan yeni şeyler yerini tekrardan eski (totaliterleşme) modele bırakır. Böylelikle, problemleri tartışmak ve toplumsal çıkarları katmerlendirmek üzere fikir birliğine varan bireylerin makul yaşam tarzı haline gelmesi ve hak’kın demosun arkesi haline gelmesi bir kez daha önlenmiş olur.
Sonuç olarak Türkiye’de demokratikleşme, demokrasi, hak ve özgürlükler vurgusu, resmi ideolojinin milli kimliğini oluşturan veya milli öznesi olan “milliyetçilik, muhafazakârlık” ve “İslamcılık”ın özcü kalıbıyla bağdaşmaz, hatta dönüp dolaşarak aynı özcülüğe evrilerek aynı döngüyü tekrar eder. Cumhuriyet ise söz konusu milli kimliklerin egemen ideolojisi olarak ana rahmi olmayı sürdürmeye devam eder.
KAYNAKÇA
Immanuel Kant, Aydınlanma Nedir? Sorusuna Yanıt”, Seçilmiş Yazılar, çev. Nejat Bozkurt, İstanbul, Remzi Yayınevi, 1993
Tanıl Bora, Türk Sağının Üç Hâli Milliyetçilik Muhafazakârlık İslâmcılık, Birikim Yay.
Isaiah Berlin, İki Özgürlük Kavramı, Liberal Düşünce, s. 62-69
Carl Schmitt, Siyasi İlahiyat, Dost Yay. s. 41)
Diogenes Laertios Ünlü Filozofların Yaşamları ve Öğretileri, Yapı Kredi yay. X 30
Kaynak: farklı Bakış