Tarih: 12.11.2021 00:30

İslamcılığın kendisi ile yüzleşmesi(*)

Facebook Twitter Linked-in

İslamcılığın Batı Düşüncesi ile İlişkisi

Modern düşünce, modernizm üzerinden batılılaşma hareketleri ile birlikte tüm dünyayı istila etme arzusunu teknolojiyi de yedeğine alarak gerçekleştirme arayışını besleyen sanat ve siyaset gücünü de yanına alarak bütün kültürleri asimile etmeyi başardı. Bu temel gerçekliği hesaba katmayan her analiz yetersiz kalır. Bu yüzden siyasi, iktisadi, kültürel ve felsefi bir iktidarın varlığının evrenselleştiğini görmemiz gerekiyor. Modernliğin monist yaklaşımı, post modernizmin çoğul karakterini de yanına alarak belirlemeye devam etmektedir. Yani modern bakış, post modern bakışı da belirleyecek bir epistemeyi inşa etmeyi başarmıştır. Daha açık bir görüş olarak; modernleşme, kendisinden önceki epistemeyi dışarıda bırakmayı, kendisinden sonra ise oluşabilecek bir epistemeye de zemin bırakmamayı öncelemektedir. Modern düşünce tarihini bu düzey üzerinden ele alarak yeni bir epistemenin varlığının kolaylığı veya zorluğu meselesini tartışabiliriz ancak…

İslamcılık, bu kapsayıcı bakış ile karşı karşıya kalınca iki temel tepkiyi geliştirdi. Yeni bir yaklaşım ise daha çok lokal bir zeminde varlık kazanmaya başlamaktadır. İlk tepki, modern episteme ile modern epistemeden kaynaklı ideolojik bakışı içeren modernizm ile arasını ayırarak, modernliğin bilime dayalı boyutunu ve kavramsal bakışını almakta bir beis görmedi. Buna yönelik İslam düşüncesinde var olan; ‘ilim, Çin’de de olsa alın’ nebevi sözünü dayanak göstererek bir meşruiyet zemini kuruldu. Buna dayalı bir tarihsel yaklaşımın varlığı zaten bilinmekteydi. Böylece modernliği, kendi ideolojik boyutundan arındırarak ondan istifade etmeyi bir ilke olarak kabul ettiler. Bu yaklaşım, ekonomik ve siyasi ilişkilerde bir bağımlılığı içerdi. İşgale uğramış İslam dünyasında batılı işgali meşrulaştıracak bir zeminin kurulmasına zemin oluşturdu. Yerli batılılaştırılmış unsurlar ile önce siyasi ve iktisadi bağımlılık, sonra kültürel bağımlılığı sağlamakta zorlanılmadı. Ayrıca, modernliğin ideolojik boyuttan tamamen koparılmasının mümkün olmadığı da tarihin akışında netleşmiş oldu. Bu meselenin açığa çıkması üzerine, bu arayışın yetersizliği tartışılmaya ve İslam düşüncesine verdiği zarar dikkate alınarak, daha sağlıklı bir zeminin kurulması için gerekli olan tepkiselliği açığa çıkartarak, batıyı/modernliği bütünüyle reddeden bir yaklaşım öne çıkarıldı.

Modernleşme ile içli dışlı olanların iktidarda olmaları, iktidar üzerinden modernleşmeyi bir siyasal getirisi olan ve iktidarda kalmanın bir imkânı olarak betimleyen batılılaşmış elit tabaka, Müslümanlarla ve doğal olarak din ile ilişkilerini tahakküm üzerinden kurmaya çalıştılar. Bu da o kişileri İslamcılığın temel bakışından uzaklaştırdı ve yeni bir zemine taşıdı. İslamcılık bu tipleri de reddederek onları kendilerinin dışında görmeyi itiyat edindi. Bu konuda gereken baskıyı görmelerine rağmen bu yaklaşımı devre dışı tuttular. Ancak bu gücü elinde bulunduran batılılaşmış elitler, okullar, kitaplar, sivil propagandalar aracılığı ile görüşlerini halka ve eğitimli sınıfa taşıdılar. Sundukları iktidardan pay alma zemini üzerinden ise yeterli ilgiyi sağlayarak sürekli yeni katılımları sağlayarak kendi bakışlarını güçlendirdiler. İçerden de buna çok safça yaklaşarak bu tezi temel bir kurtuluş umudu görme arayışı, Pakistan gibi bazı ülkelerde devlet politikası olarak Fazlurrahman örneği üzerinden uygulama arayışları da bir netice vermedi. Benzer bir durum ülkemizde/Türkiye’de ilahiyat fakülteleri üzerinden benzer görüşlerin eğitimli öğrencilere sunulması ve bir gelecek vaadi üzerinden yeni katılımlara kapı aralanması sağlandı. Ankara Okulu üzerinden modernist bir ilahiyat okuması, her ne kadar halka doğru bir eğilime sahip olmasa da eğitimli kişiler üzerinden önemli bir etki bıraktığı söylenebilir. Seksen sonrası tartışmalarda ve dergilerdeki tartışma zeminlerinde bu konunun sürekli bir gündeme dönüşmesi sağlandı. Özellikle de geleneğe yönelik, şirk, putlaştırma, dini yozlaştırma gibi argümanlar üzerinden gelenek ve gelenek üzerinden hadis külliyatına yönelik eleştiriler hep gündemde tutulmaktadır. Bugün bile bu tartışmalara tanıklık etmeye devam ediyoruz. Mehdilik, Mesih’in gelişi, hadislerin mevzuluğu meselesi gibi temel konular, en zayıf noktalarından hareketle rasyonel bir teolojik okumaya tabi kılınarak eleştirilmektedir. Sonuç, bu yaklaşım, batıda geliştirilmiş, bilimsel vizyonu normalleştirme ve felsefi bakışı içselleştirmeden öteye geçememektedir. Zaten ele alınan konular, İslam düşüncesi tarihi sürecinde de çok önceden tartışılmıştır, eksiği, zaafı, oluşturacağı psikolojik vasatı gündeme taşınmış ve ciddi bir müktesebat ortaya konulmuştur. Ama bu yaklaşımın n büyük zaafı, o tarihsel düşünsel zemini göz ardı ederek, oryantalist yaklaşımın parçalı, eksik, yanlış anlamadan oluşmuş yargılarını eksene alarak o görüşleri sahiplenmesidir. Daha sonra İslam âlimleri tarafından hem de batı da yaptığı çalışmalarla ve daha vicdanlı batılı araştırmacıların ortaya çıkardığı yeni bakışlar ile bu meselede ciddi bir hatanın varlığı açığa çıkarıldı. Ama hala bu yaklaşım kendisine taraftar bulmaya devam etmektedir.

İkinci yaklaşım ise bu çabaların oluşturduğu yanılgı ve yanlışı ve Müslümanların kendilerinden uzaklaştığını dikkate alarak yirminci yüzyılın son yarısından sonra çok sert bir tepkisellik ortaya çıkartarak reddetme üzerine kurulu ve İslam’ı kendi kaynakları üzerinden anlamanın imkânlarını açığa çıkartma arayışıdır. Bu yaklaşım, ağırlıklı olarak geleneksel İslam düşüncesi ile iyi kötü bir bağ kuran medrese eğitimi veya medrese eğitimini modern eğitim ile buluşturarak daha güçlü bir düşünce inşa etmeye yönelenlerden gelmiştir. Mevdudi ve Seyyit Kutup, En Nedvi gibi İslam coğrafyasının farklı birçok noktasında ele alınmış ve Müslümanlığı yeniden anlamayı içeren ama kendi tarihsel sürekliliğini dikkate alarak yol almayı içermektedir. Bu bakış, hem tarihsel müktesebat ile sorunlu bir ilişki kurmaktadır, hem de modernleşme ile birebir zıt bir yaklaşımı içermektedir. Ancak, modernleşmenin ürettiği teorik çerçevelerin etkisi de hissedilmektedir. Çünkü ortada çok güçlü bir müktesebat var ve ona bigâne kalmak neredeyse imkânsız ki buna uygun bir zeminde yoktur. Bu yaklaşım, sahici bir düşünceye ulaşma konusunda elverişli gibi görünse de İslamcılığın sahip olduğu ilk bakışın tarihsel müktesebat ile kurduğu yanlış ilişki yüzünden güçlü bir düşünce kurmayı başarmalarına rağmen, işlevsel veya güne uyarlama konusunda ciddi sorunların oluşmasına zemin olmaktan da kurtulamadığı görülebilmektedir. Özellikle yirmi birinci yüzyıla girdikten sonra oluşan şiddet sarmalında İslam’a nispet edilen keskin yaklaşımlar, bir sürü sorunu ümmetin üzerine boca ederken, İslam’a dair olumsuz bir hissiyatı oluşturarak batıda meydana gelebilecek ihtida hareketlerine imkân tanımamaktadır. El Kaide ile başlayan şiddet sarmalı, Daiş ile zirveye ulaşmış, şiddeti müslüman halka yöneltmekten de geri durulmamıştır. Bu travmatik durumun müslüman olmaya yönelik oluşturduğu baskı ile maalesef deist olma moda bir akıma dönüşüvermiştir. Elbette ki bu meselede farklı okumalar yapılabilir, ancak dikkatli bir bakış; sorunun keskin bir reddetme ile başlayan sürecin biraz dışarıdan müdahaleler ile istenilen kıvama ulaşmaya açık bir kitlenin varlığı kolaylaşmıştır.

Meydana gelen sonucu batının emperyal ve sömürücü politik oyunlarına yüklemek mümkün olmakla birlikte bir kolaycılığa kaçmayı da içermektedir. Bu yüzden İslamcılığın kendi bakış ve yaklaşımından hareketle bu noktaya varışının sahici ve kendisinden neşet eden sebeplerini de büyük bir açıklıkla ortaya çıkarmalıyız. Tepkiselliğin oluşturduğu girdabın oluşturduğu zeminde düşülen yanlışlara daha dikkatli bir gözle bakmakta yarar olacaktır.

Her iki yaklaşımın oluşturduğu olumsuz zeminin asıl nedeninin İslam ile sahici bir ilişkiyi kurmaya matuf tarihsel sürekliliği içinde var olan İslami epistemik zeminin neliği üzerine ciddi ve güçlü bir çalışmanın olmayışıdır. Bu noktada yapılan çalışmaların önemlilerinin oryantalistlere ait olması üzerine düşünülmesini şart koşuyor. Bu noktada çok önemli bir kırılmanın varlığını açığa çıkarmalıyız. Bu kırılma ise, modernleşmenin oluşturduğu epistemik kırılmanın getirdiği yeni zihnin aritmetiği, çalışma dinamiği ve bakışı ile klasik İslam düşüncesinin oluşturduğu zihin aritmetiği, çalışma dinamiği ve bakışı arasındaki kopuştur. Müslüman zihin, modern episteme tarafından belirlenirken, müslüman olmayı sadece duygusal bir zemine dayandırmakta kalmaya zorlanmaktadır. Duygusal zemin ise düşünsel zemin ile desteklenmediği zaman kendi içinde bir zaaf oluşturarak etkileşime açık bir pozisyon taşımaktadır. Zaten gücünü yitirmiş bir İslam düşünce geleneği, kendisini reorganize etme konusunda da ciddi zaaflar taşımaktadır. Yeniden bir düşünce inşa ameliyesi ise sahici ve sağlıklı bir zemin oluşturmadan girişimlere kaynaklık edince İslam düşüncesi ile müslüman arasındaki bağ sorunlu hale gelmektedir. Bu zihinsel durumu idrak etmeden, anlamadan yeni bir çıkış arayışının doğru bir zemine yaslanması zor görünmektedir.

Üçüncü bakış ise:

Bütün bu olup bitenlere dair derin bir düşünceye yönelmeli… Artısı ve eksisi, zaafı ve gücü dikkate alınmalı… İslam ile yeni bir ilişki biçimi geliştirirken tarihsel sürece ve tecrübeye dikkat kesilmeli… Meydana gelen kırılmaları, sorunları, çözüm arayışlarını ve onların sonuçlarını da dikkate alarak İslam düşüncesinin kendi tarihsel sürekliliğini sağlayacak bir dinamik bakışı inşaya çalışmalıdır.

İslamcılığın bu yeni yaklaşımı içerecek bir zemin kurması ve bu yaklaşımın bir disiplin oluşturarak yeni bir hareketin varlığını izhar edecek bir düzeye ulaşması şarttır. Bu yaklaşımın temel psikolojik vasatının ret ve kabul üzerinden değil, anlamayı eksene alan bir yaklaşımın sağladığı zeminden hareketle kurulması elzemdir. Hem tarihle barışık olma, geleneği bütün zaaflarına rağmen ele alınması gereken, değerlendirilmesi gereken bir müktesebat olarak görme ve sahici bir bağ üzerinden hareket etme… Modern epistemeyi doğru anlamalı, çözümlemeli ve nereye doğru bir sürüklenişe neden olduğunu görmeyi esas almalı… İslami epistemeyi ise tarihsel seyri içinde doğru bir zeminde kurma ve modern episteme ile arasındaki farkı ortaya koyma… Ön yargıları bir tarafa bırakarak nesnel bir psikolojik vasat ve düşünsel vasat üzerinden düşünce ile bağ kurma ve öylece mevcut düşünce ve konumu değerlendirme…

Bu yaklaşım ise daha emekleme döneminde ama az da olsa ciddi çabalara kaynaklık etmededir. Merhum Abdulvahhap el Mesiri gibi aydın ve entelektüeller olmakla birlikte Türkiye’de de buna benzer çabalar ortaya konmaktadır. İslamcılık eğer var olmak istiyorsa bu çabalara ortak olmalı ve bu çabaları harekete dönüştürecek bir kabiliyeti ortaya koyma zorunluluğunu hissetmelidir.

 

(*) Bu yazı, yazarın "İslamcılığın kendisi ile yüzleşmes" başlıklı yazısının 4. yazısıdır.

 

Kaynak: Her Taraf




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —