Tarih: 21.12.2022 11:36

İslamcıların İktidar Rüyası

Facebook Twitter Linked-in

Osmanlı İmparatorluğu, Sanayi Devrimi’nden sonra Batı ve Rusya tarafından saldırıya uğramanın ilk işaretlerini vermeye başlamıştı. Tehlike çanlarının çalmaya başlaması üzerine, gecikmeli de olsa kendini sorumlu hisseden ve meselelere kafa yoranlar, bir çıkar yol arayışı içine girmişlerdi. Bu saldırılara karşı koyamayıp parçalanma sürecine giren imparatorluğu kurtarmak için o dönemde “Üç Tarz-ı Siyaset”i ortaya atmışlardı. Batıcılık, İslamcılık ve Türkçülük… İslamcılık ideolojisi, “Sebilurreşad, “Sırat-i Müstakim”, “Volkan” ve “İslam” gibi mecmualar etrafında kümelenen aydınlar tarafından savunulmaya başlanmıştı.

II. Abdülhamit, Batıcı ve Türkçü ağırlıklı “İttihat ve Terakki Partisi” tarafından tahtından indirilerek sürgüne gönderilmişti. Birinci Dünya savaşına sokulan devlet, dağılma sürecini girince, ülke işgal edilmiş ve Milli Mücadele başlamıştı. Bugün üzerinde yaşadığımız topraklar ancak kurtarılabilmiş ve bir dizi politik-kültürel devrimlerle devlet, “Türkiye Cumhuriyeti” adını alarak yol almaya başlamış ve Hilafet lağvedilerek seküler bir ulus devlet ortaya çıkmıştı.

İslamcıların entelektüel birikim, birlik ve performansı, devleti ve düzeni kurtarmaya yetmediği gibi, bu düşünceyi taşıyanlar, birer birer tasfiye edilerek saf dışı bırakıldılar. Buna şahit olan Batıcılar ve Türkçüler, yeni devleti, çağın egemen paradigması olan Milliyetçilik ve Seküler değerler üzerine kurulmasına yardımcı oldular ve Cumhuriyet liderinin önderliğinde Tek Parti dönemi başlamış oldu.

Toplumun bazı temel inanç ve dini değerleri yasaklanmakla yetinilmemiş,  kültürel kodlarıyla acımasız bir şekilde oynanmış. Ezan, Türkçeye çevrilmiş, şapka giyme mecburiyeti getirilmiş ve alfabe değiştirilmişti. Kur’an öğretimi yasaklanmış, Hacca gitmeye sınırlamalar getirilmiş, Ayasofya camii müzeye çevrilmişti. Devlet dairelerinde ve eğitimde başörtüsü yasaklanmış, Nurculuk ve Nakşibendilik gibi oluşumlar, cezaî takibata uğramış. “vatandaş Türkçe konuş” sloganıyla Kürtlerin dili, kökünden yasaklanmıştı.

Tüm bu uygulamalar, muhafazakâr halk yığınlarında devlete, seküler elit, bürokrat ve politikacılara karşı ciddi bir içerlenme ve öfke yaratmıştı. Çünkü Müslümanlara ağır bir emanet olarak bırakılmış, din, kültür, medeniyet ve inancın korunması için yükseltilmesi gerekli çağrıdan doğan “ey!”ler tamamen susturulmuştu.

1950 sonrası demokrasiye geçilince, Demokrat Parti, bu uygulamalarda bazı gevşetmeler yapmak ve kararlar almakla muhafazakâr halkın sempatisini kazandı. Ancak Seküler elitler ve askeri bürokrasi, kendilerine “iç-hizmet kanunu” ile verilen “Devrimi kollama ve koruma” misyonu ile bu adımları, “karşı devrim” gibi algılayarak darbe ile seçilmiş hükumeti devirdi ve üç önderini idam etti. Bu olay, muhafazakârlardaki içerleme ve öfkenin daha da derinleştirerek kangren haline gelmesine neden oldu.

1960-2000 arası sağcı muhafazakâr politikacıların, yani Demirel, Erbakan ve Özal’ın daha dikkatli davranmalarını ve fincancı katırlarını ürkütmemek için  temkinli konuşma ve eylemlerde bulunmaya ittiği gözlemlenmekteydi. Çünkü Askeri vesayet devam ediyordu. Buna rağmen muhtıra ve müdahalelerin sonu gelmedi. 12 Mart muhtırası, 1980 darbesi ve 28 Şubat gibi…

1990’lı yıllara gelince, artık ne Bediüzzaman Said Nursi ve ne de Necip Fazıl Kısakürek yoktu. Onların bilgi ve birikiminden yararlanan Sezi Karakoç, Ortadoğu coğrafyasının, tekrar dirilmesi ve ayağa kalkması için bazı önerilerde bulunuyordu. Sezai Karakoç, İslam dünyasının genel bir değerlendirmesini yaparken şunları söylüyordu: “İslam ülkeleri içinde, en umutlu ve en umutsuz, en umut veren ve en umut vermeyen ülke ise, Türkiye… Bir yandan ekonomik bir canlılık gösteren, askeri bir güç ifade eden ülke, öte yandan, yazısını, kültürünü yitirmiş, batılılaşmayı en sığ taklit düzeyinde deneyip duran, hep çıkmazdan çıkmaza saplanan, geçmişini ciddi bir şekilde yeniden ele almaya girişmeyen, yanaşmayan, tek hakiki varlık gücü olan İslam’ı, en basit ilkel bir idrakten öte bir kavrayışla gündeme getirmeyen, basını, bürokrasisi ve aydın kitlesiyle halkından kopmuş ülke.

            Anlaşılıyor ki, İslam âleminin kaderi, Türkiye’deki kördüğümün çözülmesine bağlı. Sır, Türkiye kaderinde gizli.” Ancak, Türkiye’de idari kadroların içine girmeye ve gizlenmeye hiçbir zaman uzak kalmayan İttihat ve Terakki zihniyeti, halkın seçimle iş başına getirdiği hükümetlerin işlerine, doğrudan karışma gibi bir görünüm vermemek için her dönemde örgüt ruhunun destek ve yardımıyla idarenin kılcal damarlarına kadar girmeyi ve nüfuz etmeyi başarmıştır.

Ülkenin idaresinde söz sahibi olan idarecilerin yetiştiği tezgâh, yani eğitim sistemi, hiçbir zaman istenilen düzeyde ve donanımda insan yetiştirmedi. Eğitim sisteminin içinde bulunduğu bulanık durum, bütün kalemlerce üzerinde sık sık söz edilen, fakat nedense meselenin can damarına kimsenin dokunmaya pek yanaşmadığı, ufkunda dolaşılan, ama kaynağına gidilmeyen ya da gidilemeyen, esasında iki yüz yıllık kültür ve zihniyet değişimi maceramızın sonucu bir çıkmaz sokak durumunda olduğu görülmektedir. İdare, yığma bir tepe gibi, ortasından çatlayıp durmakta, temeli eğrilmekte, tuğlaları savrulmakta, bizse, çatlakları doldurmakla zaman geçirmekteyiz vesselam…

(HAFTAYA 2000 YILINDAN SONRAKİ DURUM İŞLENECEKTİR)

 

Kaynak: farklı bakış




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —