Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

İslamcılara Umut Bağlanması Rahatsızlık Oluşturuyor

Röportaj, Yaptığımız,

İslamcılara Umut Bağlanması Rahatsızlık Oluşturuyor

Abdulfettah Moro, 1 Ocak 1948’de Tunus’un başkenti Tunus’ta dünyaya geldi. Tunus Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Mezuniyetinin ardından bir süre hâkimlik yaptı, daha sonra bugün de hâlâ sürdürdüğü avukatlığa başladı.

1970’den itibaren, Tunuslu gençlerin Fransız kültürü içinde asimile olmamasını hedefleyerek mescitlerde halka açık İslam Ahlakı dersleri yapıyorlardı. Yürütülen çalışmaların başarılı olması sonucunda takipçileri artan harekete, birlikte yol yürüdüğü Râşid Gannûşî ile birlikte 1978’de “İslami Yöneliş Hareketi” adını verdiler.

1973’te, Tunus güvenlik güçlerinin ülke çapında geniş çaplı başlattığı tutuklamalardan özellikle İslâmî hareket mensupları ve Abdulfettah Moro da nasibini aldı.

Moro, diktatör Bin Ali’nin İslâmî hareketi dağıttığı dönemde Tunus’ta kalmaya ikna edilerek etkisizleştirildi. O zaman onun bu tutumu bayağı tartışıldı. Birçokları böyle bir tavır sergilemesinin yani Gannuşi’yle bağları koparıp ülkesinde kalmayı tercih etmesinin Tunus’taki İslâmî camiayı tümüyle sahipsiz bırakmama amacına yönelik olduğunu dile getirdi.

Moro, 1988’de pasaportuna el konulmasının ardından 20 yıl süreyle Tunus’ta mecburi ikametle karşı karşıya kaldı. 1991’de tekrar tutuklanıp iki yıl hapis yatan Moro, cezası sona erince Nahda Hareketi üyeliğinden zorunlu olarak ayrıldı ve polisin sıkı kontrolü altında yalnızca evi ile avukatlık bürosu arasında bir yaşam sürmeye başladı.

2011’de Tunus Cumhurbaşkanı Zeynelâbidin bin Ali’nin devrilmesiyle birlikte oluşan özgürlük ortamında yeniden siyasete atılan Abdulfettah Moro, Nahda Hareketi’nin üst düzey yönetiminde yer aldı.

Nahda Hareketi kendini resmi internet sitesinde “Arap Dünyasının birliği, Filistin’in kurtuluşu bağlamında karşılıklı saygı çerçevesinde tüm halklarla iş birliği içinde çalışmayı hedef alan İslami referanslı ulusal siyasi parti” olarak tanımlıyor.

Nahda Genel Başkan Yardımcısı olan Moro, halk hareketleri sonrasında oluşan yeni Tunus’ta Tunus Meclis Başkan Yardımcılığı görevine getirildi.

Cumhurbaşkanı Sibsi’nin hayatını kaybetmesinin ardından Meclis Başkanı Muhammed en-Nasır’ın geçici Cumhurbaşkanı olmasıyla Abdulfettah Moro’da Meclis Başkan Vekilliği görevini üstlenmişti.

Tunus’ta en büyük parti konumundaki Nahda Hareketi, 15.Eylül.2019’da düzenlenen cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Abdulfettah Moro’yu aday göstermiş Moro ikinci tura kalacak oyu alamamıştı.

Tunus’a özgü giydiği yerel kıyafetlerle tanınan Abdulfettah Moro, uzlaşmacılık ve reform mesajlarının yanı sıra ülke genelinde güçlü hitabetiyle de biliniyor.
——————————————————————————————————————————

 

Türkiye’nin yaşamış olduğu batılı devrimler ile Tunus’un geçirdiği batılı devrimler arasında bir benzerlik bulunuyor. Mustafa Kemal ve Habib bin Ali Burgiba üzerinden bu iki ülke zorlu bir süreç yaşadı ve halen de yaşıyor. Batılı devrimler Tunus halkı üzerinde başarılı oldu mu? Örneğin başörtüsü yasağı gibi zorlamalar bu 50-55 yıllık dönem içerisinde Tunus halkını dönüştürebildi mi?

Evet, biz de Türkiye’ye çok benzer süreçlerden geçtik. Eğitim sistemimiz, anayasamız ve daha birçok şey birbirine benziyordu. Bu yasakların toplum üzerinde ciddi bir etkisi olmuştu. Ve onlarda olumsuz baya etki bıraktı. Çünkü oranın nizamı insanların özgürlüklerine müdahale ediyordu. Böyle bir hakkı olmamasına rağmen insanların inançlarına akidelerine müdahale ediliyordu. Ancak toplum da buna sessiz kalmadı ve dolayısıyla halkın da bir cevabı oldu.

2011 devrimini sadece bir ekonomik isyan olarak açıklayabilir miyiz? Yoksa yıllarıdır yaşanan bu türden baskıların halk hareketlerine bir etkisi oldu mu?

Toplumun genel bir kızgınlığı vardı. Hükümetin onlar üzerinde baskıları çoktu ve halk bunu kabullenemiyordu. Çünkü onların şahsi özgürlüklerine dokunuyordu. Bununla birlikte ekonominin de etkisi vardı ama yalnızca sorun ekonomi değildi…

Muhammed Buazizi Tunus halkı için ne anlam ifade ediyor şuan için?

Önce şunun bilinmesi gerekiyor ki kendisi Tunus Baharı için kendini yakan ilk kişi değildi. Daha önce de birkaç kişi kendini yakmıştı. Ancak Buazizi’nin yapmış olduğu eylemin yayılması insanlarda bir etki oluşturdu. Kendisinin Tunus halkı üzerinde siyasi bir etkisi yoktu, halktan biriydi… Ama kendisini feda edip bir kıvılcım yaktı.

Tunus siyasetinde çok tecrübeli bir isimsiniz. Çok eskiden beri Tunus’ta mücadelenin içerisinde yer alıyorsunuz. Siz böyle bir infiali bekliyor muydunuz? Halk içinde bir emare, kaynama görüyor muydunuz?

Öncelikle biz ne ilk başta, ne de birinci ve ikinci gün böyle bir infialin olacağını beklemiyorduk. Birkaç gün geçtikçe olayların Tunus’un tümüne birden yayıldığını ve ciddi anlamda etkisi olduğunu fark ettik. Bunun iki ana sebebi var. Birincisi avukatlar… Avukatların hepsi bir araya gelerek bu harekete öncülük yaptılar. İkincisi işçi birliği sendikaları… Bunlar da kendi çalışanlarını bir araya getirerek bu harekete destek oldular.

O dönem Nahda hareketinden yapılan açıklamalarda da bu hareket politik, ideolojik bir hareket değil, bir halk hareketidir deniliyordu. Şöyle bir tekerleme vardı; “bu beyinlerin hareketi değil bedenlerin hareketidir.”

Evet, birden bire oluşan kızgınlığın bir tepkimesidir.

Mısır’da, Libya’da Yemen’de ve Suriye’de yaşadıklarımızı bugüne bakarak bir başarısızlık olduğunu söyleyebilir miyiz? Süreç bir tek Tunus’ta mı devam ediyor?

O bölgelerde başarısız olması teyit edilmiş bir durum değil. Çünkü orada da halen mücadele devam ediyor. Bir kere o bölgelerde dış güçler var ve dış güçlerin desteği bu bölgelerde Arap baharının başarıya ulaşmasını engelliyor. En azından sürecin ağır devam etmesini sağlıyorlar. Tunus’un bu coğrafyalardan farkı silahtan uzak kalmasıydı. Silahlı mücadeleye girmediğimiz için Tunus’ta bir istikrarlı işleyiş devam ediyor.

Mısır’da İhvân’ül Müslimin Hareketi de silaha başvurmadı fakat durum ortada… Orada şartlar mı farklıydı yoksa hareketin sizce bir hatası mı oldu?

Kesinlikle Mısır’daki durum Tunus’tan farklıdır. Çünkü Mısır’da iki hükümet arasında bir kıyaslama vardı. Ta 19.yy’ın başından beri devam eden bir askeri hükümet var orada… Halktan oluşan, sokaklarda oluşan bu medeni hükmün, 19.yy başından beri var olan askeri hükmün yerine geçmesi elbette kesinlikle mümkün değildi.

O yüzden başarısız oldu. Ve bazı Mısırlılar bile daha olaya vakıf değildi. Sorunun Müslümanlarla Hristiyanlar arasında olduğunu zannediyorlardı. Oysa oradaki problem laikler ile Müslümanlar arasında değil asker ve halk arasında idi.

Suriye’de savaş beklenenden daha uzun sürdü. Suriye’nin geleceği ile ilgili düşünceniz nedir?

Mevcut yönetim, yani oranın hükümeti toplumdan böyle ayaklanma beklemiyordu. Dolayısıyla kabullenemedi. Kabullenmediği içinde hemen halkına karşı silahlı müdahalede bulundu. Bu ayaklanmanın iki zayıf noktası vardı. Devirecekleri hükümetin yerine getirebilecekleri bir hükümetleri yoktu. İkincisi ise çok aşırı derecede gruplara ayrılmış ve bölünmüşlerdi. Maalesef hiç kimse belli bir projesi olmayan gruplara güvenmiyor. Güven oluşmadığı için de süreç uzuyor. Grupların birbirine güveni yok, hiçbirinin de hedefi yok. İşte tüm bu olumsuzluklar, mevcut hükümetin ve direniş gösteren halkın başarısızlığı, büyük ülkelerin soruna el atmasına zemin oluşturdu. Suriye bölgesi stratejik bir bölge olması hasebi ile güç sahibi ülkelerin onayı olmadan oradaki değişikliğe müsaade etmeyeceklerdir.

Erken bir ayaklanma mı yaşandı Suriye’de?

Hayır, erken bir ayaklanma diyemeyiz. Ülkede aşırı bir baskı ve zulüm vardı.

Ama ayaklananlar süreci yönetemediler. Onları bir araya getirebilecek ve mevcut hükümetin yerine geçebilecek bir organizasyonu inşa edemediler. Hatta sahaya gelenler, devleti yıkmaya, tahrip etmeye geldiler. Bina inşa etmeye değil… Bunların tamamı (Türkiye’den, Libya’dan, Avrupa’dan ve başka yerden gelenler) orayı tamamen tahrip etmek için geldiler.

Dediğim gibi birçok grup var. Dolayısıyla bir çözüm de bulunamıyor. Beşar Esad hükümetinden güvenlerini yitiren toplumlar dahi buradaki gruplara güvenerek onlarla birlikte olamıyor. Çünkü hükümetin yerine geçebilecek bir hükümet yoktu.

Tunus’ta Nahda seçimlerde çok farklı bir strateji gözetti. Kazandığı seçimlerde iktidara talip gözükmeyen, iktidara gitmek için acele etmeyen bir duruş sergiledi. Koalisyona başvurdu, hükümeti bölüşmeyi teklif etti. Bunda Mısır tecrübesinin etkisi oldu mu acaba?

Bizim bu tavrımız öncesinden beri vardı. Bizler bunu en başından beri biliyorduk. 60 senedir süre gelen ağır sorunları tek başımıza aşamazdık. Nahda ortaklarıyla birlikte ülkeyi yönetmeye başlayınca ülkeyi yönetmenin zorluklarıyla da yüzleşti. Siyasi, ekonomik ve toplumsal olarak bir yenilenmeye, çözüme ihtiyaç vardı. Bu da zaman istiyordu. Biz nasıl bunların üstesinden gelebilirdik ki? Biz şunu da çok iyi biliyorduk; uzun dönemden süregelen problemlerin çözümü de haliyle uzun sürecektir. Dolayısıyla tüm bu birikmiş problemler vatani bir sorun olduğu için, ancak bir birlik dâhilinde bu sorunların üstesinden gelinebilirdi. Yoksa tek başımıza bir şey yapamazdık.

Tek başına gözüküp başarısız olması Nahda’yı halk nezdinde yıpratırdı mıydı?

Kesinlikle öyle… Bazı çevreler islamcılara umut bağlamayın, islamcılar sizin problemlerinizi çözme konusunda acizdirler denilmesini istiyor, İslamcıları yabancılar olarak göstermeye çalışıyorlar.

Bu süreçte suikastlar yaşandı. Bu suikastlar halk devrimini çalma geri alma teşebbüsleri miydi?

İki tane suikast oldu. Siyasi sürecin rahat bir şekilde devam etmediğini insanlara yansıtmak istediler. Ve insanlara şu algı verilmek isteniyordu, seçimler, demokrasi sizlere savaşı ve ölümü getirecek. Böylece tekrar insanları tek adamlı sisteme, diktatörlüğe yönlendirmek istiyorlardı.

Yeni Tunus’la beraber Nahda hareketi de bir takım yeni söylemleri ön plana çıkardı. Örneğin Nahda lideri Raşid Gannuşi röportajlarında Nahda’yı tanıtırken batılı bir takım kavramları merkeze alarak konuşuyor. Demokrasi, Liberalizm, Laiklik gibi kavramlar… Bu Nahda’nın İslami çizgisine sizce zarar vermiyor mu?

Bunlar siyasi terimlerdir. Bunların yerine geçecek veyahut bunların yerine kullanılabilecek siyasi terimleri öneren var mı? Bizim siyasi bir hareketimiz var. Dolayısıyla siyasi bir sözlük var. Ve demokrasi de bu siyasi sözlüğün içerisinde yer alan bir terimdir. Bunun yerine kullanabileceğimiz farklı bir alternatif var mı?

Batının kastettiği demokrasi anlayışında gördük ki İslami değerleri referans alanlara yer yok. Nahda Hareketinin demokrasiye yüklediği anlam nedir?

Bunlar bu kelimeyi ürettiler. Onlar demokrasiyi bu şekilde tanımladıklarından dolayı bundan uzak mı duracağız?

Batılılar demokrasiye halkın kendini yönetmesi tanımını verdiler. Yani demokrasiyi kendi çıkarları için kullandıkları için kendilerine kötülük etmiş oldular. Kendi tanımlarına uymadılar.

Biz demokrasiyi halkın kendini yönetebilmesi, tek adamlık diktatörlüğün oluşmaması şeklinde yorumluyoruz.İki seçenek var. Ya diktatörlük ile yönetilecekler ya demokrasi ile yönetilecekler. Bizde demokrasiyi tercih ettik. Eczanede satılan ilacı kimileri zehir olarak kullanır kimileri ilaç olarak. Suç kimindir?

Nahda, İhvan, Hamas gibi hareketler bu siyasi söylemlerden ötürü farklı dini ekollere bağlı şiddet eğilimli gruplarca eleştirilip, tekfir ediliyor ama…

Çünkü bu gruplar siyasi bir grup değillerdir. Onların siyasi bir ideolojileri de yoktur. Mesela o zihniyete soracak olsak, eğer ki onlar hükümetin başında olsalar siyasi olarak ne katkıları olacak? Onların böyle bir projeleri, hedefleri ve bilgileri yok. Dolayısıyla bize düşmanda sayılmazlar. Bizi dışlasalar da onlar bize değil aslında ümmete düşmanlar. Bize küfredenler küfretmeye devam etsinler, tekfir edenler tekfir etmeye devam etsinler. Biz onlara sadece ıslah duası ederiz.

2016 yılında Nahda Kongresinde şöyle bir tanım yapıldı: “Dini faaliyetleri ve siyasi faaliyetleri birbirinden ayırdık.”  Bundan ne kastettiniz?

Biz sivil parti fikrini kabul ettik. Siyasete ilişkin İslami metinler yoruma açıktır ve bizim çalıştığımız alan da bu. Türkiye’deki sistemin aynısını kastettik… Nahda hareketi siyasi bir harekettir. Siyasi parti olarak sadece siyaset üzerinde çalışmalar yürütüyoruz. Siyasetin dışında yapılan ıslah çalışmaları siyasetin çerçevesi dışında yine devam ettiriliyor. Ama siyasi olarak baktığımızda biz siyasi olarak hareket ediyoruz. Toplumun faydasına yararına olacak faaliyetler tabi ki devam ediyor. İslam’ın yeryüzüne insanlığı özgürleştirmek için geldiğine inanıyoruz. Biz Türkiye’deki tecrübeyi aldık aslında. Buradaki tecrübeyi uyguluyoruz.

Siyasetin temel amacı, siyaseti yapan kişilerin inandıkları değerlere göre toplumu dizayn etme çabaları değil mi?

Siyasetin alanı toplumun yararına olacak bazı projelerin yapılmasıdır. Fabrikaların kurulması yolların, bahçelerin, sosyal tesislerin yapılmasıdır. Bunların yapılmasının dinle bağlantısı nedir?

Toplumu ifsad etmeyecek boyutlarını düşünerek projelendirmek mesela… Toplumsal hayatı tahrif eden bir takım uygulamalar, -kumar, içki, fuhuş, israf, aile ve toplum yapısını bozan Tv programları, diziler gibi-, devlet bunun önüne geçmekle mükellef değil midir?

Şimdi bizler siyasi olarak değerlendireceğiz. Bu saydıklarınız siyasetin kanunları üzerinden kapatılması gerekiyorsa kapatılır. Ama din hiçbir şekilde buna baskıyla müdahale etmez. Dinin görevi davettir, irşattır. İnsanlığı doğru yola iletmektir. Siyasi oluşumların başarısızlığa uğramaması için dini hükümleri baskı olarak kullanmaması gerekir. Yoksa siyasi çabalarınız başarısızlıkla sonuçlanır. Siyasi oluşumlar çökerse, davet çalışmalarının da önü kesilecektir. Bu sebeple davetin önünün kesilmemesi için siyasetin, siyasi çalışmaların olması şarttır. Siyasetin dinden de resmi olarak kanunlar üzerinden de ayrı kalması gerekir. Bu demek değildir ki daveti engellesin… Bu partilerin oluşumu, varlığı davetin önünü açacaktır.

Irak’ta Musul operasyonu ile beraber bölgede büyük sorunlar çıkaran bir zihin belirginleşti. Daiş… İlginçtir ki bu örgüte Tunus’tan, Libya’dan, Avrupa’dan, Türkiye’den gençlerin katılımı var. Siz tecrübeli bir isim olarak bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Gençler neden bu harekete iştirak etme ihtiyacı hissediyor?

Gençler çünkü siyasi değişimleri kabul etmiyorlar. Demokrasiyi kabul etmiyorlar ve siyaset üzerinden yapılan eğitimleri kabul etmiyorlar. Ve değişimlerin askeri olarak yapılabileceğini düşünüyorlar. İslam dini adalet, barış, hoşgörü ve insanlık dinidir. Bu dinin terörle ilişkilendirilmesini sağlayacak faaliyetler İslam’ın doğru anlaşılmasına da büyük zararlar veriyor. Terörün, ümmetin varlığını ve dinini hedef aldığını unutmamalıyız.

Din usullerinin, din anlayışlarının bunda bir etkisi var mıdır?

Şimdi onlar âlim değiller. Gidenlerin çoğu cehalet üzere hareket ediyor, bilgisizler… Anlama kapasiteleri kısıtlı. Dolayısıyla bunlar değişikliklerin sadece askeri yöntemle olacağını düşünüyorlar ve bu sebeple böyle bir hareketin içerisine giriyorlar. Eğer bizim projemiz ve İslami yorumumuz başarılı olursa Daiş’e yer olmayacaktır.

Suudi Arabistan, BAE, Mısır’da Sisi’ye maddi yardım ve destekte bulundular. BAE’nin Tunus başkanı Sipsi’ye ‘Nahda’yı uzaklaştır sana yardım yaparız’ tekliflerini de okuyoruz. Bu körfez ülkeleri neden ihvan ve Nahda’dan rahatsızlık duyuyorlar?

Çünkü bizlerin toplum ve STK’lar üzerinde ciddi bir etkimiz var. Ve bir örnekliğimiz var. Dolayısıyla halk üzerindeki böyle bir etkiyi istemiyorlar. Sistemin krallık olarak aileden aileye geçmesini devam etmesini istiyorlar. Ancak Tunus’un dönüşümünü başarısızlığa uğratmaya çalışanlara rağmen hedeflerimizi gerçekleştirmeye devam edeceğiz.

Röportaj: Hamza Er

Foto ve Editör: Cihat Aydın

    



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

HABERLER