Bu yazının konusu “Türklük”ün, ötekisiyle veya diğer uluslarla belirlenmiş ilişkisi ve hali hazırda belirlemekte olan İslamcılığın Türklük üzerinden nasıl bir rol oynadığı ve kendini nasıl konumlandırdığı üzerinedir.
Günümüz Türkiye’sinde tanımlayıcı ve belirleyici dinamiklerden olan İslamcılık, ulus kimliğiyle ele alındığında oldukça karmaşık bir düşünüş sahası sunar. Türk politik kültürde İslamcılık üzerine sistematik ve kapsayıcı onlarca çalışma yapılmış olsa da, İslamcılığın ulus ile ilişkileri hep göz ardı edilmiştir. Oysa siyasal bir olgu olarak İslamcılık ulus için en temel referans kaynağı olma niteliğindedir.
Kürtlerin içinde bulunduğu ve etkilerini gün geçtikçe daha yoğun hissettikleri Türk ulus kimliğiyle özdeş İslamcılığın doğası üzerine düşünmenin önemli olduğu görülmektedir. Özdeşleştiği ulus-kimlik ve baskılama politikalarıyla İslamcılık, inanç eksenli bir düşünce olmanın çok ötesinde ulus merkezli ideolojik bir düşünümü çağrıştırır. Bu anlamda, bu çalışmada İslamcılık dini bir düşünce olarak değil, Türk ulus kimliğiyle özdeş post-kolonyal bir düşünce olarak ele alınacaktır.
Türk politik düşünce tarihinin özellikle de ikibinli yıllarda bu kadar büyük etki bırakmasının en belirgin nedenlerinden biri bizzat içinde yaşadığımız dönemin temel problemlerini merkeze alan İslamcılığın, sekülerizm ve modernite karşıtı sistematik bir dekonstrüksiyon düşünce olarak ileri sürülmesiydi. Bu minvalde, Kürtlerin Türkiye’de ulus üzerine kurulu olduğu değerlere yönelik uzlaşıcı tavrıyla İslamcılık eleştirileri hep yetersiz kaldı denilebilir. Kürtler, İslamcılığın beslendiği ulusçu kökene dair siyasal, dini, sosyal ve eko-politik çalışmaları anlamada hep başarısız oldular. İslamcılığın başında beri “hakikat öğretisi” adı altında post-kolonyal bir teknik kullandığı ve zaman ilerledikçe Kürt kimliğine yönelik inkârcı ifadeler kapsamında politika yürüteceği hesap edilememiştir. Başka bir deyişle, İslamcılığa atfedilmiş olan “ümmet” vurgusunun, gerçekte post-kolonyal çalışmalarda nasıl kullanıldığı/kullanılacağı konusu hiçbir zaman dikkate alınmadı.
Türkiye’de İslamcılığın siyasal bir iktidar tarzı olarak sunulmasından beri, içinde olduğu dönemi ve günümüzü betimlemede spesifik bir ifadeyi kullandığı bilinir: adalet, eşitlik ve özgürlük. Peki, İslamcılığın temel argüman olarak ileri sürdüğü bu ifadelerden ne anlamalıydık? Yoksa İslamcılık geçmişte olduğu gibi Türk ulus mitinin devlet ile bütünleşerek Kürtleri hizaya getirme projesi miydi? İslamcılık gerçekten de dinileşmeyi mi yoksa ulus üzerinden bir siyasal kimlik inşa etmeyi mi planlıyordu?
Görebildiğimiz kadarıyla Türkiye’de İslamcılık, kimsenin tam anlamıyla dile getiremediği ulusçu bir çerçeve etrafında yol izliyor ve mensubu olduğu ulusun hakikatiyle meşgul olmaya elverişli bir hava soluyordu. Bir nevi İslamcılık, ardından sürüklendiği ulusu merkeze alarak politik-teoloji/üst-zorunluluk adı altında kendisini çeşitli biçimlerde ifşa eden ulus ile özdeşleştirme eylemi olarak yeniden konumlandırıyordu. Bu noktada, İslamcılığın günümüz olayları münhasıran post-kolonyal bir bakış açısıyla ele alınacağını unutmamak gerekir.
İslamcılığın sekülerleşme/dünyevileşme karşıtı siyasal bir düşünce olarak şekillenmediği, aksine Türkleşme/Türkleştirme merkezli bir prototip olarak öne çıktığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Öyleyse insanın aklına şu soru gelir: İslamcılık tarafından kandırılıyor olabilir miyiz? Bu ilginç başlangıcın ardında yatan, her yerde ve her an gerek hukuki gerekse de de-fakto baskı politikaları uygulanırken eşitlikten bahsetmenin akıldışılığı gayet açık. Bu konuyla hemhal olurken en sık karşılaşacağımız sorunlardan birinin iyi niyet yerine nefret uyandırmayı meşrulaştıran bir algının oluşması ihtimaliydi. Ancak hem İslamcı ulusun evrensel ümmet vurgusu hem de ulus üzerinden ele alınan İslamcılığın toplumsal işlevleri konusunda ortaya atılan sorunlarla bağlantılı bir çalışmanın ayrıca gerekli olduğuydu.
Öte yandan bu konu ulus ve teoloji açısından ele alınacağı gibi, kısmen siyaset felsefesi açısından da incelenecektir. Başka türlü ifadeyle, İslamcılık eleştirisine politika açısından bakıldığında, Türklüğün ulusu temsil eden bir kimlik olmanın ötesinde teolojik bir adlandırmaya tanık olunur.
Ulaşılan sonuçlar aynı olsa da, hareket noktamız ulusal bir kimlik olarak Türklüğün İslamcılık üzerinden diğer ulusal kimliklere karşı aşkın olarak konumlandırıldığı olacaktır. Elbette bunlar belli birçok noktada kesişmektedir. Türklüğü konumlandırmada İslamcılığın ulusal kimlikle özdeşleştirilmesinin sonuçlarını ele alırken, bu düşüncenin devlet ile aynılaştırılması da dikkate alınmalı. İslamcılık, aşkınlık vurgusu ile egemen ulusu başından itibaren başat kurucu unsur/üst-kimlik olarak şekillendirir.
Ulusun İslamcılık ile ilişkisi, devletin varoluş ve eylem varlığı olan politik düşünceyi teoloji ile bütünleştirmek üzerine kurulu. Haliyle biz de İslamcılığın, dini değil ulus/ulusalcılık ile kurduğu ilişki boyutu üzerinden ele alınması gerektiğini belirttik. Kanımca İslamcılığın toplumsal ve kültürel etkileriyle kavramanın çok ötesinde münhasıran ulusal bir kimlik olarak ulus ile girdiği izdivaç konusu anlaşılmayı hakediyor. Buna mukabil, İslamcılığın toplumsal, siyasal ilişkilerde ulus merkezli bir yol izlediği görülür. Buradan da anlaşıldığı gibi siyaset ile dinin, ulusçuluk ile inancın iç içe geçtiği gerçeği göz ardı edilemez. Zira İslamcı ulusun politik-teolojisinde aşkınlık vurgusu ve politikada egemenlik/üst-kimlik söylemi ötekilik üzerine inşa edilir.
Türklüğün İslamcılık vurgusu, birincisi ulusu kutsamak/ulusun egemenliği/üstünlüğü, ikincisi ise devleti kutsamak ve aşkınlığını diğer ulusal kimlikler karşısında öne çıkarmaktır. Bu nedenle Osmanlı döneminde tesis edilen İslamcılık ideolojisi, tıpkı Osmanlıcılık ve Türkçülük gibi diğer ideolojilerin ileri sürdüğü “devleti kurtarmak” düşüncesini öne çıkararak devletin bekasına ilişkin projelerinden biri haline gelir. Buna rağmen, İslamcı ulusun politik teolojisinde devlete muhalif olmak ve onunla çatışmak düşüncesi asla yer edinmez.
İslamcı ulusun politik teolojisinde devlet de ulus gibi kutsal addedilir. Zira İslamcıların Cumhuriyet dönemine ilişkin eleştirileri dikkate alındığında, Cumhuriyetin seküler kimliğine yapılan itiraz veya Cumhuriyete kısmen mesafeli olmalarına rağmen devlet ile fikirsel bağlarını hiçbir şekilde koparmamış oldukları görülür. Haliyle İslamcılık tıpkı “seküler Cumhuriyetçiler” gibi “devlet ethosu”na bağlı kalmış ve devletin içinde kalmayı neredeyse değişmez bir norm olarak benimsemiştir.
Türkiye’de İslamcılık politik-teolojinin en önemli konusudur. Fakat ulus olmadan salt İslamcılığı konuşmak hayli sorundur. Günümüzde olan bitene bakıldığında, İslamcılığın politik/siyasi olarak ulusun veya ulus devletin kurucu bir parçası olması üzerinde durulmasını zorunlu kılıyor. Bu sebeple konu İslamcılık ile ulusal kimlik hakkında bilmek ve konuşmakta düğümlenmektedir. En basit tanımıyla İslamcılık politik/siyasi bir düşünce olarak ulus ve ulus devlet arasındaki ilişkinin boyutunu konu edinir. Bir başka deyişle, İslamcılığın bir episteme olarak değil, politik bir güç olarak siyaset, ulus ve ulusal kimlik ile ilişkilendiğidir.
Daha açık olarak, üç önemli sorun açısından, ulus, “ulus-biçim” ve İslamcılık yapısal bu tartışmanın ana konusu olarak öne çıkar. Her ne kadar bunlar birbirinden farklı olsa da İslamcılık fikrinde özdeşleşen bir boyut kazanırlar. Eğitimden ekonomi politikaya kadar İslamcı “ulus-biçimin”, öteki kimlikler üzerindeki aşkın hegemonyasını güçlendirmek olacaktır. Bu durum, ulusallık ve İslamcılık kavramlarını ve onları destekleyen akide/inanç formu üzerinden ima edilen ve politik yaşama dayattığı şiddet imkânlarını yeniden düşünmemizi gerektirir.
Her şeyi aynılaştırarak kendi içinde eriten İslamcılık, ontolojide ve siyasette yansımasını bulur. Başka türlü söylersek, dışsallığı yani sınırın dışında kalanları yok eden İslamcılık, olgusal olarak siyasette baskın unsurdur. Daha doğrusu İslamcı politika, hükümran/egemen özne olarak “Türklük” kimliğini öne çıkararak onu merkezileştirir. Burada kullanılan özne ifadesi ise, kendi kendine yeten ve dışsallığı yok eden bir kimlik nosyonuna karşılık gelir. Başka bir deyişle, Kürtlere karşı sistematize edilen post-kolonyal politikaların İslamcı kimliği üzerinde durmanın kolay olamayacağıdır.
Post-kolonyal çalışmalarda İslamcılığın amacı Tanrı’nın yüceltilmesi, etnik ve ulusal farklılıkları kapsayan çoklu politik bir toplumsal inşa etmek değildir elbette. İslamcılığın ve özelliklede Türk İslamcılığın siyasal boyutunun yanı sıra İslamcılık üzerinden Kürtlerle kurulan ilişki biçiminin de ele alınması gerekir. Türk İslamcılığı kültürel, siyasal ve toplumsal etkileriyle kavranmadan Kürtlere karşı nasıl bir teatral senaryo hazırlandığını anlamak imkânsızdır. Münharısan İslamcılığın Kürtlerle kültürel, siyasal ve inançsal ilişkilerde nasıl post-kolonyal yöntemler kullandığına dair ele alınan politikalar daha somut şekilde anlaşılmış olur.
Bu düşünceden hareket ederek, İslamcılığın siyasallaşırken “Türklük” kimliğinin dini/aşkın bir anlayışla bütünleştiği ve belirleyici özne olarak öne çıktığı görülür. Kabul etmeliyiz ki, burada tayin edici/belirleyici faktör, din/inanç ve Müslümanlıkla özdeşleşen Türk İslamcılığı, ötekinin belirlenmesinde kurucu ontolojik/varoluşsal olarak bir üst-kimlik şeklinde yer ediniyor. Kimliğin varoluş/ontolojik koşulunun üst-kimlik ile sınırlandırılmasının biz ve onlar dışında bir dost-düşman ilişkisine dönüşme olasılığı her zaman vardır, haliyle bu tarz bir ilişki ya da bakış açısı siyasal olmakla kalmaz ötekinin ontolojik düşman olarak görülmesine de yol açar.
Haklı bir adlandırmayla, Türklüğün varolşsallığı/ontolojisinin öteki kimliklere temel oluşturmanın ötesinde, etik ve siyasalın üstünde aşkın bir kimlik durumu içermesidir. İslamcılığın geleneksel seküler ve laik tanımlamanın aksine, Türklüğün aşkınlık fikrini bu çerçeve içerisinde ele aldığı görülür. Daha da önemlisi bu durum, kendi kendini nesneleştiren Kürtlerin tarihsellik, kimlik ve politika eylem kategorilerinin ne ölçüde aşkın olarak öne çıkan Türklük kimliğine bağlı olduğudur. Türklüğün salt etnik bir kimlik ya da siyasal bir özne şeklinde değil, aynı zamanda ulusal kimlik olarak aşkın olanı temsil etmeyi de göz önüne serer.
İslamcılık üzerinden Türklüğe atfedilen “teklik”, “eksiksizlik, “kendi kendine yeterlilik” vurgusu ontolojik bir düşünce gibi ulusal çeşitliliği kendi içinde eriterek yok eder. Daha genel olarak İslamcılık çeşitliliğin, “çokluk”un karşısına “aynı”lık inşası ile çıkar, böylece üst bir kimlik olarak Türklük “aynı”ya tabi olmaz, zira aynılığın oluşmasını sağlayan bizatihi kendisidir. Türklüğü üst-kimlik olarak kabul eden İslamcılık, tabiri caiz ise bir “tümlük” fikriyle paraleldir.
Söz konusu bu formül yani, aşkınlık fikrinin doğrudan ilgili olduğu varlık düşüncesi de İslamcılığın diğer ulusal kimlikler karşısında ayırt edileceği bir sınır çizilmesiyle başlar. Bununla birlikte İslamcılık, sınırın dışında kaldığını söyleyerek Kürtleri bu aşkın alanının dışında tutmakla kalmaz, kendi siyasal ve ontolojik muhayyilesi çerçevesinde asimile eder.
Post-kolonyal çalışmalarda İslamcılığın ilk uğrağı kimlikler arası eşitlik yerine Türklüğe ontolojik hâkimiyet belirleme arayışıdır. Etno-politik içeriğe sahip olan ve ulusal bir sorun olan “Kürt sorunu”nu nasıl konumlandırdığını anlamak için, ontolojik-aşkın bir kimlik olarak ele alınan Türklük ile din arasındaki ilişki biçiminden hareketle oluşturulan teorik paradigmayı anlamak önemlidir. Zira İslamcılık, sekülerlerin ulus, İslamcıların ise millet/milliyet olarak tasavvur ettiği bir paradigmayı benimsediğini iddia etmektedir. Bunu biraz eğip bükerek, İslamcılığın Türklüğe biçtiği aşkın rol salt politik konjonktürün doğurduğu bir sonuç değil, ulus-devlet ve ulus-din arasında örülen tümelci bir teorinin yaygın biçimdir. İslamcılığın çıkışı da bireysel bir çıkış olmanın çok ötesinde ulus merkezli/ulus özcü aklın sorularına cevap niteliğindedir.
O halde İslamcılığın kendi ideolojik sürecine hükmeden isteme arzusu, Türklüğün İslamcılığı taşıyan, yayan ve koruyan bir siyasal güç olduğu iddiasıdır. Bir aşkın kimlik olarak Türklüğün üstünlüğü de yüklendiği bu kollektif imgelemin tipik totolojik formülasyonundan ileri gelmektedir. Kuşkusuz bu aşkınsallık savı sadece İslamcılığın ontolojik kimliğini oluşturan Türklükle sınırlı değil, aynı zamanda devlet, devlet kurumları, dil, kültür, hukuk ve kuşaktan kuşağa geçen üst-kimlik veya “üst-insan” iddiasını da içerir. Böylesi bir diyalektik ilişki daha önce belirttiğimiz gibi, ulus merkezli İslamcılığın gerçekte onayladığı bir durumdur.
İslamcılığın teo-politik düzlemde ulus söylemi nihai bir kavrayışın veya tam bir hükmetme, kapsama ve kuşatma genişliğini talep eder, hatta kendini haklılaştırmaya çalışır. İslamcılığın başlangıçta üstünü örttüğü ve ulus fikriyle birlikte yeniden kuramlaştırdığı ulusun aşkınlığı düşüncesi, üstünlük/üst-kimlik olarak ifade edebileceğimiz bir teo-politik olgusallığı içerir. Türklüğün anlamının ne olduğu konusunun aşkınlık temelinde kendini buluşu, İslamcılık-Türklük arasında özcü gelenekteki geçmişin-şimdinin ve geleceğin her birinin tesisini yeniden gündeme getirir. Öte yandan Bir siyasal ideoloji olarak İslamcılık, varlığını devam ettirmede ulusa dair tüm araçları kullanma yoluna gider. Bunun başat nedeni, İslamcılığın Tanrı gibi egemen ulus fikrini de “bir” olan olarak düşünmesidir. Şu halde İslamcılığın siyasal/politik bir kimlik olarak aşkın bir kategoriye oturtulması bu nedenledir.
Bu noktadan itibaren ortaya çıkan problem ki, uğraşacağımız asıl problem de budur, siyasal bir fikir/düşünce olarak İslamcılığın ulusal kimliklere bakışının eşdeğer olup olmadığının soruşturulmasıdır. Sözüm ona İslamcılığın kendisi dışında diğer kimliklere nasıl yaklaşacağı temasıdır.
Türkiye’de İslamcılığa, ulus ile ulusal kimlik, etik ile siyasal düzenin ilişkisini kuran unsur olarak bakılır, bu nedenle ne siyasetten ne de ulus/ulusal kimlikten ödün verilebilir. Bu sebepledir ki, İslamcılık ile Türklük arasında tamamlayıcı bir ilişki vardır. Zira Türk politik kültürde İslamcılık, çokkatmanlı, çokuluslu, çokanlamlı bir yapı olmamakla beraber, öteki ya da yabancıya karşı monolitik/homojen kimliğinde ısrarcılığını korur.
Bana kalırsa, siyasal bu etiğe yöneltilmesi gereken daha temel diğer bir eleştiri ise, dini ve ulusal kimliğin merkezileştirilmesine ya da aşkınlığına vurgu yapan bir post-politika izlemesi ve varlığını mutlak bir tikellik olarak sabitlemesidir. Bu tikellik/teklik, her şeye gücü yeten her şeyi bilen, sonsuz güç ve kudret sahibi kadiri mutlak bir devletin siyasi, sosyal ve kültürel tüm katmanlarında tezahür eder. Literal anlamıyla yeryüzünde tezahür eden “baba”nın yani siyasal otoritenin savunulması, ulusun ve ardından Tanrı’nın savunulması döngüsüne evrilerek klasik dogmatizme dönüşür. Daha da ileri gitmek gerekirse, şu an İslamcılığın akıl almaz derecede yüksek bir seviyeye ulaştırdığı şiddet içeren ulusalcılığın geri sarılamaz bir aşkınlık formuna evrildiğidir.
İslamcılık ve siyasalın ortaklığı sadece ulus kimliğinin ve müesses ulus-devletin aşkınlık formu çerçevesinde şekillenmesiyle sonuçlanmadı, aynı zamanda bu eksende gelişen kurumların, toplumsal olgu-değerlerin meşruluğunu garanti altına almak için gerekli söylem araçlarının da üretilmesinin imkânları yaratılmış oldu.
Egemen ulusal bir kimlik olarak “Türklük” sadece dünyevileşmiş/seküler bir egemenlik alanını temsil etmez, aynı zamanda politik-teolojiyle özdeş olanı da temsil eden dini bir paradigmayı da savunur. Söz konusu kimliğin gerek sekülerizm gerekse de İslamcılık üzerinden merkezileştirilmesi belli bazı eğilimleri daha da ileri noktalara götürür, öyleyse kimliğin merkezileşmesi, onu meydana getiren toplumsal ve siyasal araçları da büsbütün merkezileştirir. Bu durumda merkezileşmenin ana aksiyomunu İslamcılık oluşturur. Asıl bu konuda akılda tutulması gereken nokta, Türklüğü içerleyen İslamcılık/inanç ve mezhep hakkında ileri sürülen bu tezlerin post-kolonyal çalışmaların merkezinde yer almaya başlamış olmasıdır. Kuşkusuz bu tip toplumlarda her ne kadar birbirinden iki farklı alanı temsil ediyor bile olsa, dini alan ile seküler alan düşünce ve pratikleriyle bütünüyle birbirinden ayrılmazlar, aksine birbirini besleyen ortak bir etnik kimliğin/ ulusun ve siyasal yönetimin olmazsa olmazı olarak varlıklarını sürdürürler.
Sonuç olarak: Sekülerleşme/dünyevileşme ve dinilşeme devlet ve ulus açısında birleştirici bir unsur olarak yeniden kurgulanır. Söz konusu bu birleştiricilik kutsalın araçsallaştırılması ile sağlanır. Burada arçasallaşan şeyin din ya da toplumsal kurgulamada mitolojik bir kurgu olması da mümkün. Ulus-devlet açısından egemenlik, dini ve ulusal semboller iktidarın kutsal ile olan ilişkisini gösterir. Ulus devlet kendi formunu açığa çıkarırken toplumun dönüştürülmesinde siyaseti kutsallaştırır. Siyasetin dinileşme formu ile ortaya çıkan yüzü siyasal din olarak politik kavramsallaştırmada kullanılır.
Kaynak Farklı Bakış