Fransız İhtilalı ve sonrasında ortaya çıkan siyasal gelişmeler, Afgani ve Abduh’la başlayan İslamcılık akımını derinden etkilemiştir. Özellikle ulus devletin devasa gücü ve toplumu dönüştürmedeki rolü İslamcı nesillerin dikkatini çekmiştir. İslam tarihi dikkate alındığında görülecektir ki, Hz. Peygamber açık bir şekilde ne sınırları kesin çizgilerle belirlenmiş bir devlet modeli bırakmış, ne de yerine geçecek vekil tayin etmiştir. Bu konuda kesin hüküm olsaydı Hz. Ebubekir’in seçim sürecinde Muhacir ve Ensar arasında yaşanan tartışmaların anlamı olmazdı.
Öyle anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber bu konudaki fikri ümmetin siyasal tecrübesine bırakmıştır. Müslümanlar, Kur’an’ın temel değerlerini ve maslahatı öne alarak zamanın ruhuna uygun örgütlenme modelleri oluşturacaklardır. Hz. Peygamberden sonra yaşanan siyasal tecrübe bize iki model miras bırakmıştır: Hilafet ve İmamet. Hilafet Sünni dünyanın siyaset anlayışına şekil verirken, İmamet Şii düşüncede aynı işlevi görmüştür. Tarih boyunca İslam’ın siyasal aklı bu iki model arasında süren tartışmalardan oluşmuştur. Osmanlı İmparatorluğunun çökmesiyle hilafet modeli de tartışılmaya başlandı. Hâkim görüş artık bu modelin ümmetin ihtiyaçlarını karşılayacak düzeyde olmadığıdır. TBMM, hilafet konusu tartışılırken hilafetin tek kişide değil de mecliste olması gerektiği fikri ağırlık kazanmıştır. Ancak genel anlamda İslamcılık akımı, C. Afgani, M. Abduh ve Reşid Rıza’dan başlayarak, modern devletin dönüştürücü gücünden de geniş ölçüde etkilenerek, belki de hilafetten daha geri bir model olan “İslam devleti” fikrine sarıldılar. Bu amaçla kurulan ve İslam’ı temel kurucu ideoloji haline getiren Pakistan ve İran devletleri son tahlilde birer ulus devlet modeli olmaktan kurtulamadılar.
İslamcılık akımı, modern düşüncenin bütün argümanlarını reddederek konumlandığı için, çağdaş dünyanın birikimlerinden yararlanmak konusunda oldukça isteksiz davrandı. Ancak Raşid el-Gannuşi, Aliya İzzetbegoviç, Turabi, Hasan Hanefi, Abdulvahhap El-Efendi ve Muhammed Abid el-Cabiri gibi düşünürler, çağdaş dünyanın birikimlerinden yararlanmak konusunda klasik dönem İslamcılara göre daha istekli idiler.
“İslam düşüncesinin oluşumunu etkileyen çatışma İslam tarihinde Şii (İsmaili) ideoloji ile Sünni ideoloji arasında olmuştur. Bunları anlamadan İslam düşüncesinin oluşumunu ve yapısını tahlil etmek mümkün değildir.”(1) Cabiri’nin İslam tarihinin sağlıklı analizini yapmak konusundaki önerisi son derece önemlidir. Ancak sadece analiz yapmak bugünkü sorunlarımızın çözümünde yeterli değildir. Günümüze uygun yeni ve özgün bir model geliştirme sorumluluğu hala çözümsüz olarak Müslüman aydınları beklemektedir. Cabiri’ye göre Çağdaş İslam düşüncesi yeni bir siyasal sıçrama ve yenileşme yapmak istiyorsa, tarihsel miras olan, Sünni saltanat ideolojisini ve Şii imamet mitolojisini aşmak zorundadır. Cabiri’ye göre İslam’ın siyasi değerleri şura, sorumluluğun dağıtılması ve aklın içtihatlarıdır.
Cabiri’nin dile getirdiği değerler İslam siyasi düşüncesisin de ufkunu belirleyecektir. Sünni ve Şii siyaset teorilerinin aksine Hz. Peygamber, kendisinden sonra gelecek nesillere yönetim konusunda sınırları kesin hatlarla belirlenmiş bir model bırakmamıştır. Bunun yerine siyasetin uyması gereken değerler üzerinde durmuştur. Bundan dolayı halifenin seçiminde değişik yollar denenmiştir. Günümüzde de yapılacak olan İslam’ın temel değerlerine uygun yeni, denetlenebilir, açık ve özgür bir yapılanmaya gitmektir. Laiklik kavramını eleştiren Cabiri’nin demokrasi konusundaki düşünceleri de şöyle özetlenebilir: “Arap dünyasında devletin yapısı, bugün olduğu gibi geçmişte de, yönetimde ‘ortak’ kabul etmeme yönüyle temayüz etmiştir. Demokrasi ise özü itibarıyla ‘ortaklık’tan başka bir şey değildir. Allah’ın birliğine iman etmek, dini inancımızın temel taşı olup bunu muhafaza etmemiz gerekir. Ancak bu muhafaza da, Allah’tan başka her şeyin çok sayıda olduğuna ve çokluk esası üzerine dayanması gerektiğine inanmakla olur. Bunların başında da, kendisinden birliği kesin olarak soyutlamamız gereken ‘beşeri egemenlik gelir’ o halde biz Araplar ve Müslümanlar, ulûhiyet ve rububiyet alanında ortaklığın olamayacağına inandığımız kadar, yönetim ve siyasette ortaklığın zorunluluğuna inanmadığımız sürece, demokrasiye bir anlam verip, onun içeriğine açık bir biçimde fikri ve toplumsal bir takım boyutlar kazandıramayız.”(2)
Benzer şekilde Abdulvahhab El-Efendi de İslami siyasette demokrasiye özel bir yer ayırmaktadır. “Mevdudi ve Seyyid Kutub’un ‘şeriati kabul etmeyen bir topluma reçete yazmakla ilgilenmememiz gerektiği’ iddiası kabul edilemez. Çünkü İslam’ın toplum tarafından benimsenmesi için, önce fikirlerin serbestçe tartışılabildiği bir ortam lazımdır, bu da ancak demokrasi ile sağlanabilir. Şayet toplum İslam’ı benimserse, toplumu bir arada tutmak ve ihtilafları çözmek için de yine demokrasiye ihtiyaç vardır”(3)
Öyle anlaşılıyor ki, Müslüman entelektüeller hilafet ve imamet ideolojilerinin yetersizliğinden hareketle yeni arayışlara girmişlerdir. Bu arayışları peşinen mahkum etmemek gerekmektedir. Şurası unutulmamalıdır ki, Kur’an ve Sünnet’in açık hükümlerine karşı olmadığı ve bu kaynaklarda bağlayıcı bir hüküm olmadığı sürece her türlü zihinsel faaliyet meşrudur
Her yeniliği olduğu gibi analiz etmeden kabul etmek de, yeni olan her şeye kesin olarak karşı çıkmakta sağlıklı bir zihinsel tutum değildir. Nitekim Mehmet Akif “Her şeyi değiştirmek ibdilasına tutulan züppelere kızdığı gibi yenilik namına gökten nur inse kabul etmeyen görenekçilere de kızıyordu.”(4)Mehmet Akif’in haklı olarak işaret ettiği gibi Müslüman entelektüeller, İslami terminolojiden yararlandığı gibi, çağdaş dünyanın zihinsel ve felsefi birikiminden de yaralanmalıdırlar.
“İslam devleti” fikrini savunan İslamcıların temel yanılgısı şuydu: İslam’la modern ulus devlet arasında birliktelik sağlanabilir. Oysa modern devleti alıp buna İslami bir makyaj yapmak, yapılan işlemi meşru hale getiremez. Bundan dolayı Batıdan İslam dünyasına aktarılan bu model mevcut sorunları çözmekten ziyade daha da derinleştirmiştir. İslamcılar içinde Batı kökenli kurumların eleştirip sorgulamaksızın Müslüman toplumlara aktarılmasını tezine en dikkate değer eleştirilerden birisi Said Halim Paşa tarafından yapılmıştır. Said Halim Paşa, Batı karşısında aydınlarımızın içine düştüğü trajik durumu şöyle özetliyor: “Eski devirlerde, aydın sınıfımızın en büyük kusuru, Batı medeniyetini tanımamak, bu yüzden ona düşmanlık beslemek idi. Şimdi ise Batı hayranlarının eskisinin tam zıttı bir duruma düştüklerini görüyoruz.”(5)
Günümüzde Müslüman aydın, entelektüel ve kanaat önderlerinin cevaplamak zorunda oldukları asıl sorun, Kur’an ve Sünnet gibi iki temel kaynağa dayanarak, ulus devletin ürettiği sorunları çözebilecek ve sözleşme kültürüne dayalı yeni bir örgütlenme modelinin nasıl ve hangi araçlarla gerçekleştirilebileceğidir. Öyle anlaşılıyor ki, tarihte bu amaçla üretilmiş modeller bugün geçerliliklerini büyük ölçüde kaybetmiştir. Said Nursi’nin dediği gibi “Eski hal muhal, ya yeni hal ya izmihlal” noktasına gelinmiştir. Zamanın ruhuna uygun için adalet ve özgürlüğü temel alan yeni bir örgütlenme modelinin kaçınılmazlığı herkes ortadadır. Sözleşme kültürüne dayanan özgürlükçü model için gereken malzeme İslam tarihinde fazlasıyla mevcuttur. Bu model Hılf’ul Fudul, Medine Vesikası ve Veda Hutbesi gibi İslami uygulamaların verdiği ruhla çağdaş dünyanın kazanımlarını harmanlayarak oluşturulabilir.
Şurası bir gerçek ki, gelinen noktada asimilasyon, entegrasyon ve çatışmanın barış içinde bir arada yaşama idealine hiçbir katkısı olamaz. Çözüm Ali Bulaç’ın yıllardır savunduğu “Medine Vesikası”nın açtığı kanaldan hareketle “müzakereci siyaset” yöntemini uygulayarak; etnik, dini ve kültürel olarak birbirine benzemeyen toplulukların, birbirini ötekileştirmeden kendine özgün bir model oluşturmalarında aranmalıdır.