Macron kendi ülkesinde yaşadığı ekonomik ve siyasi sorunları sadece ülkesiyle sınırla kalmayan bir dinler arası çatışmaya ve gerilime dönüştürmeye yatırım yaparak aşmaya çalışıyor. Laf anlamaz, kışkırtıcı bağnazlığıyla İslam karşıtlığını bütün Avrupa’da uyandırmaya çalışıyor. Bu maceraya atılmaya Batı dünyasını kışkırtmaya çalışsa da, şu ana kadar çok istisnai bazı aşırı sağcılardan başka kendisine destek veren olmadı demiştik, ama ne yazık ki, onun bu kirli ve tehlikeli oyununu Avrupa’da yeterince görüp tepki gösteren de olmuyor.
Açıkça Müslüman düşmanlığı yapan kin ve nefret söylemlerinin binde biri Yahudiler aleyhine yapılmış olsa şimdi bütün dünya anti-semitizm diye çoktan kıyameti koparmıştı. Çok değil, azıcık bir empati, Müslümanlar aleyhine yapılanın herhangi bir anti-semitik söylemden çok daha tehlikeli olduğunu görmeyi sağlar. Hz. Peygamber hakkındaki karikatürlerin açıkça Müslüman düşmanlığı anlamına geldiği biline biline, bir iki cahil provokatif Müslümanın eylemleri bahane edilerek 1,7 milyarın tamamını incitecek, onlara karşı kin, nefret ve düşmanlık kışkırtacak şekilde bu hakaretleri bir de devlet politikası haline getirerek resmi devlet binalarına yansıtmayı bir de utanmadan “ifade özgürlüğü” himayesine almak bütün Müslümanlara alenen cephe açmak anlamına geliyor.
Biliyoruz ki, Fransa ifade özgürlüğünde sınır tanımayan bir ülke değil. Aslında bir süre önce Beyrut’taki patlama sonrası ziyaretinde aleyhinde yazı yazmış bir Fransız gazeteciye herkesin önünde attığı fırçayla, ifade özgürlüğünün net bir sınırını göstermişti Macron.
Daha genel bir istisna için, Anti-semitik herhangi bir ifadeye en ufak bir özgürlük hatta tolerans bile yok mesela. Anti-semitik söylemler hakkında geliştirilmiş alabildiğine hümanist felsefelerin hiçbir evrensel yanı olmadığı, altı kazıldığında da son derece ırkçı ve şovenist bir hassasiyete dayandığı bu vesileyle daha iyi görülmüş oluyor. Üstelik burada Müslümanların hassasiyeti öğrenildiğinde, bu hassasiyetleri hiçe sayılarak, hatta ilkel ve gereksiz bulunarak adeta onları törpülemek ister gibi, eğitir gibi üzerine üzerine gitmeye çalışmanın küstah kibri ve saldırganlığı da sergileniyor.
Böyle bir saldırganlığın karşısında bütün Müslümanları yekvücut bulması ve böylece onlarda daha geniş bir birlik hassasiyeti uyandırması kaçınılmazdır. Saldırılar birlik duygusunu uyandırır, pekiştirir. Grup sosyolojisinin en temel kuralıdır bu. Saldırılarla uyanan birlik duygusu karşı tarafta kontrol edilmesi zorlaşan bir hamaset de üretir. O yüzden bunu uyandırmak tehlikelidir, ama bir kez saldırı olmuşsa da ona karşı kayıtsız kalmak da mümkün değildir.
Macron’un saldırılarına karşı İslam dünyasında en güçlü ses Erdoğan’dan geldi. Yanısıra Pakistan, Kuveyt, Katar gibi ülkelerin dışında, özellikle Arap ülkelerinden İslam’ın mukaddeslerine hiçbir tepkinin gelmiyor olmasının bu ülkelerin aslında işgal altında olduklarını gösteriyor demiştik. İsmi Arap ama zihni ve ruhu Fransız sömürgeciliğinin işgali altında olanların yönettikleri ülkelerden ses çıkmıyor olması gayet doğal.
Mesela Arap Birliği Genel Sekreteri Ahmed Aboul Gheit’in dediklerini duymuşsunuzdur. Arapların ve Müslümanların mukaddesatına yapılan saldırılara karşı ses vermesini beklerken o kalkmış bu vesileyle Türkiye’nin sert kayaya çarpmış olmasından dolayı başına geleceklerden sevinç duyuyor. Ona göre sert kaya “Fransa” oluyor ve Türkiye böyle büyük bir devlete meydan okumakla kendi sonunu hazırlıyormuş.
Bir konuşmasında bu olayı bir müjde verir gibi anlatırken, Macron’un küstah İslam-karşıtı söylemleri hakkında tek bir kelime etmediği gibi Türkiye’yi de Suriye, Irak ve Libya’da Arapların içişlerine müdahale etmekle suçlamaya devam ediyor.
Daha önce söylemiştik, Arap Birliğinin ne Araplarla ne İslam’la hiçbir ilgisi yok. Ne Müslümanların ne de Arapların gerçek sorunlarına dair hiçbir saygısı, hiçbir kaygısı yok. Onlar için Araplar ve Müslümanlar sadece iktidar alanıdır. Onları istedikleri gibi öldürebilir, ırzlarına geçebilir, emperyalistlerle onların canlarını, ırzlarını, mallarını, ülkelerini peşkeş çekebilirler.
Aynı şahısın sicilini geçmişe doğru biraz kurcaladığımızda 25 Aralık 2008 tarihinde İsrail’in Gazze’ye hava saldırısından iki gün önce Kahire’de dönemin İsrail Dışişleri Bakanı Tzipi Livni ile birlikte verdiği görüntü herkesin aklında. Livni, o dönem Mısır Dışişleri Bakanı olan Aboul Gheit’in elini tutarak Mısır Sarayı’nın kalbinden Gazze’ye savaş ilan ettiğini ilan etmişti.
Filistin’i, Müslüman canını, malını, ırzını Siyonistlere ve Fransızlara tere yağından kıl çeker gibi peşkeş çeken Arap Birliği Sekreteri’nin Türkiye’yi neden Arapların işlerine burnunu sokmakla eleştirdiği açık değil mi?
Çünkü bugün Müslümanların da, maalesef Arapların da başka bir temsili yok. Temsil iddiasındakilerin yaptıkları tek şey ihanet. İhanete dur diyen Türkiye’nin birilerine verdiği rahatsızlık ortada, ama Türkiye’nin bu müdahalelerinin bütün Müslümanlar ve Arap halkları nezdinde büyük bir memnuniyet yarattığı da gün gibi ortada.