Beş yazıdır İslam ülkelerindeki siyasi sorunları ve bu sorunların sebep olduğu krizleri incelemeye çalışıyorum.
İçinde bulunduğumuz perişan durumdan bir an önce kurtulabilmemiz için, öncelikle sebepleri tarihin derinliklerine uzanan yapısal sorunlarımızı doğru anlamamız lazım.
Doğru ve gerçekçi bir analiz ile isabetli teşhisler konulmadan, yazılacak reçetelerin derde derman olması da mümkün değil.
İslam ülkelerindeki siyasi olumsuzlukların nedenlerini tarihi geçmişlerini de göz önünde bulundurarak 5 ana başlıkta inceledim:
- Yönetim şekli, seçimler ve şura
- 'Öteki' ile ilgili dini sorunlar
- Mezhebi sorunlar
- Etnik sorunlar
- Sınıfsal sorunlar
İslam tarihinde ilk sorunlar yöneticilerin ve yürütme organlarının belirlenmesi ile ortaya çıkmıştır.
Onun içindir ki, öncelikle yönetimin nasıl belirleneceği ile ilgili belirsizlik ortadan kaldırılmalıdır.
Şiilere göre Hz. Peygamber kendinden sonrası için Hz. Ali’yi halife olarak açıklamış; Sünnilere göre ise Hz. Peygamber yöneticinin özelliklerini belirlemiş, ancak yerine ismen bir halife tayininde bulunmamıştır.
Hz. Muhammed'in vefatından sonraki halife seçimlerinin her biri farklı bir ortamda ve farklı bir şekilde olmuştur.
Şekli ve yöntemi belirlenmiş bir seçim sistemi söz konusu değildir.
Hz. Ebubekir, ümmetin çok az bir kısmı tarafından, bir oldu bitti ile seçilmiş; Hz. Fatima ve Sad bin Ubade gibi sahabeler ölünceye kadar Hz. Ebubekir'e biat etmemiş, Hz. Ebubekir kendinden sonrası için yerine Hz. Ömer'i tayin etmiştir.
Hz. Ebubekir'in yerine atama yaparak, Hz. Peygamber'in yapmadığını yapması tartışma konusudur.
Hz. Ömer ise adayları sınırlayarak kendi belirlediği 6 kişiden birini seçmelerini söylemiş; yine tartışmalı bir şekilde 'kısmi tayin' ile Hz. Osman seçilmiştir.
Hz. Osman, akrabaları olan Emevilere karşı halkta oluşan tepkileri dikkate almamış; isyan eden halk görevi bırakmasını istediğinde bu görevinin ömür boyu olduğunu ileri sürerek istifayı reddetmiş ve öldürülmüştür.
Hz. Ali ve sonrasındaki gelişmeler de aynı doğrultuda ve karmaşıktır.
Bir diğer önemli tartışma konusu da 'Şura (Meclis)' meselesidir.
Halifelerin seçim yöntemi, şurayı kimlerden ve nasıl oluşturacakları, şuranın (meclisin) yetki ve sorumlulukları, halifeliğin süresi, ömür boyu olup olmadığı, azil ve denetim meseleleri ile muhalefetin meşruluğu ve şekli de belirsizdir.
Pratikte halifeler, belli bir kurum oluşturmamış, istediklerine danışmış, uygun görmediklerine danışmamışlardır.
Hz. Osman'ın, kendine muhalefet eden Ebu Zeri Gıfari'yi sürgün etmesi bu duruma önemli bir örnektir. Nihai kararlar genellikle bir kişinindir.
Peygamberin hayatında yasama, yürütme ve yargı vahiy ile peygamberin şahsında toplanmıştır.
Vahiy kesildikten sonraki dönemde ise yürütmenin yanı sıra, yasama ve yargı ile ilgili de kurumsal anlamda ciddi belirsizlikler vardır.
Kadılar, Bizans kilisesi gibi kralların emrine girmiş, yasama (fetva) ve hüküm (mahkeme kararları) sultanların istekleri doğrultusunda çoğu kez eğilip, bükülmüştür.
Muaviye'den itibaren iktidar, 'kılıcın' olmuş, gücü kim ele geçirmişse onun dediği olmuştur.
Günümüzde de bu sıkıntılar devam etmektedir.
"Hüküm Allah'ındır" sözü tüm Harici ve Neo-Selefi Haricilerce en çok tekrarlanan slogandır, ancak "Allah'ın hükümlerini yeryüzünde kimler, hangi yetkilerle ve nasıl uygulayacaklardır?" soruları cevapsızdır.
Pratikte bir grup (hizip, parti, örgüt...) iktidarı ele geçirmekte ve gücü ele geçirdikten sonra, kendinden olmayana hayat hakkı tanımayarak; komünist yönetimlerde olduğu gibi tek partili bir diktatörlük ortaya çıkmaktadır.
'Öteki' ile ilgili ciddi sorunlar vardır. Dini, mezhebi ve etnik farklılıklar adil bir şekilde yönetilememekte, çoğulcu bir sistem kurulamamaktadır.
Tarihten gelen klasik "zimmi hukukunun"günümüz şartlarında uygulanması neredeyse imkansız hale gelmiştir. Bu konuda acilen yeni içtihatlara ihtiyaç vardır.
Farklı din ve mezheplerdeki insanları 'yok' saymak, cezalandırmak veya asimile etmeye çalışmak da doğru değildir. 'Tekçi' anlayışlar iflas etmiştir.
Tarihte karşılaşılmayan, modern zamanların ürünü 'laik Müslümanlar'la da ilgili bir çözümsüzlük hali ortaya çıkmış bulunmaktadır.
Allah'a, peygambere, ahrete inandıklarını söyleyen, namaz kılan, oruç tutan ancak seküler/laik bir hayat tarzını benimseyen, İslam hukukunu (Şeriatı) hayatının dışında tutan, 'laik Müslümanları'; İslam hukukuna göre cezalandırmak da, gayrimüslim kabul ederek 'zimmi' hukukuna tabi tutmak da mümkün değildir.
'Laik Müslümanlar' birçok ülkede nüfusun yüzde kırkını, ellisini oluşturmaktadır.
Mezhebi farklılıkları dışlamak tarih boyunca çatışmalara neden olmuştur.
Bütün dinlerin tarihi kanlı mezhep savaşları ile doludur.
İran'ın Şiiliği, Suudi Arabistan'ın Vehhabiliği, Türkiye'nin Sünniliği, Sünnilik içinde de Hanefiliği öne çıkarması ciddi siyasi ve sosyal kamplaşmalara neden olmaktadır.
Tarih neredeyse 'tekerrür' etmekte; Şii Safaviler, Sünni Osmanlılar, Selefi Muvahhidler'in... siyasetleri bugün de Yemen'den, Afganistan'a; İran'dan, Mısır'a kadar İslam dünyasını alt-üst etmektedir.
Yine aynı şekilde etnik farklılıkları yok farz etmek veya asimile etmeye çalışmak da yanlıştır.
1648 Vestfalya Anlaşması ile şekillenen 'ulus devlet' formatı ne yazık ki Müslümanların da bilinçaltlarına girerek 'değişmez ve değiştirilemezleri' haline gelmiş, başta Türk, Arap ve Pers milliyetçilikleri olmak üzere ulusalcı siyasetler İslam'ın ümmetçi anlayışını zehirlemiştir.
Günümüzde de bu zehirlenme devam etmektedir.
Ortadoğu entegrasyonunun, Avrupa Birliği benzeri bir 'Ortadoğu Birliği'nin kurulamamasının önündeki en büyük engel budur.
Kürt sorununun bu kadar içinden çıkılamaz ve kronik hale gelmesinin sorumlusu rejimin yanı sıra İslam adına siyaset yapan parti ve örgütlerdir.
Toplumsal meşruiyetleri ve güçlü paradigmaları nedeniyle sorunu tüm sosyal, kültürel ve siyasi hakları tanıyarak, kolay bir şekilde çözecek/çözebilecek 'İslamcı' siyasetçiler; ne yazık ki çoğu kez ancak 'Derinlerin' izin verdiği kadar ilerleyebilmiş; 'Derinlerin' , 'Dur!' dedikleri yerde ise durmak zorunda kalmışlardır.
Suriye'nin İslamcı muhalifleri tüm ısrarlara rağmen 'Suriye Arap Cumhuriyeti' isminin 'Suriye Cumhuriyeti' olarak değiştirilmesini kabul etmemişlerdir.
Tüm bu sorunların yanında, İslam ülkelerinin neredeyse tamamının içinde debelendiği yolsuzluk, hırsızlık ve eşitsizlik de sürdürülebilir değildir.
Bir avuç petrol hırsızının trilyonlarca dolar serveti elinde tuttuğu, yüz milyonlarca Müslüman'ın ise açlık sınırının altında sefil ve perişan bir şekilde süründüğü bir düzenin bu şekilde devam etmesi mümkün değildir.
İslam Ümmeti’nin tüm yer altı ve yer üstü kaynaklarının İslam ülkelerinde yaşayan halkların ortak istifadesine sunulması gerekmektedir.
Bugün İslam ve Müslümanlar adına siyaset yapanların büyük bir kısmının durumu geçmişte on binlerce dönüm araziyi zapt etmiş toprak ağalarının zulüm ve haksızlıklarına karşı korkan veya birkaç çuval arpa ve buğday karşılığında susan köy imamlarının durumlarından beterdir.
Günümüzün 'siyaset imamları' geçmişte, ağalara karşı susan imamlardan beter bir durumda; haksızlık ve hırsızlıkların bizzat aktörü haline gelmişlerdir.
Bu felaket durumu göz ardı eden ve çare aramayan hiçbir İslami düşünce ve siyaset doğru değildir.
Tarihi tecrübelerimizi göz önünde bulundurarak, gerçekçi bir analiz ve doğru bir akide ile sorunlarımıza çare üretemez isek; ne parlak bir geleceğe yürüyebilir ve ne de günü kurtarabiliriz.
Marks'ın tabiri ile halklara afyon olan ve uyutan bir dine değil, 'Boynuzsuz keçinin hakkını, boynuzludan alan' bir dine ihtiyaç var.