Tarih: 01.04.2021 14:53

İslam; Ruh ve bedenin tamlığı olan insana tekabül eder...

Facebook Twitter Linked-in

İslam, salt bir beden veya salt bir ruh olarak betimlenemez. Her iki tanımda da eksiklikler vardır. Salt ruh, kendi içinde bir bedene ihtiyaç hisseder. Bu sefer sürekli yeni bedenler arayışı zorunlu olur ki bu da her zemin ve zamanda yeni bir bedenin ihdas edilmesini mecburi kılarak ruhtan çok bedenler tartışması yaşatır. Salt bir beden olarak betimlenirse İslam, bu sefer sürekli bu bedeni diri ve canlı tutacak bir ruha ihtiyaç var olacaktır. Ruhu olmayan beden ise sürekli bir çürüme karşısında kalır. Bu yüzden her seferinde hem bedenin çürümesi karşısında kalınan acziyet ve hem onu diri tutacak bir ruha olan gereksinim, süreklileşen bir sorunlar yumağına neden olur.

İslam, kendi bütünlüğü içinde anlamlı bir tamlığa sahiptir. Bu ilk peygamberden son peygambere kadar devam ede gelen bir tarihsel sürekliliğe sahiptir. Aliya İzzetbegoviç’in dediği gibi; Batı, Bedene tekabül eder, Doğu ise ruha tekabül eder, İslam ise İnsana tekabül eder.  İşte bu yaklaşım, bize İslam ile nasıl bir bağ kurmamız gerektiğinin yöntemini işaret eder. Doğu ve Batı yaklaşımını gösteren yaklaşımları bugünde gözlemlememiz mümkündür. Müslümanların bir kısmı, bedene önem vererek, eski bedenin yetmediğini ve yeni bir bedene ihtiyaç olduğunu dile getirerek, mevcut sorunların aşılmasında yeni bir bedene olan ihtiyacı dile getirir. İslam düşüncesinde modernist yaklaşımın özü bu biçimde şekillenmiştir denebilir. Tarihsellik vurgusu üzerinden bedenin çürüdüğünü ve bunun yerine modern bir bedenin ihdas edilmesi gerektiğini. İslam’ın ruh ve anlam olarak varlığını kabul ederek, ama somutlaşacak bir bedenin kendi tarihsel koşulları tarafından yeniden inşa edilmesi gerektiğine vurgu yaparak yorumlarını buna bina ediyorlar. Farklı bir tutum olarak ise mistik algıların beslediği sufi hareketlerin bir kısmının da sadece ruha olan ihtiyacı dikkate alarak bedenin gereksizliğine olan inançları üzerinden salt dünyayı geride bırakan bir yaklaşım içinde ruhu önceleyerek dinle bağını sürdürmeye çalışmaktadırlar.

Her iki yaklaşımın bugün açısından bakıldığında kendi içinde sorunsal alanlar oluşturduğunu söylememiz gerekmektedir. İkinci yaklaşım; yani ruhu önceleyenler, bugünden kopuk ve bugünün sorunlarına dair bir yaklaşım geliştirmedikleri gibi akıntıya kapılıp sürüklenmekten de uzak duramıyorlar. Yani mevcut güncel akış içindeki yerini alırlar. İtirazlarına rağmen, ruhu muhafaza konusunda ciddi sorunlar yaşadıkları açıktır. Yeni bir beden oluşturma arzusunu izhar edenlerin ise ruhun gereğini yapma yerine ruhu yeniden biçimlendirmeyi de içeren bir yaklaşım ile dinin doğasına dair bir sorunsal alan oluşturmada başarılı olduklarını söylemeliyiz. Ruh ve beden ayrımını kabul ettiğiniz andan itibaren bir yabancılaşma ve dolayısıyla bir sorunlar yumağı ile karşı karşıya kalırsınız. Olanda bu…

Din, ilahi emir gereği, her zaman insanların içinden ‘seçilmiş bir insan’ eliyle insana takdim edilmiştir. Din, gönderilen bilgisi ile ruhu temsil ederken, aynı zamanda bu bilgide bedene tekabül eden hükümlere de yer verdiğini okuyan herkes bilir. Fakat gönderilen bilginin açıklamasını ve örnekliğini de ‘seçilmiş insan’ olan Elçiye vererek bedeni de açık bir şekilde ihdas etmiştir. Yani salt bilginin gönderilmesi ile yetinilmemiş, yanlış anlamalara mahal vermemek ve sorulan sorulara cevap üretilsin diye ‘Elçi’ onu kendi şahsında temsil ederek örnek/şahitliğini de yapmıştır. Yani Hazreti Aişe Annemizin işaret ederek dediği gibi: O (Muhammed sav) Yürüyen bir Kurandır. İslam’ı bu kadar veciz ifade edecek başka bir örneğe rastlamak mümkün değildir. Yani vahy/gönderilen bilgi ruhu ve Elçi’nin tanıklığı ise bedeni ihdas etmiştir. Ancak bu beden ilahi rızaya ve izne tabi olarak varlık kazanmıştır. Bu yüzden ruh ve beden diye bir ayrım yerine din/İslam demenin daha doğru olacağını söylemeliyiz. İslam, bu çerçeve içinde artık zihni ayrımlara yer bırakmayacak kadar bir tamlığa sahiptir. Zaten, ilkeler ve uygulamaları somut, açık ve anlaşılır bir şekilde insanların gözleri önünde yaşana gelmiştir. Bu yüzden, zorlama yorumlamalar, sadece yorumlayıcının farklı bir beklentisi ve bakışının tezahürü olarak betimlenir. Bu durumun din ile ve dinin doğru anlaşılması ile bir ilişkisinin olmadığını açık bir şekilde söylemeliyiz.

Nübüvvet, her zaman dinin anlamının bedene dönüşmesinin kaynağı mesabesinde işlev görmüştür. Çünkü salt kendi başına herhangi bir ilke eğer somut bir göstereni/göstergesi yoksa yoruma açık ve birden fazla yaklaşımı içermek durumunda kalacaktır. Bu da kendi içinde bir çatışmayı barındırır. Tarihsel seyir bize zaten bunu göstermektedir. Ancak İslam söz konusu olduğunda ana gövdenin bütün bu çatışmalardan beri olduğunu ve kendini uzak tuttuğunu söylemekten imtina etmeyeceğiz. Açık göstergeler, salt sınırlı ve uç örnekler üzerinden bu gerçeği dışlayamaz. Ya yeni bir peygamber gelir ve ilkeyi ilahi rızaya matuf bir şekilde yeniden düzenler, ya da yeni bir peygamber yoksa ilkenin kendisine gönderilmiş peygamberinin uygulamalarının bağlayıcılığını kabullenmek bizzat dinin doğasına matuf bir iman mefkûresi olduğunu bilerek davranmalıyız. Siyasal tarihin sağladığı bazı açık noktalar veya çatışma zeminleri üzerinden oluşmuş yanlışlara gönderme yaparak ilkeyi revize etme ve yeniden yorumlayarak onu kendi bağlamının dışında bir konumlandırma çabası, dinde reform arayışlarının cazibesi olarak tarihe kayıt düşürecektir. Çünkü içtihat dinde yeni bir reform değil, güncel durumla karşı karşıya kalındığında ortaya çıkan pürüzlerin çözümüne dair bir duruşu ihtiva eder. İçtihat bir emri veya yasağı ortadan kaldıramaz. Geçici durumlar asli durumu içermez ve onu yerinden etmez, etmemiştir de tarih boyunca…

Meselenin özü şu; modern düşüncenin kalıplarına yenik düşmüş bir zihin, kendi meşruiyetini sağlama adına dinin yeniden yorumlanması gerektiğini ifade etmektedir. Bu ifadeye başlarken, yeni durumun önemini vurgulamakta ve bugünün insanlarının dinden uzaklaştığını, bu yüzden insanlara bu dini yakınlaştırmak için onların durumlarını gözeten bir yaklaşımı öne çıkarmamız gerektiğine vurgu yapılır. Burada dinin araçsallaştırılarak insanın amaçsallaştırıldığı unutulmamalıdır. İnsanın amaçsal hale gelmesi de modern epistemenin temeli ve bakışı olduğunu unutturmaya çalıştıklarına da şahidiz. Ayrıca insan, ilk insandan bu güne kadar insan olarak taşıdığı hasletler hep aynı kalmıştır. Duygusal tepkileri ve yaşama karşı tepkileri hep aynı olmuştur. Korkuları, sevinçleri, tepkileri, öfkeleri, hüzünleri, acıları hep aynı kalmıştır. Din, insana hitap etmektedir. Ve din, insanın kendi bütünlüğüne dair bir bakışı, usulü ve insan olmanın yöntemini içermektedir. Bu yüzden dinden bağımsız inşa edilmiş bir insanın dini araçsallaştırarak karşılık bulması imkânsızdır.


Devnaı >>>




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —