Türkiye’de hâlihazırdaki iktidarın bileşenlerini analiz eden siyaset bilimciler her ne kadar AKP ve Erdoğan’ı Millî Görüş kökenli bir hareket olarak nitelendirse de gelinen nokta Erdoğan’ın oldukça farklı bir hikâye yazdığını bizlere gösteriyor. Bu öykü, kesinlikle Millî Görüş hareketinin bir öyküsü değil, İslamcılık hiç değil. Bundan geriye kalan, her ne kadar kendisini İslamcılığı mal etmeye çalışsa da, partisinden yol arkadaşlarını tasfiye ettikten sonra büyük ölçüde Erdoğan’ın kendi kişisel hikâyesi. Bu aynı zamanda, paralı trol ordularının, her biri düşük düşük profilli yetkililerin hep bir ağızdan yere göğe sığdıramadıkları liderlerine yönelik övgülerinin de gösterdiği bir şey. Şayet mesele bir fikir/ideoloji olsaydı, kullanılan dil farklı olur, lider tapıcılığı görüntüsü verecek şekilde bunca övgü yağdırılmazdı. Türkiye’nin son dönem siyasi tarihinin de gösterdiği gibi Erdoğan, mevcut konjonktür iktidarda kalmak için neyi gerektiriyorsa o fikriyatı savunma konusunda en küçük bir tereddüt bile göstermezken onu değil İslamcılıkla, herhangi bir ideolojiyle bağdaştırmak fikir, düşünce, dava ve ideoloji kavramlarının toplumsal karşılığını bilmemek demektir.
Bakmayın yandaş yazarların koro halinde yaptıkları Oğuzhan Asiltürk güzellemelerine… Asiltürk, her zaman sertlik yanlısı, parti içinde ve dışında sevilmediğini düşündükleri, derin ilişkilere sahip olarak gördükleri ve her fırsatta hedef gösterdikleri abileriydi. Onlara göre Asiltürk orada olduğu müddetçe Saadet Partisi iflah olmazdı. Çoğu, yakın zamana kadar adı sanı duyulmayan, gazetecilik ilkelerine değil Erdoğan’a olan bağlılığı sayesinde meslek sahibi olabilmiş ve tam da bu yüzden mesleğine bir hayli yabancılaşmış “gazeteciler”, son gelişmelerden sonra birdenbire Oğuzhan Asiltürk’ü yere göğe sığdıramamaya başladı.
Saadet Partisi’ni CHP, İP ve HDP’den daha keskin AK Parti karşıtlığı yapmakla suçlayanı mı ararsınız, Millî Görüş partisinin Millet İttifakı’yla birlikte hareket etmesinin parti tabanında rahatsızlığa neden olduğunu iddia edenleri mi ararsınız… Bunca yıldır Saadet Partisi’yle alay eden, Asiltürk’ü Erbakan sonrası ayrıştırıcı dilin sorumlusu olarak görenler ne oldu da birdenbire Asiltürk’ün erdemini keşfettiler?
Gelelim, Oğuzhan Asiltürk’ün açıklamalarına. Asiltürk, “Erbakan Hocamızdan sonra, Saadet Partisi’nde görev yapan kardeşlerimiz, sadece iktidarı tenkit etmekle yetindiler.” demiş. Bir başka ifadeyle Asiltürk, Saadet Partisi’ni muhalefet ve eleştiri görevini yerine getirdiği için suçlamış. Dünyada kendi partisini muhalefet etti diye suçlayan bir başka parti yöneticisi var mıdır acaba? Kaldı ki Erbakan Hoca’nın AKP hakkında tek bir olumlu açıklaması, övgüsünü falan geçtim “ya bu konuda da AKP çok doğru bir iş yapmış, hakkını yemeyelim” dediği bir beyanı var mıdır?
Kimse de “kardeşim haksızlık etmeyin, Saadet Partisi yeri geldiğinde, bazen eleştirileri de göze alarak doğru olduğunu düşündüğü konularda AKP’nin bazı icraatlarına destek vermekten de çekinmemiştir” demiyor. Kaldı ki adı üstünde muhalefet, kamuoyunun da hatta anayasa ve yasaların da Saadet Partisi’nden beklediği denetleme, gözetleme, sorgulama ve hesap sormadır. Anayasa ve yasalar da iktidar dışı partilerden bahsederken muhalefet partileri der, ki bu söz konusu partilerin görevini en iyi tanımlayan şeydir.
Asiltürk devamla diyor ki: “Böyle olunca, ahlaki ve manevi değerleri savunduğu için, Saadet Partisi’ni destekleyenlerin desteği azaldı. Bu destek azaldığından dolayı, bir önceki seçimde milletvekili çıkaramadık.” Nasıl yani? Asiltürk, AKP ile yapılmasını savunduğu işbirliğinin gerekçesi olarak sadece bunu mu gösteriyor? Yarım asrı geçkin bir geleneğe sahip bir siyasi partinin iktidar partisiyle birleşmesinin tek gerekçesi, ahlak ve maneviyatı savunan Saadet Partisi’nin iktidarı eleştirmesi, tenkit etmesi mi? Asiltürk Saadet Partisi’nin iktidarı eleştirdiğini yeni mi fark etmiş? Ayasofya açılınca, Taksim’e cami yapılınca AKP ahlak ve maneviyat abidesi mi oluyor? Peki Erbakan’ın AKP’ye yönelik “Siyonist uşağı” eleştirilerini nereye koyacağız? Ama tabii ortaya konan gerekçelerin hiçbirisi, gerçek neden değil. Bunu kendileri de biliyor. Gerçekler perde arkasında, kulislerde konuşulurken kamuoyuna ise sadece kabul edilebilir olduğunu düşündükleri bölümleri sızdırıyorlar.
Şurası açık ki, Ayasofya’nın ibadete açılması ve Taksim Meydanı’na cami yapılması tam da bu algıyı sağlamaya dönüktü: AKP’nin giderek daha dindar bir hüviyete büründüğü, İslam’ın hükümlerini gözeterek hareket ettiği, icraatlarının merkezine İslam’ın temel ilkelerini koyduğu algısını yaratmak. Kuşkusuz bu potansiyel AKP’de en azından teorik olarak var, ancak 20 yıllık iktidarı boyunca tam tersi politikalara imza atan, ahlak ve maneviyat umurunda bile olmayan iktidar partisinin son bir iki yılda bu adımları atmasının sıkışmışlıkla, Türkiye’yi yönetememekle ilgisi olabilir mi acaba? Kaldı ki yolsuzluk abidesi ve makyavelist bir iktidar partisinin, temelinde erdem, ahlak, kul hakkı yememek gibi temel insani erdemlerin bulunduğu İslami ilkelere son dönemde gösterdiği bu ilginin altında başka şeylerin yattığına ilişkin şüphe duymak çok mu anormal?
Bazılarına göre ne Erdoğan ne de AKP sözcüleri SP’yi üzecek tek kelime bile sarf etmemişlermiş. Temel Bey’e saldırıları, AKP’de resmi görevi olmadıkları ve onu temsil etmedikleri için hiçbir hükmü yokmuş. Burada muhtemelen Akit gazetesinin Temel Bey’e İngiliz olan hanımından dolayı en ağır ifadeleri kullanan kadın yazarı kastediliyor, Peki Erdoğan dahil hiçbir AKP yetkilisinin çıkıp da “bu kadın neler saçmalıyor, sırf hanımı İngiliz vatandaşı diye bir insana bu kadar saldırılır mı” dediğini duymadık.
Kaldı ki Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Saadet Partisi ve Temel Bey’e karşı en ağır ifadeleri kullandığı pek çok örnek mevcut. 13 Nisan 2019 tarihli konuşmasında “Temel Karamollaoğlu için Çamlıca Cami’ni bir kez doldursunlar ellerini öpelim diye bir hezeyanı dile getiriyor. Ben öptürmem, çünkü temiz elimi kirletmem” şeklinde bütün teamülleri hiçe sayan hakaretlerini ne çabuk unutuyor yandaş yazarlar?